• Sonuç bulunamadı

1.2. Türklerde Devlet Sistemi ve Hükümet Etme Biçimleri

1.2.2. İslamiyet Sonrası Kurulan Devletlerde Devlet Sistemi

1.2.2.1. Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerinde Devlet Yönetimi

Türkler yurt tuttukları topraklarda farklı farklı isimlerde birçok devlet kurmuşlardır. Türklerin hiçbir dönem devletsiz kalmamış olması devletlerde sistemsel ve örgütsel manada bir devamlılık sağlamıştır. Bu bağlamda birbirinden kopuk olmayan bir kültür ve yapı aktarımı olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Türk devletleri içerisinde en önemli ve kudretli devletlerden biri olarak Selçuklu Devleti tarihte büyük bir iz bırakmıştır. Nitekim devlet yönetimine ilişkin kodların inşasında ve aktarımında en önemli duraklardan biri olarak öne çıkmaktadır.

Selçuklular, X. yüzyılda Seyhun ile Hazar Denizinin doğusu ve Aral Gölü arasındaki bölgede yaşayan yirmi dört Oğuz kabilesinden Üç-Ok kolunun Kınık

boyunun bir parçası olarak yaşamakta idiler. X. yüzyılın başında Yabgu ünvanı taşıyan bir hükümdarın yönettiği Oğuz Devletinde soyundan Selçuklu ailesinin gelen Dukak, kuvvetli bir askeri ve siyasal konuma sahiptir. Dukak’ın ölümü ile yerine oğlu Selçuk geçmiştir. Birtakım siyasal çekişmeler ve ekonomik gerekçelerle Selçuk, kabilesi, yakın adamları ve sürüleri ile İslam ülkeleri ile Türk ülkelerinin birleştiği bir uç şehri olan Cend civarına gelerek yerleşmiştir. Burada Selçuklular müstakil bir beylik kurup İslam dinini seçmişlerdir. Selçukluların varlıkları sırasında çevrede ikisi Türk üç büyük Müslüman devlet vardır. Bunlar, Karahanlılar, Gazneliler ve Samanoğulları devletleridir. Bu devirde Abbasi halifeliği artık sadece ismen varlığını sürdürmekte, siyasal iktidar sahibi Bünveyni devletinin (932-1055) iktidar alanı içerisinde yaşamını devam ettirmektedir (Merçil, 2011: 1-3).

Selçuklu devletinin tohumlarının atıldığı Cend şehrinde vefat eden Selçuk’un ardından Arslan “Yabgu” unvanını alarak beyliği yönetmeye başlamıştır. Tuğrul Bey’in Gazneli Devleti’ni hezimete uğrattıkları Dandanakan savaşıyla (1040) Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı olmasına kadar geçen sürede, Tuğrul ve Çağrı Bey’in başta Doğu Anadolu’ya düzenledikleri seferler olmak üzere, birçok başarıyla ön plana çıktıkları görülmektedir. Tuğrul Bey (1040-1063) zamanında sınırlar hızla genişlemiş, bu duruma uygun olarak devletin yönetim teşkilat yapısı şekillendirilmiştir. Bu dönemde Abbasi Halifesi Selçuklu Devleti tarafından himaye altına alınmış ve Türk obalarının Anadolu’ya yerleşmeleri teşvik edilerek bu toprakların Türk yurdu olmasının temelleri atılmıştır. Tuğrul Bey’in 1063’te vefatının ardından kısa bir süre taht kavgası yaşanmış ve 26 Nisan 1964’te Alp Arslan tahta oturmuştur. Malazgirt Meydan Muhaberesi ile Bizans’ın mağlup edilmesi ile Anadolu kapıları Müslüman Türklere kalıcı bir biçimde açılmıştır. 1072’de Alparslan’ın vefatı ile veliaht tayin ettiği Melikşah tahta geçmiştir. Bu dönemde Türkmen reislerden Süleymanşah’ın Anadolu Selçuklu’nun temelini attığı İznik ve çevresindeki kaleleri ele geçirmesi önemli bir dönüm noktası niteliğindedir (Yazıcı, 2006: 206-228).

