• Sonuç bulunamadı

1.2. Türklerde Devlet Sistemi ve Hükümet Etme Biçimleri

1.2.2. İslamiyet Sonrası Kurulan Devletlerde Devlet Sistemi

1.2.2.2. Osmanlı Devletinde Yönetim Yapısı

Türk devletleri içerisinde en uzun yaşam süresi ve siyasal iktidarı altında topladığı coğrafyanın büyüklüğü ile Türk yönetim tarihine ve hüküm sürdüğü coğrafyada kendinden sonra ortaya çıkan devletlerin yönetim sistemlerine bıraktığı

miras Osmanlı Devleti’ni Türk yönetim tarihi içerisinde eşsiz bir konuma taşımıştır. Nitekim dünyanın önemli bir kısmı kendi tarihini yazmak istediğinde Osmanlı Devleti’nden bahsetmeden tarihini kaleme alamaz noktadadır. Şüphesiz diğer Türk devletleri gibi Osmanlı Devleti de Türk yönetim geleneği üzerine kurulmuş ve başta Selçuklu Devletleri olmak üzere birtakım devletlerden derin izler taşımaktadır.

Genel olarak Osmanlı Devlet yönetiminin özelliklerini dile getirmek bu noktada yerinde olacaktır. Osmanlı Devleti’nde Türk devlet geleneklerini devam ettirildiği görülmektedir. Padişahın töreye göre ülkenin sahibi sayılması, keyfi olmamak üzere, nizam, gelenek ve kanunların çerçevesinde tebaasının canı ve malı üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Osmanlı Devleti’nde bir hususta kesin bir karar verilmeden önce, divanda görüşülür ardından son karar hükümdar tarafından verilirdi. Osmanlı hükümdarlarının en kudretli olduğu dönemlerde bile divan kararlarına uyulduğu bilinmektedir. Diğer taraftan padişahların zaman zaman şekli ve miktarı değişmekle birlikte halkla temas ettikleri de görülmektedir. Hükümdarın devlet yönetiminde birinci derecede yardımcıları veziri azam (daha sonra sadrazam) ve diğer vezirlerdir. Fatih Sultan Mehmet Han’a kadar örf (hükümdarların herhangi bir konuda kati olarak beyan ettiği fikir ve kararlar) ile şekillendirilen sistem, Fatih ile birlikte yazılı kanunlar vasıtasıyla biçimlendirilmiştir. Devletin genel kanunları haricinde, her kaza ve sancağın sahip oldukları özelliklere göre kanunlar mevcuttur. İdarede tüm yetki hükümdarın ve onu temsil eden divanın inisiyatifinde toplanmıştır. Bu durum mutlak bir merkezi otoritenin kurulmasını sağlamıştır (Halaçoğlu, 2002: 149-152).

Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmesine rağmen hala varlığını devam ettirdiği 13. yüzyılın ikinci yarısında, ilki 1020’lerde Selçukluların önderliğinde Anadolu’ya göç eden, ikincisi Moğolların 1230’larda Azerbaycan’ı ve ardından Anadolu’yu işgal etmeleri sebebiyle oluşan göçlerle Anadolu’da önemli bir güç elde eden Türkmenler Batı ve Orta Anadolu’da beylikler kurmuşlardır. Kısaca demografik bir devrim olarak nitelendirilebilecek, Anadolu’ya gerçekleştirilen büyük göçler beyliklerin kurulma nedenlerinin ilkini oluştururken, ikinci neden ise Moğol istilası ve hâkimiyeti altında Türk-İslam gaza hareketinin yeniden canlanması olmuştur. Üçüncü neden olarak da, Denizli, Antalya, İzmir civarındaki Ayasoluk ve

Bursa’nın uluslararası bir ticaret merkezi hüviyetine bürünmeleri ile Anadolu’nun dünyaya hitap eden bir ticaret merkezi konumunda olmasıdır (İnalcık, 2015: 3-6).

