• Sonuç bulunamadı

Bir Modern Zaman Sömürüsü: Emeğin Kültür

Belgede İslam toplumunda emek ve sermaye (sayfa 109-114)

2.3. İSLAM’DA ÇALIŞMA AHLAK

2.3.4. Bir Modern Zaman Sömürüsü: Emeğin Kültür

Kültür, çok geniş anlam kütlesine sahip bir kavramdır. Kesin ve spesifik bir çerçeve içerisinde sınırlandırılarak tanımlanması, onun özüne ve ilişkili olduğu değerlere karşı, kapsamlı bir yaklaşımda bulunmamak anlamına gelmektedir. Çünkü kültür, insanın inşa ve icadına katıldığı her türlü fikir ve obje içerisinde yer almakta, onlara belirli şekil ve anlamları yükleyen, soyut olmakla birlikte somutu biçimlendiren bir olgudur. Bu açıklamanın paralelinde Uygur’un kültür tanımı şu şekildedir:

Kuşbakışı bir yaklaşımla, ‘kültür’: insanın ortaya koyduğu, içinde insanın var olduğu tüm gerçeklik demektir. Öyleyse ‘kültür’ deyimiyle insan dünyasını taşıyan, yani insan varlığını gördüğümüz her şey anlaşılabilir. Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç ve verimdir (Uygur, 1996: 17).

Kültür, yine benzer çıkarımlarla farklı şekillerde şu tanımlamalarla da ifade edilebilmektedir:

…toplum üyelerinin uygun ve kabul edilebilir gördüğü aralığa uygun düşen davranışlar üreten kurallar ve standartlar kümesidir (Havilland, 2002: 65)

…bir yaşam tasarımı ve insanların davranışlarını koordine eden ortak anlayıştır (Bozkurt,

2004: 91).

Her toplumda maddi ve manevi kültür kodları o toplumun egemen zihniyet yapısının temel etkenlerini oluştururlar (Gezgin, 1997: 63).

Kültür, tanımlarından da anlaşılacağı üzere, insanların yaşam biçimlerini, davranışlarını, beğenilerini, inançlarını etkileyebilecek kadar geniş bir alana sahiptir. Bu denli etkili bir faktörün yönlendiriciliği ise şüphesiz denebilecek kadar açıktır. Böylesi bir ilişki içerisinde emek ele alındığında, emek sahiplerinin ihtiyaçlarının, kültürü etkilemek suretiyle artırılarak, onların emekleri ile üretime daha etkin bir şekilde katılımlarını sağlamanın mümkün olabileceği anlaşılmaktadır.

Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı ilk anlarda üretimi artırma esasına göre hareket etmekteydi. Fakat son bir yüzyıl içindeki krizlerle birlikte anladı ki, üretimin arttırılması; tüketimin, varlığını sürdürmesi için yeterli şartları sağlamıyordu. Böylelikle

107

temel üretim faktörü olarak baktığı insana artık, tüketim misyonunu da yüklemeye başlamıştır. Dolayısıyla “emeğin üretime yönelik manipülasyonu”, farklı bir ivme kazanarak “emeğin tüketime yönelik manipülasyonu” fonksiyonunu da ortaya çıkarmıştır.

Tüketime ve üretime yönelik olarak gerçekleşen emek bağlamındaki bu manipülasyon hareketleri, birbirleri ile kıyaslandığında, tüketime yönelik olanın üretimi hedefte tutana göre daha kârlı bir yol çizdiği görülecektir. Çünkü bireyler, ihtiyaçlarını karşılamak için üretime maksimum planda katılma zorunluluğu içerisindeyken; tüketim sürecine ise sahip oldukları satın alma gücü oranında belirli seviyelerde katılmaktadırlar. Bunun en önemli nedeni ise üretimi yapan tabandaki bu büyük emek kitlesinin, aynı zamanda da tüketim için gerekli fonu ellerinde bulundurmalarıdır. Yani üretim ne kadar büyük olursa olsun, tüketim için gerekli talep bulunmazsa; bu, üretimin karşılık bulamamasına neden olacak ve onun hayatiyetine olumsuz bir etkide bulunacaktır.

Burada “manipülasyon” kavramına da değinmek yerinde olacaktır. Manipülasyon, birçok anlamda kullanılmakla birlikte genel olarak “insanın doğasından ve özgür iradesinden salt anlamda meydana gelmeyen; dış tesirlerin etkisiyle yönlendirilen her türlü davranış biçimlerine neden olan şey” şeklinde tanımlanabilir. Tabi ki bunun etkin şekilde oluşturulmasında ve kullanılmasında en büyük yardımcısının ise tanımlarından hareketle kültür olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Günümüzde, bireyler birbirlerinin ürettikleri mal ve hizmetleri tüketme konusunda bir bağımlılık içerisinde bulunmaktadırlar. Reklam, pazarlama, yaşam tarzı, statü kazanma vb. unsurları kapsamına alan kültür; bu aygıtları kullanarak insanlara ihtiyaçları olmayan ya da hiçbir zaman ihtiyaç duymayacakları ürün ve hizmetleri tüketmelerine aracı kılınabilmektedir. Örneğin; ücreti gayet yüksek bir giyim eşyası, toplum tarafından bir sosyal statü vesilesi olarak görüldüğünden, ister istemez buna erişmek için insanın, gelir düzeyinin ona verdiği alım gücünün üzerindeki bu nesneyi satın alması veya almak istemesi, kültürün bu etkisi sonucundadır. Bunun anlamı bireyin, bu ürünün tüketicisi olamama korkusuyla çalışmaya yönlendirilmesi, hatta normal şartlar altında kabul etmeyeceği iş ve çalışmaları onaylaması, tercih etmesi

