• Sonuç bulunamadı

II. Meşrutiyet’in ilanında başat rol üstlenen Jön Türkler ve onların kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı’da mevcut sisteme direnen ilk siyasal örgüt değillerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarihi kökleri Yeni Osmanlı hareketine dayanmaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Yeni Osmanlılar’ın amaçlarının birbiriyle örtüşmesiyle birlikte İttihat ve Terakki, Yeni Osmanlılar hareketinde yer almış kişilerden de yararlanmıştır. İttihat ve Terakki Mayıs 1889 yılında kurulmuştur (Mardin, 2008: 33-76). İttihat ve Terakki cemiyetini oluşturan Jön Türkler’in büyük bir kısmı, toplumsal değişiklik oluşturmayı istemeyen tutucu bir güruhtan oluşmaktadır. Genel olarak bakıldığında, Jön Türkler, Yeni Osmanlılar’ın ortaya koyduğu çözüm önerilerinden başka bir yol bulamamış ve anayasal düzenin inşa edilerek parlamenter sistemin tekrar tesis edilmesi gerektiği düşüncesi temel hareket noktaları olmuştur (Zürcher, 2005: 141). Dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin de izlediği yol devrimci olarak nitelendirilemeyecek, meşruti bir hükümet kurarak Padişah’ın mevcut yetkilerini azaltmak ve azınlıkları kanunlar önünde eşitlik hakkı verilerek, bu kesimin isteklerini gerçekleştirmekti. Ancak Jön Türkler ile Yeni Osmanlılar arasında göz ardı edilemeyecek birtakım farklılıklarında olduğu belirtilmelidir (Ahmad, 1999: 32-34). İttihat ve Terakki Cemiyeti örgütlenmesi ast- üst ilişkisi içerisinde bir hiyerarşik yapı şeklinde değildir. Cemiyetin içerisinde bir

liderlik mekanizması bulunmamakla birlikte kararlar genel kurul tarafından seçilen merkez komitesi tarafından alınmaktadır. Bu bağlamda İttihat ve Terakki Cemiyeti bir “liderler partisi” olarak görülmektedir. Çerçevesi iyi belirlenmiş net bir ideolojinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Amaçları, çok dinli ve uluslu yapının barış içerisinde yaşamasını sağlayarak imparatorluğu kurtarmak için reformlar yapmaktır (Ahmad, 2014: 54).

Meşruiyetin, Makedonya’da bulunan gayri nizami harp tekniklerine vakıf subayların bir telgraf aracılığıyla verdikleri ültimatom üzere (Berkes, 2011: 401), 23/24 Temmuz 1908’de yeniden ilan edilmesiyle birlikte yönetim sistemi içerisindeki birçok unsur karar veremez insiyatif alamaz duruma düşmüştür (Ahmad, 1999: 31-32; Berkes, 2011: 402). Dolayısıyla, 1908 itibariyle siyasal öncelik yeni bir toplumsal sınıfın eline geçmiş ve Osmanlı tarihinde yeni bir dönem başlamıştır (Ahmad, 2014: 49). Bu bağlamda gerekli olan otorite ve saygınlığa sahip en güçlü unsur olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti öne çıkmıştır. Zira anayasanın yeniden ilan edilmesinde başat rolü de bu güruh üstlenmiştir. Kısa sürede bürokrasi içerisinde yer alan şahıslar bağlamında radikal değişimlerin gerçekleştirilmesi sağlanarak güçleri hem daha çok artırılmış hem de garanti altına alınmıştır (Ahmad, 1999: 32). Özellikle taşrada olmak üzere devleti bütününde yaşanan gelişmeler sonucunda ilk kez Türk halkı içerisinde ve bizzat halkın inisiyatifi çerçevesinde yerel siyasal toplumsallaşma biçimleri doğmuştur. Bazı yerlerde halk meclisleri kurulmuştur. Bu hareket daha sonraları hem ulusal hem yerel siyasal parti örgütlenmelerine dönüşmüştür (Berkes, 2011: 402). Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti Rumeli’de genel itibariyle sağlam örgütlenmiş olmasına karşın, bu alanın dışındaki yerlerde ise örgütlenme yoğunlukla 1908’den sonra alelacele gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde cemiyetin temel niteliklerine haiz olmayan fırsatçı niteliğinde, “ittihatçıyım” diyen herkes bu oluşumlarda rol almış, mebus adayları da bu kişiler arasından çıkarılmıştır (Akşin, 2006b: 28).