XIII. yüzyılın sonunda İlhanlılar hâkimiyeti altında Orta Anadolu’da sıkışıp kalan Selçuklu Devleti’ne sözde bağlı Türkmen beylikleri, merkezi otoritesi oldukça zayıflamış olan Bizans sınırları olan Batı Anadolu’da faaliyetlerini rahatça sürdürme imkânına erişmiştir. Zamanla söz konusu coğrafyada bağımsız bir devlet teşekkül edebilecek boyutta teşkilatlanan beylikler ortaya çıkmıştır. İçlerinde eski Selçuklu payitahtını ele geçiren Karamanoğulları, Kütahya merkezli kurulmuş olan Germiyanoğulları, Kastamonu civarında hâkimiyet tesis eden Candaroğulları ilk dönemlerde sivrilenlerdir. Haklarında çok fazla kaynak olmayan Osmanlı Devleti’nin temelini atan Osman Bey, diğer kurucu şahsiyetler ve ahalinin bu bölgede zamanla kuvvetlendiklerini ve güçlenene kadar iyi geçindikleri Bizanslıların hızla topraklarını fethettikleri görülmektedir. 1324’te vefat eden Osman Bey’in ardından Orhan Bey’in 1326’da Bursa’yı ele geçirmesiyle Beyliğin teşekkülü tamamlanmıştır. 1350’li yıllarda Bursa-İznik Merkez olmak üzere batıda Gelibolu ve Trakya doğuda Kastamonu bölgesi, Bolu’dan Ankara’ya uzanan bir coğrafya hâkimiyet alanı içerisindedir. 1362’de Orhan Bey’in vefatı ile tahta geçen I. Murad’ın Anadolu’da ve Balkanlarda gerçekleştirdiği fetih hareketleriyle Osmanlı Beyliği bir devlet haline gelmiş ve merkezi bir yapının temelleri atılmıştır (Emecan, 2002: 15-27).

1365’te devlet merkezi Edirne’ye nakledilmesi, I. Murad’ın önceliğini rumeliye verdiğinin en büyük nişanelerinden birisidir. I. Murad’ın balkanlarda hızla fetihler gerçekleştirmesi 1371 itibarıyla Osmanlı’nın batı tarafından büyük bir tehdit olarak algılanmasına sebep olmuştur. 1389’da Balkan devletlerinin ittifakı ile oluşturulmuş olan Haçlı ordusu ile Kosova’da savaşan I. Murad büyük bir zafer kazanmıştır. Savaş sonrası savaş alanında dolaşırken bir suikast sonucu şehit olan I. Murad’ın ardından Osmanlı tahtına oğlu Yıldırım Bayezid geçmiş ve Balkanlardaki fetihlere devam etmiştir. 1402 yılında Osmanlı Devleti ile Timur Devleti arasında yapılan Ankara Savaşında, Osmanlı Devleti’nin yenilgiye uğraması ile fetret dönemine girilmiştir. Bayezid sonrasında II. Murad dönemine kadar batıdaki ilerleyiş durgunluk göstermiştir (İnbaşı, 2002: 154-156). Osmanlı’nın Timur’a karşı yaşadığı yenilgi Bizans İmparatorluğu’nun 50 yıl daha hayat sürmesini sağlamış ve Anadolu’nun birliğinin bozularak beyliklerin yeniden canlanmasına neden olmuştur.

Çelebi Mehmed Osmanlı’nın yeniden kuruluşunu sağlamış ve ikinci kurucu olarak anılmıştır (Kaya, 1999: 223-224).

Yıldırım Bayezid, devleti güçlü bir imparatorluk haline getirmeye yönelik hızla hareket ederek birçok fetih gerçekleştirmekle birlikte devlette gelişmiş bir maliye sistemi ve merkezi bir hazinenin tesis edilerek ülkenin tümünde merkezin hâkimiyetini kuracak ve yürütecek bir bürokrasiyi de inşa etmiştir. Eyaletlerde sultanın otoritesini kurmasına en çok yardımcı olan aktör bu dönemde hâkim kılınan gulam sistemidir ve bu sistemden yetişenlerin sarayda ve eyaletlerde yetkin görevlere getirilmesi ile merkezi otorite tüm ülke sathına hâkim olmuştur. Nitekim imparatorluğun yeniden kurulmasında en büyük rolü, kapı kulları ve merkezi bürokrasi oynamıştır. Fetret devri sona ererek kalkınma evresine geçilmesi ve devletin doruk noktasına ulaşacağı zamanlara hazırlık oluşturması, II. Murad’ın tahta çıkmasıyla gerçekleştirilmiştir. 1438’de Macaristan’ın bir kısmını, 1439’da Sırbistanı fetheden II. Murad, 1448 yılında Balkanları ve İstanbul’u Osmanlı’dan kurtarmak için son defa harekete geçen haçlıları II. Kosova savaşında bozguna uğratmıştır (İnalcık 1999: 68-70). Sultan II. Murad 1451 senesinde hastalanarak Edirne’de vefat etmiştir. Tahta İstanbul’u fethederek Fatih Sultan Mehmed olarak anılacak Şehzade Mehmed geçmiştir (Abdurrahman Şerif Efendi,: 1995: 102-104).