108

sonucunu doğurabilmektedir. Dolayısıyla kapitalist üretim sisteminden önceki dönemlerde ihtiyaçları karşılamak için yapılan çalışma kavramı; günümüzde büyük çoğunlukla, artık ihtiyaçmış gibi gösterilen istek ve arzulara ulaşmak için yerine getirilmektedir (Omay, 2009).

Modern zamanda, küreselleşmeyle birlikte ulusların sahip oldukları kültürlerin, egemen kültürün (baskın kültür) etkileyiciliği altında şekillendiği ve dönüşüme uğradığı artık bilinen bir gerçektir. Yani tüm dünya, baskın kültürün en önemli taşıyıcılarından teknokrasi hükümdarlığı altında, benzer beğenileri, zevkleri ve tercih yönelimlerine sahip bir hal kesbetmektedir. Modernleşme vasıtasıyla, küresel ve yerel olan birbirinin zıttı ve dışlayıcısı olmayı bırakarak, tek bir gerçekliğin parçaları haline dönüşmektedir (Yılmaz, 2007: 506). Dolayısıyla tüketim şekli ve miktarı da, ortak kültüre ait bir suni güdüyle ulaşmak istediği hedefleri çizmektedir. Çünkü küresel çatı altında bütünün bir parçası haline gelen tüm toplumların, tüketim istekleri tek bir noktadan belirlenmektedir. Bu da, şüphesiz ki baskın kültürün beğeni ve tercihleri, daha derinde ise bunun planlayıcısı olan kapitalist zihniyettir.

Kapitalizme bir çeşit tepki olarak türeyen modern sosyalist anlayış, kültürel manipülasyonu engellemek için sınırlarını, kapitalist dış dünyaya kapamıştır. Fakat çözüm olmaktan çok, hissedilir bir kıtlığın doğmasına da neden olmuştur. İlk başta, sömürünün her türlüsüne tepki niteliği taşıyan sosyalist düşünce; adaleti, eşitliği, özgürlüğü, içeride serbest bırakılan kültürel değerleri savunurken, bunun kültürel bir hareket olduğu düşüncesini taşıyordu (Schumpeter, 2010: 204-206). Ancak daha sonra anlaşıldı ki; bu, yerel kültürel değerleriyle bile çelişen bir niteliğe sahipti. Bu sebeple de pratikte, duvar örülmesinin getirdiği fayda, zararla kıyaslanabilecek kadar bile insan doğasıyla örtüşmüyordu.

Kapitalist zihniyet, emeğin kültürle manipüle edilmesini kendi ahlaki değerleri ile iç rahatlığıyla bağdaştırmaktadır. Sombart’ın dediği gibi “Modern ekonomi insanı [….] kendini ekonomik mekanizmanın karşı konulmaz akışına kaptırıp bu ritmi izlemek durumundadır aksi takdirde ani bir ahlaki çöküntü yaşaması kaçınılmaz hale gelmektedir.” (Sombart, 2011: 191). Yani modern insanın, gerçek anlamda bir erdemden çok, toplumun belirleyip anlam yüklediği erdemlere uyması, onun vicdanı tarafından daha çok onay görmektedir. Bu sebeple de ekonomik hayatın içerisindeki

109

bireyi, içinde yaşadığı toplumun ahlaki şeklinden ayrı tutarak ele almak mümkün değildir.

İslam, tüm bunlara belirli prensipleriyle karşı çıkar, önlem alır. Zaten O’nun yürüttüğü en önemli görevlerinden biri, problemlere karşı daha onlar ortaya çıkmadan önce önlem almaktır. Bu yönüyle onun paradigmik yapısını oluşturan unsurlar, problem çözücü değil, önleyici niteliktedir. Örneğin; İslam’da gelir dağılımı adaletsizliğinin nasıl önleneceğine dair kesin bir emir ya da yasak yoktur. Çünkü O, kendine ait prensiplerin uygulanması durumunda bu gibi problemlerin ortaya çıkmadan önleneceğini öngörür. Yani problemin doğuşunu sağlayan faktörlerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir ön çözümü kabul eder (Küçükkalay, 2011: 75).