31 Mart vakası (miladi takvim ile 13 Nisan 1909) olarak bilinen başarısız bir hükümet darbesi sonucunda, İttihat ve Terakki tarafından bu darbenin nedeni olarak görülen II. Abdülhamit 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmiş ve muhalefete yönelik baskıcı ve otoriter bir tutum sergilenmiştir (Tunçay, 2000: 31-32; Tekin ve Okutan, 2012: 56). Bu tarihten sonra Osmanlı siyasal sisteminde Padişahın etkisi önemli

düzeyde azalmıştır. Bu durum meşruti monarşinin hayata geçirilmesinde önemli bir dönüm noktasıdır (Gözler, 2016: 126).

Ağustos 1909 yılında nihayete erdirilen Kanun-i Esasiyenin değiştirilmesi sürecinde kabine sisteminin kabulü, padişahın mevcut yetkilerinin kısıtlanması, parlamentonun denetleme ve yasama gücünün genişletilmesi hususları düzenlenmiş ve kabinenin parlamento karşısında sorumluluğu, parlamentonun üstün egemenliği tesis edilmiştir. Basın-yayın haklarının genişletilmesi çerçevesinde değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Anayasa, yaşanan bu büyük değişiklikle geçmişe nazaran demokratikleştirilmiştir (Berkes, 2011: 433; Akşin, 2006b: 32; Eraslan ve Olgun, 2006: 94-97, 145; Zürcher, 2011: 154-155). Bu değişimlerin yanı sıra, 1909’da anayasa maddelerinde gerçekleştirilen değişiklikler yürütme ile ilgili Sadrazamın Padişah tarafından atanmasını, Sadrazamın da diğer vekilleri (bakanlar) atamasını, Meclis-i Umumi’nin Heyeti Vükelayı güvensizlik oyu ile düşürebilmesi gibi değişiklikleri öngörmüştür. Bu değişim sürecinde toplam 21 maddede değişiklik yapılmıştır. (Gözler, 2016: 126-127). Anayasada gerçekleştirilen bu düzenlemeler ile Osmanlı Türk anayasal süreci klasik parlamentarizme en yakın forma erişmiştir. Bu çerçevede Padişahın neredeyse tüm yetkileri elinden alınmış ve yürütmenin sorumsuz sembolik yetkilisi haline dönüştürülmüştür. Yürütme konusunda tüm yetki ve sorumluluk hükümete verilmiştir (Tekin ve Okutan, 2012: 56). Diğer taraftan, devletin güçlü organı, Padişahtan izin almadan kanun yapma yetkisini elde eden parlamento haline gelmiştir (Karatepe, 1993: 121). Bu model teorik olarak olumlu görünmekle birlikte uygulamada istikrarsız yönetimlerin sebep olduğu kaotik bir sürecin doğmasına sebep olmuştur (Tekin, 2015: 107). II. Meşrutiyetin hükümet sistemleri bağlamında önemli bir dönüm noktası olduğunu, dile getirilen bu gelişmeler göstermektedir. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar hükümet sistemi modeli olarak parlamenter sistemi seçmesinde en kritik aşamalardan biri olarak değerlendirilebilir.

1908-1912 yılları arasında Meclis-i Mebusan döneminde ilk defa millet egemenliğinin tezahür ettiği dile getirilebilir. Bu dönemde elde edilen kazanımlar ve tecrübeler Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulması ve sistem inşa etmesinde çok önemli rol oynamıştır (Eraslan ve Olgun, 2006: 101). Ancak bu meclis döneminin kapanmasını izleyen dönemde yine ilk olmakla birlikte bugüne kadar benzer

uygulamalarında öncüsü olarak demokratik hayatın aksamasında büyük rol oynayan siyasal iktidarın silah zoruyla görevden alınması olayı vuku bulmuştur. 23 Ocak 1913’te İttihat ve Terakkinin asker olan lider kadrosu tarafından organize edilen Bab- ı Ali baskını, devlet görevlilerinin hayatını kaybetmesi ve mevcut hükümetin zorla düşürülmesiyle sonuçlanmıştır. Yerine kurulan kabine İttihat ve Terakki’nin denetleme iktidarı olarak isimlendirilmektedir (Tekin ve Okutan, 2012: 55-56; Zürcher, 2011: 165). Türk siyasal hayatının en önemli kırılma noktalarını ve hükümet sistemi bağlamında yeni şekillendirmelerin ortaya çıkmasını darbelerin oluşturması, ilk darbeye değinmeyi gerekli kılmaktadır.