Fatih Sultan Mehmet hükümdarlığının üçüncü senesinde, Doğu’nun başkenti olarak addedilen İstanbul’u fethetmiştir. Bu vaka dünyada yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Fatih batıda ve doğuda birçok fetih gerçekleştirerek devletin sınırlarını oldukça genişletmiştir. Osmanlı Devletinde merkezi bürokrasiyi ve idari otorite üzerine inşa olan birleştirici bir devleti kâmil manada ilk kuran kişi olarak Fatih, İstanbul’u tam manasıyla devletin merkezi haline getirmiştir. Bunun yanı sıra İstanbul’a ekonomik, bilimsel ve sosyal bir merkez haline dönüştürmüştür. Ayrıca, ekonomik yapıyı hızla genişleyen ülke sınırlarına da uygun olarak iyileştirmiş ve hukukun idari yapısını sağlamlaştırmıştır. Fatih dönemi yenilikler, köklü değişiklikler ve sistemin sağlamlaştırılması çerçevesinde Osmanlı Devleti’ne yeni bir hüviyet kazandırmıştır (Murphey, 1999).

Fatih, devlet yönetimi alanında şahsı tarafından devlet teşkilatı ve teşrifatına yönelik eklenen yeni düzenlemelerle bir kanunname kaleme aldırtmıştır. Bu çerçevede, Ortadoğu devletlerinde görüldüğü gibi, genel siyaset işlerinde vezaret,

maliyeye ilişkin faaliyet alanlarından sorumlu defterdarlık ve kanunun uygulanmasıyla görevli kadıaskerlik kurumlarından oluşan idarenin üç esas kolunda veziriazamın kontrolsüz bir biçimde hâkimiyet kurmasının önüne geçilerek söz konusu kollarda son söz padişaha bırakılmıştır. Fatih, gulam sistemini devlet yapısının temel örgütü konumuna getirmiş, doğrudan kendisine bağlı bu kişilere veziazamlık makamı başta olmak üzere devletin birçok kilit makamında yer vermiştir. Fatih Sultan Mehmed tüm bunları yaparken, Kayı soyunun diğer oğuzlara baş olduğunun kabulü, “gazi” sıfatı kullanılarak İslami kavramlara dayanılması ve nihayetinde Fatih’in İstanbul’un fethi ile evrensel bir imparatorluk olan Roma İmparatorluğunun tek meşru varisi olarak görmesi olarak tasnif edilebilecek üç farklı egemenlik kaynağından güç almakta ve bu kaynaklara atıfta bulunak evrensel imparatorluk iddiasını ortaya koymaktadır (İnalcık, 2015: 110-119).

Fatih’ten sonra tahta çıkan II. Bayezid’in dönemi (1481-1512) daha çok iç meselelerle uğraşılan ve genel itibariyle mevcudun korunduğu bir dönem olmuştur. Bu dönem genel itibariyle barış içerisinde geçmesi, ekonomik gelişmeyi hızlandırmış ve hazinenin güçlenmesine yol açmıştır. Devlet bu dönemde orduyu ve donanmayı güçlendirmiştir. Sonraki dönemlerde elde edilen askeri başarıların temelinin bu dönemde atıldığı söylenebilir (İnan, 2002: 389). II. Bayezid’den sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim (1512-1520) Osmanlı Devleti Şah İsmail’in hükümdarlığındaki Safevi devleti ile savaşmış ve Kuzeydoğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Ardından Memlüklülerle savaşılmış, Suriye, Kudüs fethedilmiştir. 1517’de Tumanbay komutanlığındaki Memlüklü ordusu ile Ridaniye’de savaşılmış ve mağlup edilerek Mısır fethedilmiştir. Yavuz vefat ettiğinde devletin sınırları 1512’de mevcut olan sınırların üç katı büyüklüğünde olduğu görülmektedir Yavuz Sultan Selim’in elde ettiği başarılar Sultan Süleyman’ın devleti zirveye çıkarmasına zemin hazırlamıştır (Ercan, 2002).