Melikşah dönemi devletin en güçlü olduğu dönemdir. Bu döneme damga vuran şahsiyet, Alparslan’a da vezirlik yapmış ve o dönemin şartlarını ortaya koymasının yanı sıra devlet yöneticilerine verdiği öğütlerle bugün dahi geçerliliğini koruyan Siyasetname eserini kaleme almış Nizamülmülk’tür. Siyasetnamede de sultan devlet

teşkilatı içerisinde, zamanın diğer büyük devletlerinde de olduğu gibi, en mühim aktör olarak nitelendirmekte ve devlet teşkilatının tümüyle padişah merkezli inşa edilerek sultanla kaim bir sistemin var olduğu görülmektedir (Ertuğrul, 2002: 273- 274). Melikşah döneminde devletin adaletle yönetildiği, hatta hak isteyenlerle sultanın yüz yüze görüşerek hak sahiplerine haklarını verdiği kaleme alınmıştır. Selçuklu Devleti’nin azamet devri, bir ay içerisinde önce Nizamülmülk’ün bir suikast sonucu ölmesi ve ardından yirmi senesi hükümdarlıkla geçen otuz sekiz sene yaşayan Melikşah’ın vefat etmesiyle birlikte sona ermiştir (Reşidü’d-Din Fazlullah, 2011: 123-134).

Melikşah’ın ardından Sultan Berkayuk, Sultan Muhammed Tapar ve Sultan Sencer dönemleri yaşanmıştır. Devletin bu süreçte gerilemeye başlağı ve nihayetinde yaşamının son bulduğu görülmektedir. Bu süreç içerisinde, devletin hanedanın, ortak malı olarak görülmesi iktidar kavgalarını tetiklemiştir. Diğer taraftan Türkmen beyliklerin gulamlık sisteminden duydukları rahatsızlıklar sebebiyle sultana başkaldıranın yanında olmaları, Abbasi halifelerinin, şehzadeleri yetiştiren atabeglerin ve Bâtınilerin devletin zayıf düştüğünü hissettikleri an Selçuklu Devleti’ne yaptıkları müdahaleler gibi nedenler de devletin hızla güç kaybetmesine yol açmıştır. Ayrıca saltanat mücadelelerinin mali sıkıntılar meydana getirmesi, Sultan Sencer’in başkenti Merv şehrine taşıyarak batıyı ihmal etmesi gibi nedenlerle devlet çökmüştür (Meriç, 2011: 110-111).

Devletin idari yapısına bakılacak olursa, Selçuklu Devleti’nin idari yapılanmasının temelinde İslamiyet öncesi dönemde kurulan Türk Devletlerinin doğal bir biçimde teşkil olan kabilelerin (boyların) bir araya getirilmesiyle oluşturulan kendilerine özgü hükmetme ve idari yapılanma anlayışının yatmakta olduğu görülmektedir. Kuruldukları büyük bozkırlar ve üstünde yaşayan sürekli göç halinde yaşayan millet göz önüne alındığında, devletin hanedan üyelerinin ortak malı sayılması ve idari yapılanmanın hakana bağlı olmak koşuluyla doğu-batı ayrımı üzerinden inşa edilmesi rasyoneldir. Ancak temelde idare kolaylığına dayanan bu durum yaşanan herhangi bir iktidar boşluğunda taht kavgalarının yolunu açmaktadır. Bunun yanı sıra devletlerin bir kabileler federasyonu mahiyeti taşıması da devlet yönetiminde iktidarın tesis edilmesinin önündeki mühim engellerden biridir. Selçukluların ilk hükümdarı olan Tuğrul Bey’in özellikle Çağrı Bey ile yaşanan