II. Meşrutiyet ile tarih boyunca ilk defa Sarayın sahip olduğu gücü dengeleyebilecek bir karşı güç ortaya çıkmıştır. Bu karşı gücü yönetici sınıfının (memur-subay) mektepli olan kısmı ordudaki ağırlığı sebebiyle 1913’e kadar kendi hükümetlerini oluşturamamaları sebebiyle kısmen iktidar sahibidiyler. 1908-1913 döneminde bu yönetici sınıfın üyesi olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti hükümetlere birkaç üyelerini sokarak iktidarları denetlemeye ve yönlendirmeye çalışmışlardır. 1913’te vuku bulan Mahmut Şevket Paşa suikastinden sonra iktidarı tümüyle ele geçirebilmişlerdir (Akşin, 2006a: 13). İttihat ve Terakki’nin iktidarın en önemli aktörü olması mevcut anayasal düzenlemelerin uygulanmasında en büyük rolün ona yüklenmesini doğurmaktadır. Bu bağlamda İttihat ve Terakki’nin otoriter tutumu sebebiyle anayasa hükümlerinden beklenen sonucun alınamadığı görülmektedir (Tekin ve Okutan, 2012: 56). Diğer bir ifade ile rejim, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne dönüşmüştür (Gözler, 2016: 127).

II. Meşruiyet’in doğurduğu sonuçlara bakıldığında üç unsurun ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki, hükümdar, saray, bürokrasi ve din kurumları dışında ortaya ilk kez çıkan siyasal parti olgusudur. İkincisi, bu yeni dönemin meydan getirdiği toplumsal değişim ile koordineli olarak Türk ulusu anlayışının doğuşudur. Üçüncüsü ise, genç subaylarda padişah-halife bağlılığının yerine Türk halkına bağlılık anlayışının yayılmasıdır (Berkes, 2011: 393). Yeni Osmanlılar’ın ve Jön Türklerin uzun yıllar verdikleri mücadelelerle ortaya çıkmayan Türk halkı arasında ulusal birlik olma bilincinin ipuçları II. Meşrutiyet’ten kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. (Berkes, 2011: 405).

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 31 Mart Vakası, askeri bir darbe, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı, I. Dünya Savaşı İttihat ve Terakkinin faaliyetlerini yürüttüğü 1908-1918 tarihleri arasında gerçekleşmiştir (Tekin ve Okutan, 2012: 62). 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesini izleyen yıllarda savaşı kazanan devletleri işgal ettikleri yerlerden çıkarmaya yönelik Anadoluda çalışmalar yürütülmüştür. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali sonucunda son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 18 Mart 1920’de toplanmıştır. 23 Nisan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi kurulmuştur ve 9 ay sonra 21 Anayasası olarak bilinen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu bu meclis tarafından kabul edilmiştir. Bu anayasada en dikkat çekici yenilik milli egemenlik ilkesidir (Gözler, 2016: 128-129; Özbudun, 2005: 28).

2.6. 1920 Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluşu ve Teşkilat-ı Esasiye

1920’de İstanbul’un işgal altında olması sebebiyle devletin yürütme mekanizmasının aksaması, Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasıyla birlikte yürütme organının ihdas edilmesi gerekliliğini doğurmuştur. Bu çerçevede Ankara Mebusu Mustafa Kemal Paşa meclise bu hususa ilişkin bir takrir vermiştir. Bu takrirde Büyük Millet Meclisinin yapacağı kanunlara bağlı meclis hükümeti biçiminde bir merkezi yönetim biriminin kurulması gerektiğini ve “Heyet-i İcraiye” olarak isimlendirilen, üyelerini ise “vekil” olarak adlandırılan bu hükümete aynı zamanda Meclis Reisi olan İcra Heyeti Reisinin başkanlık edeceğini ifade etmektedir. Mecliste hükümetin yapısına ve ismine yönelik çeşitli fikirler dile getirilmiştir. 1 Mayıs 1920’de hükümete ilişkin sunulan 5 maddelik tasarı uzun tartışmalar sonuncunda kabul edilmiş ve derhal uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda 11 kişilik İcra Vekilleri Heyeti seçilmiştir (Tunaya, 2016b: 63-68). Bu yasanın iki önemli özelliği ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki, “Muvakkat İcra Encümeni” ismindeki 25 Nisan 1920’de tesis edilen geçici yürütme kurulu son bulmakta ve yürütme organı olarak “İcra Vekilleri Heyeti”ne hukuki ve kalıcı bir statü kazandırılmaktadır. İkincisi ise, bu yasa ile meclis hükümeti sisteminin ve kuvvetler birliği ilkesinin benimsendiği net bir biçimde ortaya konmuştur (Tanör, 2016: 236-237). Meclis hükümeti sisteminin ilk örneği Fransız İhtilali’nin “La Convention Nationale” döneminde yaşanmıştır. Bu nedenle de “konvansiyonel sistem” adıyla da isimlendirilen bu sistemde yasama ve