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi ile birlikte hilafetin resmen Osmanlı padişahına geçtiğine dair kaynaklarda bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla birlikte burada önemli olan şey, halife unvanını kullanmak olmayıp (13. Yüzyıldan itibaren hemen hemen tüm Müslüman devletlerin hükümdarları bu sıfatı kullanıyorlardı) hadimü’l Harameyni’ş şerifeyn unvanı ile birlikte Mısır Memlük sultanlarının İslam

dünyasındaki yerini alarak Osmanlı sultanını uç gazi hükümdarı olmaktan fiilen hilafetin sahibi ve koruyucusu konumuna yükselmesidir (İnalcık, 2011a: 47).

Yavuz’un vefatı ile tahta geçen Kanuni Sultan Süleyman dönemi (1520-1566), Osmanlı’nın zirveye ulaştığı, birçok fetihle sınırlarını genişlettiği dönemdir. Bu dönemde, Belgrad 1521’de ve Rodos 1522’de fethedilmiş, 1526’da Mohaç savaşı ile Macaristan Osmanlı’nın vasalı haline getirilmiştir. 1534’te Tebriz ve Bağdat’ın fethi, 1538’de Preveze zaferi, gibi birçok başarı elde edilmiştir (Quataert, 2004: 19; Şimşirgil, 1999: 359-362). Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığı Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatı ile Osmanlı’da başta ekonominin ve buna bağlı olarak sosyal dönüşümün negatif yönlü olması devlet yönetiminin giderek bozulmasına yol açmıştır. 16. yüzyılın sonları itibariyle devlet sisteminde, oldukça farklı sebeplerle, birtakım sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Zaman ilerledikçe ortaya çıkan sorunlara bir çözüm bulunamadığı gibi sosyal yapıda da ciddi çözülmeler baş göstermiştir. Osmanlı’da orta sınıf Müslümanları tanımlayan ve 18. ve 19. yüzyılda sürekli anlamı değişen “ayan”ların, bürokratik düzen ile yaşadıkları çatışmalar ile 18. yüzyılın tümü ve 19. yüzyılın başlarında yaşanan iç dönüşümün dinamosu konumundadırlar (Karpat, 2010: 18-19).

Osmanlı Devleti’nin parlak dönemini yaşadığı ve genellikle zaman seyrinin hep yükselişle ilerlediği 1300-1600 yılları arası genel itibariyle klasik dönem olarak adlandırılmaktadır. 1600’lü yılların hemen öncesine denk gelen III. Murat’ın tahta geçmesiyle birlikte başlayan dönem genellikle kurumların ve idari yapının bozulduğu ve bir daha da düzelmenin sağlanamadığı devlet yönetiminde kaosun ve büyük problemlerin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Daha Sokullu döneminde başlayan İran savaşlarının yıllarca sürmesi ardından 1593 yılında Avusturya ile savaşların başlaması Osmanlı devletinin mali düzenin çok ciddi biçimde bozulmasına ve hazinenin iflasın eşiğine gelmesine yol açmıştır. Bu durum Osmanlı sosyal düzenini derin bir biçimde sarsmıştır. Devletin yönetim yapısında baş gösteren krizlere çözüm bulabilmek ve sistemi ıslah edebilmek için 16. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Osmanlı siyaset ve teşkilatlanmasında görülen köklü değişikliklerin olumsuz sonuçlar doğurması dönemin aydınları ve idarecilerinin çözüm arayışlarına girmesine ve bu bağlamda risale tarzında eserler üretmesine yol açmıştır. Bu risalelerin üzerinde hemfikir oldukları husus Osmanlı

kurumlarının bozulmuş olmasıdır. Baş gösteren bu bozulmaya ilişkin tavsiye ettikleri çözüm ise devletin en güçlü olduğu Fatih, Yavuz ve Kanuni devirlerini model alınarak devletin yeniden ihya edilmesidir (İpşirli, 1997: 221-223).

Devlette baş gösteren bozuklukların ıslahı için kaleme alınan risalelerden en meşhurlarından biri olan, 17. Yüzyılda Koçi Bey tarafından kaleme alınan risalelerdir. Bu risalelerden biri IV. Murat’a, biri Sultan İbrahim’e sunulmuştur. Söz konusu risalelerde devletin Sultan Süleyman’ın padişahlığı döneminde en güçlü olduğunu dile getirmekle birlikte, bozulmalarında bu dönemde başladığını ancak belirtilerinin henüz ortaya çıktığını ifade etmektedir. Koçi Bey, Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapılan ve devletin bozulmasına sebep olan hususları beş hayati maddede toplamaktadır. Bunlar (Koçi Bey, 2007: 79-82):

 Padişahın bizzat divanda bulunmayı kaldırması ile kendi otoritesini temsil edenleri tanımamaya başlamasıdır.