iktidar mücadelesinde, ürettiği çözümler Oğuzların benimsediği ve boylar çerçevesinde inşa edilmiş töreler yerine, boyları dizginleyerek daha merkezi bir yönetim anlayışına yöneldiğini göstermektedir. Buna rağmen Dandanakan Savaşı sonrası idari taksimatı belirlemek üzere toplanan kurultay kararı ile Çağrı Bey, Musa Yabgu ve Tuğrul Bey arasında topraklar paylaşılarak tesis edilen devletin çok merkezli görünümü ve âdem-i merkezi yapısı 1064 yılına kadar sürmüştür. 1063 ile 1064 yılları arasında Alparsalan’ın verdiği taht mücadelesi sonucu kanlı bir iç savaşla iktidarı elde etmesi ile devlet idaresi Türk töresinin aksine merkezi bir otorite tesis etmiştir. Melikşah’ın neredeyse bütün taht adaylarını bertaraf etmesiyle birlikte merkezileşme daha da kuvvetlenmiştir. Selçuklu Devleti’nin merkezileşmesinde rol oynayan diğer önemli aktörlerden bazıları da kölelikten yetişen Türk emirleri ve İran bürokratlarıdır. Osmanlılar dışında hemen hemen bütün Türk devletlerinde devletin hanedanın ortak malı sayılmasına ilişkin hukuki yapı kabul görmüştür. Bu durum Türk siyasal hukukunun bir devamlılık arz ettiğini göstermesinin yanı sıra bu hukukun hayat bulması sonucu her sultanın ölümü bir taht kavgasına yol açmıştır (Turan, 2003: 305-306; Özgüdenli, 2002).

Devletin sultan ve onun ailesinin ortak malı sayılması, devlet teşkilatı içerisinde sultanı temel karar verici merci haline dönüştürmekte ve tüm idari yapının sultan merkezli ve sultana bağlı bir biçimde inşasını öngörmektedir. Sultanın belirli kaideler çerçevesinde çıkardığı fermanlar hatta sarf ettiği sözcükler kanun niteliği taşımaktadır. İdari yapı böylece şekillense de Selçuklu hükümdarlarının salahiyetleri Sasani, Bizans ve Çin hükümdarları gibi mutlak ve sınırsız değildir. Ancak, Selçuklu sultanının verdği hükümler meliklere emirlere ve beylere göre bir derece üstün addedilirlerdi. Devletin çıkarlarına aykırı olan hususlarda kumandalar tek tek veya grup halinde sultanın verdiği kararlara itiraz edebildiği görülmektedir. Allah’a iman etmeleri, milliyetçi bir şuur taşımaları, insani duyguları ve babalık sıfatı gibi etkenler sayesinde diğer kral ve imparatorlardan farklı olarak sahip oldukları gücü istibdada çevirmedikleri ve demokratik bir zihniyet olarak ifade edebileceğimiz bir yaklaşımla devlet faaliyetlerini yürüttükleri ifade edilebilir. Diğer taraftan sultanın sahip olduğu hâkimiyeti devlet büyüdükçe bizzat kullanması ve devleti idare etmesi zor olacağı için belirli müesseselere ve makamlara yalnızca vekâleten yetkiler veriliyordu. Devletin bugünkü manada hükümet ve meclisin icra ettiği fonksiyonları yürüten,

başında “Sahib-i Divan-ı Saltanat” veya “Hace-i Büzürk” ünvanı taşıyan vezirin bulunduğu “Büyük Divan” veya “Divan-ı Saltanat” şeklinde isimlendirilen bir meclisi mevcuttur. Vezirlerin de sistem içerisinde önemli rol oynadıkları görülmektedir. Söz konusu meclise bağlı bugünkü ifadesi ile merkezi idarenin taşra örgütlenmesi olarak görülebilecek bir teşkilatlanma mevcuttur. Taşra, eyaletlere, bölgelere, şehir ve kasabalara ayrıldığı ve bu birimlerde de merkeze bağlı yetkililerin bulunduğu tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir (Bedirhan ve Atçeken, 2004: 23- 43; Sevim ve Merçil, 1995: 498).