yürütme, bazen de yargılama yetkileri bir mecliste toplanır (Soysal ve Sağlam, 1983: 22-23). Meclis hükümeti sistemi Fransa’da (1792-1795) meclis tahakkümüne ve teröre, Polonya, Avusturya, Litvanya, Letonya, Estonya gibi ülkelerde hükümet istikrarsızlıklarına ve diktatörlüklere yol açmıştır. Türkiye’de ise bu sistem ile olabildiğince demokrasi çerçevesinde kalınarak toplumda birliğin sağlanması ve bu birliktelikle ulusal bağımsızlığa ulaşabilmiş olması, sistemin o dönem için başarılı olduğu yargısına varmamızı sağlamaktadır (Tanör, 2016: 269).

Mayıs 1920’de çıkarılan yasa gereğince İcra Vekilleri Heyeti’nin her üyesi Meclis içinden ve meclisin salt çoğunluğu tarafından ayrı ayrı seçilmektedir. Vekiller arasında ortaya çıkabilecek herhangi bir anlaşmazlığı çözmek Meclisin görevi olarak belirlenmiştir. Meclis her zaman bakanları değiştirme salahiyetine sahiptir. Vekillerden oluşan bu hükümet, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti”, Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan düzenli ordu ise, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti Ordusu” olarak adlandırılmaktaydılar. Hükümete Meclis’i “fesih” ve ya “meclis seçiminin yenilenmesini isteme” gibi yetkileri verilmemiştir. Bu sistemin önemli bir diğer özelliği de bir devlet başkanı kurumunu ihdas etmemiş olmasıdır. Zaman içerisinde uygulanan bu sistemin yürütme işlerinin vekiller arasındaki uyumlu çalışmanın tesis edilememesi sebebiyle güçlükler doğurduğu görülmüş ve 4 Kasım 1920’de çıkarılan bir kanunla, meclisce yapılacak vekil seçiminde adayların meclis başkanınca belirlenmesi kabul edilmiştir. Meclis Başkanı bu sıfatı ve yetkisiyle İcra Vekilleri Heyeti’nin de başı durumunda olması, Mustafa Kemal’in bu makamın gücüyle Anadolu hareketini yönlendirebilmesine imkân vermiştir. İlerleyen süreçte, meclis kendi adına yürütme görevini icra edecek olan icra vekillerini doğrudan doğruya seçmek isteyince, 8 Temmuz 1922’de çıkarılan bir yasa ile eski usule dönülmüştür (Soysal ve Sağlam, 1983: 23). Bu yasal değişiklikle oluşan durumda dikkat çekilmesi gereken bir hususta Meclis’in bir kişiyi icra vekilleri heyeti başkanı olarak seçeceği hükmü uyarınca adı konmamış bir ‘başbakanlık’ kurumunun oluşturulmasıdır (Erdoğan, 2011: 153). Bu durum ise yürütmeye ilişkin işlerin ahenk içerisinde görülmesini aksatması sebebiyle Mustafa Kemal’in “meclis hükümeti” sistemine başta olduğunun aksine, olumsuz bakmasına neden olmuştur. Özellikle Lozan görüşmeleri sırasında ve sonrasında, meclis karşısında daha serbest bir bakanlar kurulu kurma isteğinde olmuş, parlamenter sisteme geçmeye yönelik çalışmalar

yürütmüştür (Soysal ve Sağlam, 1983: 23; Gözübüyük, 2013: 126). Atatürk’ün Meclis hükümeti sistemini savunmasında temel gayenin yeni Devletin güçlendirilmesi olduğu görülmektedir. Diğer taraftan güçler birliği ve meclisin üstünlüğü ilkelerinin monarşiden cumhuriyete geçişin anahtarı olarak gördüğü ileri sürülmektedir (Gözübüyük, 2013: 126).