 Padişahın devlette yükselme teamüllerine aykırı olarak kullarından silahdarı olan İbrahim Paşa’yı veziriazam yapmasıdır.

 Padişahın kızı Mihrimah Sultanı, Rüstem Paşa ile evlendirmesi ve ardından veziri azam olarak atamasıdır. (Rüstem Paşa’ya oldukça fazla miri arazilerden mülk vermiştir ki, verilenlerin bir padişaha hazine olmaya yeteceği ifade edilir.)

 Geliri doğrudan hazineye kalan araziler olan mukataalar, Rüstem Paşa’nın yönlendirmesiyle İslam şeriatına aykırı olarak iltizama verilmesidir. (İltizamı “namuslu eminler kabul etmedikleri için namussuz ve sapkın Yahudi eminler” almışlar ve bu fasıklar köylerin harap olmasına ve parçalanmasına sebep olmuşlardır.)

 Padişahın hazinenin zenginliğinin de verdiği rahatlıkla ziynet, şatafat ve gösterişi arttırması ve vezirlerin de ona uyarak çok fazla lüks harcamalara yönelmesidir. (Bu durum zamanla halka da sirayet etmiştir. Halkta ziynet ve şöhret arayışına yönelmiştir. Zamanla bürokratlar ve kul taifesinin kazancı, bu şatafatı temin etmeye yetmemesi ile birlikte bu şahısların zulüm ve tecavüze yönelmesi toplumdaki çözülmeyi hızlandırmıştır. )

Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığı döneminde ve sonrasında kaleme alınan risaleler ve layihalarda en çok vurgulanan hususların başında padişahın otoritesi ve bu otoritenin uygulamalara nasıl yansıdığıdır. Zira devlet geleneğinin en temel aktörü hükümdardır ve hükümdarların sahip olduğu kudret bu çerçevede odaklanılan en kritik argümandır. Otoritenin tam olarak hissedilmediği yerlerde siyasal meşruiyetin kısa süre içerisinde tartışma konusu haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu tartışma da padişahın sahip olduğu otoritenin daha da zayıflamasına ve nihayetinde istikrarsızlığa yol açması kaçınılmazdır. Devlet geleneğimizde siyaset, hükümdarın otoritesini tesis etme, koruma ve kuvvetlendirme yollarını bilmesi ve bu yolları kullanırken toplumda mevcut sosyal ve kültürel başta olmak üzere dengeleri gözeterek eylemlerini icra etmesidir. Kanuni’nin son dönemlerinden itibaren baş gösteren yolsuzlukların sosyal düzeni tehdit etmesi sebebiyle, Sultan bazı adaletnameler yayınlamak zorunda kalmıştır. Yönetimdeki nizamın kaybolmasında rol oynayan bir diğer hususta padişahın sağlığında divandan el çekerek otoritesini ve yetkilerini veziri azama devretmesidir. Bu durum İslam siyaset kitapları tarafından tasvip edilmeyen bir uygulama ve yönetim alanına sokulmuş bir bid’at olarak görülmektedir (Çiçek, 1998: 34-35).

Eski Türk ve başlangıçtan itibaren İslam geleneğinde hâkim olan hukuka bağlılık bilincinin devlette kurumsallaşarak devlet yönetimine girmesi Osmanlı Devleti’nde tedricen oluşan Şeyhulislamlık makamı ile tesis edilmiştir. Osmanlı’da II. Murad Han zamanında müft-i enam ismiyle birlikte sistem içerisinde yer almaya başlamış, Fatih döneminde olgunlaşarak sistemin günümüz işleyişinden farklı olmakla birlikte bir hukuk devleti hüviyetine bürünmesini sağlamıştır. Padişah, veziri azam ve şeyhülislam makamlarının karşılıklı ilişkileri ve sistem içerisindeki konumlar özellikle Fatih ve Kanuni arasındaki dönem dikkate alındığında hukukun üstünlüğü ilkesini en üst seviyede kurumsallaştırdıkları görülmektedir (Köseoğlu, 1997: 246-252). Şeyhülislam denetimlerini gerçekleştirirken Osmanlı padişahlarının kararlarının ve uygulamalarının şer’i hükümlere uygunluğuna bakmaktadır. Nitekim Osmanlı padişahlarının kararları ve eylemlerinin nihai meşruiyet kaynağının şeriat olması durumu Şeyhülislam makamını oldukça güçlendirmekte ve padişahları İslam dairesi içerisinde kalmaya zorlamaktadır. Şer’i hükümlerin Avrupa’nın ancak Fransız İhtilali ile öğrendiği eşitlik, suç ve cezaların kişiselliği, hayat ve kişilik haklarının