Çetin (2013: 472-473) orta çağa görüşleri ile nüfuz eden en büyük bilim adamlarından biri olan İbni Haldun’un görüşlerinden faydalanarak Selçuklu Devlet teşkilatının nasıl teşekkül ettiğini şöyle açıklamaktadır; “Devlette artık ‘ülüş’e bağlı bir bölüşüm, kabile anlayışına dayalı bir iktidar mekanizması yerine askeri ıktanın kaim olduğu merkezi bir devlet ve “kan bağının” yerini “intisab bağının” aldığı bir yapı almıştır. Bu yapının merkezi kurumlarından birisi ‘ıkta’ diğeri ise ‘gulam’lara dayalı bir sistemin gelişmesi olmuştur”. Selçuklu Devleti’nin yönetim sistemin çerçevesinde yaşamış olduğu bu dönüşüm kendinden sonra, kendi hâkimiyeti altındaki coğrafyalarda ortaya çıkan neredeyse tüm devletleri etkilemiştir. Osmanlı Devleti’nin de Selçuklu Devlet yapısından etkilendiği reddedilemez bir gerçektir. Dolayısıyla İbni Haldun’un ortaya koyduğu nazariye bugünkü devlet yapımızın bugüne kadar geçirmiş olduğu aşamaların bir kısmını oldukça sarih bir biçimde izah ettiği görülmektedir.

Büyük Selçuklu Devleti’nin çökmesini izleyen süreçte önemli roller ifa eden Anadolu Selçuklu Devleti de günümüz toplum ve devlet yapısının şekillenmesinde bir eşik niteliği taşımaktadır. Büyük Selçuklu Devleti’nin Batı’daki bir parçası gibi hareket eden Anadolu Selçuklular zamanla bağımsız bir devlet hüviyetine bürünmüşlerdir. 11. Yüzyıldan itibaren farklı coğrafi kökenlere sahip uygarlıklar olan Bizans ve Selçukluların ortaklaşa kullandıkları coğrafya olmuş ve Batı Doğu ilişkilerinde yeni bir eşik, tarihi bir dönüm noktası oluşturmuşlardır. Anadolu çok farklı kimliklerin bir arada yaşam sürdüğü, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in doğrudan ilişkiye girdiği bir coğrafya olarak, Ortaçağ kozmopolitizmi sayılabilecek bir kültürel yapı ortaya çıkarmıştır. Bu kültürel iklimde pek tabidir ki farklı bir yönetim felsefesinin zamanla kurumsallaştığı görülmektedir (Cogito, 2001: 5-6).

Süleymanşah’ın İznik merkez olmak üzere kurduğu Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1308), Selçuklu Devletleri içerisinde 233 sene sürdüğü hükümle en uzun ömürlü devlet olmuştur. Süleymanşah tarafından kurulan devlet, I. Kılıçarslan (1092- 1107) döneminde I. Haçlı Seferleri ile vuku bulmuş ve İznik’te tutunamayarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. I. Haçlı Seferleri çok büyük zayiata uğramasına rağmen (Bir milyondan fazla askerle anadoluya gelen ordu yaklaşık 300.000 kişi ile Kudüs’e varabilmiştir.) amacına ulaşıp Kudüs’ü almışlardır. Haçlı Seferleri sona erince I. Kılınçarslan başkenti Konya olarak tayin etmiştir. 1107’de Habur ırmağında boğularak vefat eden Kılınçarslan’ın yerine oğlu Melikşah geçmiş (1110-1116) ardından küçük kardeşi Mesud ağabeyini alt ederek tahta oturmuştur (1116-1155). Sultan I. Mesud Anadolu Selçuklu Devleti’ni tekrar güçlendirerek Anadolu’da önemli bir kuvvet haline getirmiştir. Urfa Haçlı Kontluğu’nun İmadeddin Zengi tarafından ortadan kaldırılmasıyla, Papa’nın Haçlı Seferleri çağrısı 1145 sonlarında karşılık bularak II. Haçlı Seferleri başlamıştır. 1147 yılında Haçlılar ile Eskişehir dolaylarında karşı karşıya gelen I. Mesud onları ağır bir yenilgiye uğratmıştır. I. Mesud döneminde Kilikya Ermenilerini, Haçlıları ve Danişmendli’leri yenilgiye uğratarak büyük topraklar elde etmiştir ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni yükselme devri başlamıştır. (Yazıcı, 2006: 278-283).