Büyük Millet Meclisi 20.01.1921 tarihinde “1921 Anayasası” olarak anılan Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul etmiştir. Bu anayasa 24 maddeden oluşmaktadır. Anayasanın bu kadar kısa olması dönemin koşulları gereğince doğal karşılanmaktadır. Zira bu anayasa olağanüstü bir dönemin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ve geçici olarak meydana gelen kısmi iktidar boşluğunu ortadan kaldırmaya yönelik hazırlanmıştır. 1921 Anayasası hükümet biçimi olarak Büyük Millet Meclisi’nin de uyguladığı gibi meclis hükümeti sistemini kabul etmiştir (Erdoğan, 2009: 66-67). 1921 Anayasası’nın sahip olduğu tüm özellikler göstermektedir ki yabancı bir modelden kopyalanmamıştır. Ve bu özelliği ile özgün bir anayasa olarak kendinden önce ve sonra yapılan tüm anayasalardan ayrılmaktadır (Karpat, 2013b: 23). Aynı zamanda bu anayasa ile Osmanlı devlet sisteminden farklı ve özgün bir devlet sistemi öngörülmüştür. Diğer bir ifade ile bu anayasa, Osmanlı devleti sisteminden kopuşun resmi bir göstergesi niteliğindedir (Soysal ve Sağlam, 1983: 22).

1921 Anayasası, birçok farklı görüşün yer aldığı mecliste ve olağanüstü koşulların hâkim olduğu bir geçiş dönemde asgari müşterekleri belirlemekle sınırlandırılmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple kanun gerçek bir anayasa sistematiğine sahip değildir. Temel hak ve hürriyetler ve yargıya ilişkin konuları düzenleme konusu yapmamış ve geçiş dönemin ihtiyaçlarına cevap vermeye odaklanmıştır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki 1921 Anayasası ve milli mücadele döneminde yargı yetkisinin de meclise ait olduğuna dair görüş hâkimdir. Bu anayasa çok kısa olmasına rağmen cumhuriyet anayasacılığını etkilemiştir. Zira kuvvetler birliği ve meclis hükümeti anlayışı 1960’lara kadar etkisini sürdürmüştür. Bu anayasa, üçüncü maddesi “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” ile yeni bir devletin ortaya çıktığını ilan etmiş ve böylece Osmanlı İmparatorluğu fiilen son bulmuştur. Bu fiili durum ise 30 Ekim 1922 tarihli Büyük Millet Meclisi kararıyla hukukileştirilmiştir (Tanör, 2016: 252-255). Ayrıca bu 3.

madde uyarınca icra heyetinin bağımsız ve anayasal yetkili bir yürütme fonksiyonunu icra etmediği, Meclis’in emirleri çerçevesinde hareket etmekle sorumlu bir memurlar heyeti niteliğinde olduğu söylenebilir (Erdoğan, 2011: 152). Meclis kararıyla saltanatın ve halifeliğin birbirinden ayrılması ve saltanatın kaldırılması hususu 2 Kasım 1922’de İstanbul’a ve tüm dünyaya ilan edilmiştir. Saltanatın kaldırılması, Kanun-i Esasi’nin öngördüğü sistemin temel unsurlarından birini ortadan kaldırması sebebiyle hem anayasanın hem de Osmanlı Devleti’nin sona ermesi anlamına gelmektedir (Erdoğan, 2011: 154). Hilafet Osmanlı hanedanına aittir ve hanedan içinden kimin halife olacağına ulus adına egemenliği elinde bulunduran Büyük Millet Meclisi karar vermesi öngörülmüştür. Bu çerçevede hilafetin temel dayanağı Türkiye devleti olarak ilan edilmiştir (Ateş, 2010: 215-216). Atatürk’ün hükümet sistemine ilişkin görüşlerinin süreç içersinde değişim gösterdiği görülmektedir. 1920 ve takip eden yıllarda uygulanan meclis hükümeti sistemini başlarda savunurken ve kuvvetler ayrılığı ilkesini reddederek çeşitli eleştiriler sıralarken, ilerleyen dönemlerde ortaya çıkan gelişmelerin istenilen sonucu vermemesi sebebiyle bu sisteme karşı çıkmıştır. Nitekim başta TBMM milli irade ve egemenliğinin tüm unsurları ile yegâne temsilcisi ve icracısı iken gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle birlikte geçmişe nazaran nispeten daha bağımsız bir yürütmenin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durum sistemin Atatürk’ün ve önderliğini yaptığı meclisin hükümet sistemine bakışının zaman içerisinde nasıl değiştiğini göstermektedir (Tunaya, 2016b: 181-185).