muhafaza edilmesi, seyahat hürriyeti, özel mülkiyet hakkı, konut dokunulmazlığı, inanç ve ibadet özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti gibi temel hakların kavram ve uygulama olarak kapsadığı bilinmektedir. Bu bağlamda Osmanlı Devleti yönetiminin bir hukuki denetime tabi olduğu görülmektedir (Cin ve Akyılmaz, 1995: 176-178).

17. ve 18. yüzyılda Osmanlı devlet düzenin bir kurumsal yozlaşma yaşadığı görülmektedir. Bu yüzyıllarda vuku bulan savaşlar, Osmanlı devletinin özellikle 16. yüzyılda sahip olduğu ileri askeri teknoloji üretme ve kullanma anlayışını devam ettirememesi nedeniyle genellikle mağlubiyet yaşanmasına yol açmıştır. Devlet yönetimin de rol alanların liyakat sahibi kişiler olmaması ve oldukça sık değişmeleri, yöneticilerde bireysel geelcek kaygılarının ön plana çıkması, yönetenlerin yönetilenlere yabancılaşması ve sorunlarına çözüm üretmede gevşek davranılması devlet yönetiminde aşikar olan sorunlar olarak sıralanabilir. Bunların yanı sıra devletin mali kaynaklarına ilişkin disiplinin bozulması, devlet görevlilerinin topluma karşı olumsuz davranışlarda bulunması gibi kaynakları oldukça farklı birçok sorun sebebiyle devlet yönetimi sistem olarak disiplinini kaybetmiş ve çizgisini zamanla daha çok yitirmiştir. Bu noktada devletin üst kademe yöneticileri ve bürokrasi başta olmak üzere eğitim ve bilim kurumlarının gerilemesi, vakıf kurumunun dejenerasyonu, esnaf örgütlenmesinde bozulma, taşra yönetim yapısında baş gösteren sıkıntılar devlet yönetiminin bozulmasında büyük rol oynamıştır (Oğuzoğlu, 2000: 61-75).

Osmanlı Devleti’nin söz konusu birçok soruna yol açan idari örgütlenmesi Türk Devlet geleneklerinin yanı sıra başka kaynaklardan da beslendiği görülmektedir. Osmanlı Devleti Bizans İmparatorluğu’nun belirli idari modellerinden etkilendiği ve kendi yönetim sistemi içerisinde bu modellere yer verdiği görülmektedir. Devlet yönetimin şekillenmesinde önemli bir yeri olan toprak mülkiyeti biçimlerinde Bizans’ın uygulamalarından etkilenmiştir. Diğer taraftan Bizans’ın ruhani-dünyevi hükümdarlık (caesaropapacy) ayrımı anlayışının iz düşümlerine Osmanlı’da da rastlanmaktadır. Osmanlı’da Bizans da olduğu gibi devletin din adamlarını kontrol altında tuttuğu bir sistemi uygulamıştır. Sistemin işleyişinde ise, Osmanlı padişahları tarafından atanan Kadılar, tıpkı bizanstaki halefleri gibi, din kurumu ile ilişkisi olanlar üzerinde doğrudan denetim uygulayarak, devletin din adamları ve kurumları üzerinde denetimini gerçekleştiriyordu. Osmanlı

devleti Bizans’ın basit bir taklitçisi olmayıp, Orta-Asya’dan beri benimsenen Oğuz töresi ve İslam’ın benimsenmesi ile içselleştirilen değerler ve kurumların bir sentezidir. Bu bağlamda Osmanlı devlet yönetiminde tüm bu kaynaklardan iz bulmak mümkündür (Quataert, 2004: 29-30).

1.2.3. Türk Devletlerinin Yönetim Anlayışlarının Genel