Sultan I. Mesud’un hayatını kaybetmesi ile birlikte başlayan taht mücadelesi sonucunda sultan olan II. Kılınçarslan (1155-1192), Anadolu’da siyasal birliği temin etmeye yönelmiş ve bu çerçevede özellikle Bizans ordusunu Miryakefelon savaşında (1176) yenerek Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğunu kesinleştirmiştir. II. Kılınçarslan ölmeden önce ülkeyi 11 oğlu arasında paylaştırması, vefatı sonrasında büyük bir siyasal istikrarsızlığı ve taht kavgasını beraberinde getirmiştir. Uzun taht mücadeleleri sonucunda I. Gıyaseddin Keyhüsrev tahtı ele geçirerek Anadolu Selçuklu Devleti’nin yönetiminde yeni uygulamalar ortaya koymuştur. Sultanın tahta oturmasında yardım eden kayınpederi Komenos Manuel Mavrazemos’u Melik ünvanıyla uç bölgesinde görevlendirmiştir. Bu uygulama ile Anadolu’da ilk defa yöneticisi Hristiyan olan Selçuklu Devletine bağlı bir Meliklik ihdas edilmiştir. I. Gıyaseddin büyük oğlu İzzeddin Keykavus’u İran kültürünün merkezi konumunda olan Malatya’ya ve diğer oğlu Alaaddin Keykubad’ı da Türkmenler’in yoğun olarak yaşadığı Kuzey Anadolu’yu da kapsayacak bir biçimde Tokat’a Melik olarak

göndermiştir. Bu hamlelerin yanı sıra İran şahlarının ünvanı olan Keyhüsrev ünvanını kullanarak ve dahi soyu itibariyle Türk olarak Anadolu’daki dini ve etnik zümrelerin hepsini kapsayacak bir emare ile donanmaya ve halkın bu bağlamda hamasi duygularını tatmin etmeye çalışmıştır. Sultan kendi merkezi etrafında tüm dini ve etnik zümreleri kapsayan ve onlara hitap eden Anadolu’da istikrar ve barış düzeni oluşturmaya gayret etmiştir. I. Gıyaseddin’in izlediği bu yol ardından gelen sultanların bazıları tarafından benimsenirken bazıları da siyasal iktidar kavgasının bir yansıması olarak terk edilmiştir. Bu yaklaşım yeni bir yönetim felsefesinin doğmasına ve Anadolu’da kendinden sonra kurulan devletlere miras olarak kalmasına yol açmıştır (Bayram, 2001: 65-67).

Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemi olarak I. Alaaddin Keykubad (1220-1237) dönemidir. Alaaddin Keykubad bir yandan I. Gıyaseddin’in ortaya koyduğu tüm dini ve etnik yapıları kucaklayan devlet anlayışını devam ettirirken, daha sonra devletin yıkılmasına yol açacak olan Moğol istilasını önceden görerek birçok tedbirler almış ve başta Konya, Kayseri, Sivas olmak üzere birçok şehri muhkem surlarla koruma altına almıştır. Bu dönemde birçok cami, medrese, kervansaray, hastane ve kale inşa edilerek geleceğe büyük eserler bırakılmıştır.