Atatürk’ün 1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilen Ziya Gökalp ve Ahmet Ağaoğlu’ndan Meclis’te yeni anayasa yapılmasına yönelik çalışma yürütmelerini istediği ve bu çerçevede bazı öneriler getirdikleri bilinmektedir. Ziya Gökalp’in koruma altında bulunan el yazması notlarında ABD’deki başkanlık sistemi ile birtakım yapısal benzerlikler taşınması ve güçlü bir hükümete sahip olunması amacıyla yeni anayasa ile benimsenmesi gereken hükümet sistemi olduğu ifade edilmektedir (Erden, 2013: 52).

Meclis hükümeti sisteminin uygulandığı 1920-1924 arası dönem, başlarda Büyük Millet Meclisi’nin üstünlüğünü kurumsallaştırma çabalarıyla geçse de, sürecin ilerleyen safhalarında daha sonra tek parti iktidarını kuracak olan kadroların, yürütmenin üstünlüğünü sağlamaya yönelik mücadelelerinin yansıması olarak 1924

Anayasasının ardından tesis edilecek olan tek partili rejimin belirtileri görülmektedir (Küçük, 2013: 814). Mamafih TBMM’nin meclis hükümeti sistemi içerisindeki gücü, her ne kadar zaman zaman yürütmenin etkileri ön plana çıksa da, genel itibariyle hâkim güç konumunda kaldığı iddia edilmektedir (Tunaya, 2016b 100- 103). Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yürütmeye önceki döneme nazaran daha bağımsız bir statü vermesi ile bu statüye sahip kişilerin kişisel etkileriyle TBMM’yi daha çok etkileme alanı bulmasının ortaya çıkardığı güç ilerleyen süreçte tek parti rejiminin en önemli kaynağı olmuştur (Tunaya, 2016b 184-185).

1921 Anayasası’nın şekillendirdiği “Meclis hükümeti” sistemi genellikle olağanüstü koşullarda tesis edilmektedir. Bu sistemin dünyadaki uygulanmalarına bakıldığında, meclis hükümeini takip eden dönemlerde diktatörlüklerin ortaya çıktığı görülecektir. Ancak, Türkiye’de Meclis hükümeti modelinin uygulanması diktatörlükle sonuçlanmamış bilakis, “Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması” ve “monarşiden cumhuriyete geçilmesi”ne yol açmıştır (Yavuz, 2012: 67).

Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 29 Ekim 1923’te devlet biçiminin “Cumhuriyet” olduğunu ve “Cumhurbaşkanı”nın TBMM tarafından kendi üyeleri arasından bir dönem seçileceğini öngören yasal düzenleme ile Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Bu düzenlemelerinde yer aldığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanunu ile hükümet sistemi ile ilgili önemli değişiklikler getirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı, cumhuriyet kurulmasının bir sonucu olarak oluşturulmuş ve buna bağlı olarak devlet başkanlığı makamı ihdas edilmiştir. Devlet başkanlığı makamı kurularak saf meclis hükümeti sisteminin dışına çıkılmıştır. Cumhurbaşkanının meclis içerisinden bir başbakan seçeceği, seçilen başbakanında yine meclis üyeleri içersinden öbür bakanları seçeceği ve böylelikle oluşturulan Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı tarafından meclisin onayına sunulacağı hükme bağlanmıştır. Başbakan ve bakan sıfatının elde edilebilmesi için meclisin onayının gerekmesi meclis hükümeti sisteminin etkisini devam ettirmesi olarak değerlendirilmektedir. Diğer taraftan, cumhurbaşkanının meclise başkanlık edebilmesinin parlamenter sisteme de ters düştüğü görülmektedir. Bununla birlikte, bu değişiklikle mevcut sistemin parlamenter sisteme dönüşmesi noktasında önemli bir aşama kaydedildiği görülmektedir. Nitekim parlamenter sisteme geçiş süreci

1924 Anayasası ile tamamlanacaktır (Soysal ve Sağlam, 1983: 23-24; Tanör, 2016: 281-283).

2.7. Osmanlı Modernleşmesi ve Anayasacılığının Hükümet Sistemi