İslam, öncelikle ihtiyaç fazlası olarak oluşturulmak istenen tüketim güdüsünü, “…yiyin, için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez” (Kur’an, 7/31) ayetiyle kökünden keser. Ancak burada ikinci bir çizgi çekip, farklı bir buutla da meseleye yaklaşarak, tüketimi ve harcamayı büsbütün ortadan kaldırmayı istemediğini de açıkça “Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), hem de onu büsbütün açıp saçma (israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.” (Kur’an, 17/29) şeklindeki ayetle ifade eder. İslam, her şeyiyle bir denge sistemidir. O, aşırılıklardan uzak durulmasını istediği gibi; bir şeyin gereğinden eksik yapılmasını da kesinlikle istemez. Bir başka ayette de bu “Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Kur’an, 25/67) şeklinde karşılık bulur.

İslam, temel hükümlerin haricinde ayrıntılarla ilgili çok fazla emir ve yasak koymamıştır. Aslında ilgilendiği tüm şeyler hakkında, bireylere bunu nasıl yapacaklarını tarif etmesi durumunda, bireyin sorumluluklarının artması söz konusu olacaktı. Bu sebeple de net ve kesin olarak emredip yasakladığı temel prensipleri bildirmiş, ayrıntıların şekil ve şartlarını onlara bırakmıştır. Böylece insanın hareket alanını genişleterek onu özgür kılmıştır (Küçükkalay, 2011: 76).

İslam, mikro boyutta gerçekleşen bireysel tüketimden, makro boyuttaki devlet politikalarına kadar tüm alanlarda israfı yasaklamış ve itidalli olunmasını emretmiştir. İslam ekonomisi, bir ihtiyaç ekonomisidir. Tüketim, ancak tekrar üretim için bir araç olabilir, kapitalizmdeki gibi ekonominin ana iticisi haline dönüştürülerek amaç edinilemez. İsrafın önlenmesi de bu bağlamda, ihtiyaç dışı suni isteklerin, zorunlu

110

ihtiyaçmış gibi gösterilmesini önlemede büyük önem taşır. Sonuç olarak da arz, talep ve fiyatlarda bir istikrar oluşur. Buna, Tabakoğlu şu şekilde değinmektedir:

İsrafın giderilmesinin bir kültür olayı olarak algılanarak topluma böyle bir zihniyetin yerleştirilmesi arz ve talep yapılarında istikrar, bu da fiyatlarda bir istikrar meydana getirir. Bunun yanında tüketimdeki aşırılıklar giderildiğinden düşük gelir gruplarını gittikçe daha güç durumlara düşüren ve bütün kesimlerdeki fiyatları yukarıya çeken fiyat helezonu belirmez, sonuçta gelir dağılımındaki adaletsizlik ortaya çıkmaz (Tabakoğlu, 2008: 398).

Başka toplumlara ait zihniyet ve yaşam tarzları içerisinde, İslam’a ait hükümlerin çelişkilere düşülmeden anlaşılması ve yorumlanması mümkün değildir. Bu sebeple, İslam’a ait prensiplerin kendi içerisinde yorumlanarak hayata geçirilmesi gereklidir. Buradan çıkan/çıkarılan kural ve bakış açılarıyla, gerekli görüldüğü takdirde farklı kültürlere ait olgular değerlendirilmelidir. Aksi takdirde Batı’ya ait bilim ve kültür, merkez ve mihrak noktası kabul edilerek yapılan çıkarımlar, İslam’ın doğasına uygun olmayacaktır. Örneğin; bankacılık, borsa, reklam, kadın hakları vb. konularda İslam’ın ilke ve prensipleri Batılı bir paradigma içerisinde yorumlanırsa; ortaya farklı bir toplum ve kültüre ait ihtiyaç ve problemlere çözüm üretilmiş olacaktır. Bu ise İslam’ın ve O’nun ortaya koyduğu, koymak istediği yaşam tarzına ve zihniyete yabancılaşmaktan başka bir şey olmayacaktır (Tabakoğlu, 2008: 45-46).

Sonuç olarak kültür ve tüketim meselesi ve bu bağlamda ele alınabilecek her türlü değerlendirme İslam’a ait olmalıdır. Farklı kültür ve medeniyetlerin zihin yapılarından arı ve temiz olmalıdır. En azından mümkün olduğu kadar öz korunmaya çalışılmalıdır. İslam’a uygun olmayan fiiller, örneğin; İslam’ın gayr-i meşru kabul ettiği faizle sermaye temerküzü, tüketicileri israfa yönlendirerek satışları artırma gibi yöntemler iş ve çalışma hayatının içerisine sokulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki İslam, Batı iktisadi nazariyesi gibi ekonomik unsurlara, bir çıkar meselesi ya da salt manada kâr etme güdüsü içerisinde bakmaz. O, tüm bunları “imtihan sırrı” içerisinde ele alarak onlara bizzat değil, bu sırla ilişkili anlamlar yükleyerek bakar: “Biliniz ki mallarınız da çocuklarınız da ancak birer imtihan vasıtasıdır. Asıl büyük mükafat ise şüphesiz Allah katındadır.” (Kur’an, 8/28, 3/16, 18/7, 45/22, 64/15)

111

Belgede İslam toplumunda emek ve sermaye (sayfa 109-114)