I. Alaaddin Keykubad’ın vefatı ile devlet gerileme ve yıkılma safhasına girmiştir. 3 Temmuz 1243 tarihinde yaşanan Kösedağ savaşında Anadolu Selçuklu Devleti Moğol orduları tarafından yenilgiye uğratılmışitır. Ardından Moğollar Anadolu Selçuklu Devleti’ni vergiye bağlamıştır. İlerleyen süreçte Moğollar devlet içerisinde yaşanan taht kavgalarına müdahele etmesi ve nihayetinde kukla sultanları tahta geçirmesiyle, Selçuklu Devleti hızla yıkılmaya doğru ilerlemiştir. Selçuklu Devleti yıkıldığında uçlar ve dağlar tümüyle Türkmenlerin eline geçmiş vaziyettedir. Selçuklu Devleti ve daha sonra 1336’da İlhanlılar hâkimiyeti sona erince, başta uçlarda olmak üzere coğrafyada hızla Türkmen beylikleri kurulmaya başlamıştır. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğuna dönüşecek olan Osmanlı beyliğinin de aralarında bulunduğu bu beylikler Anadolu’nun fethini, Türkleşmesini sağlamış ve böylelikle Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Ayrıca her ne kadar büyük yıkımlara neden olsa da anadolu da Türkmen nüfusunun artmasında ve Türkleşmesinde Moğol istilasının Orta Asya’dan bu coğrafyaya sürdüğü Türkmen obalarının büyük katkısı vardır (Turan, 2003: 294-301).

Anadolu Selçuklu Devleti’nin, erişilen medeniyetin ortaya çıkardığı nimetlerin tüm Anadolu’da eşit bir biçimde sunulması hedeflenerek milletin istifadesinin amaçlanması ve devletin faaliyetlerini bu çerçevede yürütmesi en mühim özelliklerinden biridir. Bütün Selçuklu şehirleri, başkent olarak tayin edilen Konya’da sunulan hizmetlere benzer nitelikte olması bu ifadenin doğruluğunu teyit etmekte olduğu söylenebilir (Köymen, 2002: 637).

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yukarıda bahsettiğimiz devlet yönetimine ilişkin ortaya koyduğu farklılıkların yanı sıra, genel olarak Türk devlet geeneğinde pek karşılaşılmayan bir uygulama daha hayat bulmuştur. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in vefatından sonra geride bıraktığı üç oğlunun saltanatın varisi konumunda olmaları, her ne kadar Sultan içlerinden birini veliaht tayin etmiş olsa da, devlet adamlarının ve çeşitli güç odaklarının devreye girmesiyle taht kavgasını başlatmıştır. Ortaya çıkan devlet yönetimi krizini aşmaya yönelik dönemin ünlü devlet ve bilim adamı Celalettin Karatay her üç şehzadeyi (II. İzzeddin Keykavus, IV. Rükneddin Kılıçarslan ve II. Alâeddin Keykubad) aynı anda sultanlık makamına getirmiş ve üç şehzadenin naibi olarak onlar adına ve hepsinin onayı ile devleti yönetmiştir. Üçlü saltanat devri ismiyle anılan bu uygulama o dönem ülkeyi krizden kurtarabilecek miktarda başarıya da erişmiştir (Bayram, 2002: 173). Bu uygulama dönemin koşulları itibariyle zorunlu olarak tercih edilmiş olduğu görülmektedir. Devlet yönetim yapısında ortaya çıkan bu özgün uygulamalar ve yukarıda zikredilen fikri dönüşümler dışında, devlet yönetim biçimi ve kaideleri Büyük Selçuklu Devleti ile benzeşmekte ve genel olarak Türk yönetim ilkelerine ve geleneklerine bağlı bir görünüm ortaya koymaktadır. Genel olarak Selçuklu Devletleri tarihine ve yönetim yapısına bakıldığında merkezi otoritenin tesisinde Sultan’ın en önemli aktör olarak ön plan çıktığı ve kudretli, bilgili sultanların döneminde ülkenin hızla yol kat ettiği görülmektedir. Bu bağlamda devlet yönetimi yapısında lider etrafında teşkilatlanmış bir hükümet biçiminin var olduğu ileri sürebilir.