• Sonuç bulunamadı

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin bitmesine iki sene kala, 2005 yılı itibariyle demokratik seçimler sonucu tek başına iktidar olan AK Parti’nin kendi içerisinden belirleyeceği bir adayın seçilmesini önlemeye yönelik kriz üretilmeye kademeli olarak başlandığı görülmektedir. İlk olarak AK Parti iktidarının son yılına denk gelmesi sebebiyle 2007 yılında cumhurbaşkanı seçilecek olması durumu sorunsallaştırılmıştır. Muhalefet partisi olarak mecliste yer alan CHP “eskimiş ve yıpranmış bir Meclis”in cumhurbaşkanını seçemeyeceğini ifade ederek, olası bir erken seçime işaret etmişlerdir (Miş ve Duran, 2017: 28). Ziya Yergök (2007: 43-45). CHP milletvekili sıfatıyla Türkiye Barolar Birliği’nin düzenlemiş olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir sempozyumda, partisinin cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi erken seçimin yapılmasını istediğini ve yeni kurulan parlamentonun Cumhurbaşkanını seçmesi gerektiğine inandığını dile getirmiştir. Ayrıca AK Parti hükümetinin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olamayacağını, zira adaylığının anayasanın ruhuna uygun olmadığını ileri sürmüştür.

İkinci aşamada ise eşi başörtülü bir adayın seçilmesi durumuna ilişkin gerginlik siyaseti üzerine kurulu bir söylem üretilerek süreçte AK Parti adayının önüne set çekilmeye çalışılmıştır (Miş ve Duran, 2017: 28). Üçüncü aşama olarak cumhurbaşkanı seçim usülü üzerinden bir kriz icat edilmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde krizi başlatan anayasal yorum, kamuoyunun da ortak algısı olarak, Sabih Kanadoğlu’nun 26 Aralık 2016’da Cumhuriyet gazetesinin 2. Sayfasında “Cumhurbaşkanı Seçimi” başlıklı yazısında ortaya konmuş ve bu yorum muhalefet tarafından benimsenerek Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. 367 kararı olarak

bilinen ve Anayasa mahkemesi tarafından da benimsenen bu anayasal yorumun anayasa alanında akademik çalışmalar yürüten akademisyenler arasında da ciddi bir görüş ayrılığına düşürdüğü görülmektedir. Akademisyenlerin bir kısmı 367 kararının tamamen anayasaya uygun olarak verildiğini savunurken diğer kısım ise bu kararın siyasal bir mülahazanın sonucu olduğu kanaatindedir (Eroğul, 2007: 169-171). Zira 1982 Anayasası döneminde seçilen Turgut Özal (üçüncü turda 263 oyla seçildi), Süleyman Demirel (üçüncü turda 244 oyla seçildi) ve Ahmet Necdet Sezer (üçüncü turda 330 oyla seçildi) olmak üzere üç cumhurbaşkanın seçiminde de ilk iki turda toplantı yeter sayısında “üçte iki” oranı aranmasına ilişkin ne tartışma yaşanmıştır nede böyle bir itiraz gündeme gelmiştir. Nitekim aranmış olsaydı üç cumhurbaşkanının seçimi sürecinde bu koşul sağlanamadığı için seçim gerçekleşemezdi (Sevinç, 2017: 79-80).

Krizin dördüncü aşamasında ise askerin sürece müdahale etmesine yönelik çağrılar başladı. Bu çağrıların kurumsallaşması ve halkın bu çerçevede desteğinin sağlanmasına yönelik medya aracılığı ile askerin müdahalesine yönelik yayınlar yapılmıştır. Askerin siyasete müdahelesine meşruiyet kazandırma arayışlarını içeren bu süreci beşinci aşama olarak, CHP ve İşçi Partisi’nin öncülüğünde ve ordunun desteği ile büyük illerde Cumhuriyet Mitingleri düzenlenmiştir (Miş ve Duran, 2017: 29).

Krizin beşinci aşamasında ise, AK Parti’nin ilan edeceği Cumhurbaşkanı adayının vesayet odaklarının arzuladığı ve yönlendirdiği gibi olup olmayacağı sorusuna cevap bulunduğu 24 Nisan 2007 tarihinde gerçekleştirilen AK Parti Grup Toplantısında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ün açıklanmasıdır. Zira bu aşamada tüm çevreler AK Parti’nin siyaset içi ve dışı muhaliflerin söylem ve eylemleri karşısında alacağı pozisyona göre hareket edeceklerdir (Acar ve Çelebi, 2012: 17). Bir sonraki aşama ise muhalefetin de harekete geçmesini talep ettiği ve öteden beri hemen hemen bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rol alan ordunun harekete geçmesidir. Genelkurmay Başkanı süreç içersinde birtakım açıklamalarda bulunarak, seçim sürecinde nerede durduğunu da göstermiş olması AK Parti’nin verdiği karara ilişkin ordunun bir tepki vermesinin beklenilmesine yol açmıştır. Nitekim Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinden, Mecliste Cumhurbaşkanlığı ilk tur seçimlerinin yapıldığı gün olan 27

Nisan gecesi saat 23.20’de yayınlanan açıklama ile ordu tepkisini ortaya koymuştur. “e-muhtıra” olarak isimlendirilen bu açıklama ile 28 Şubat muhtırasına benzer şekilde bazı faaliyetlerden söz ederek hükümet uyarılmış, hatta metinde yer alan bazı sert ifadeler dikkate alındığında tehdit edilmiştir. Ancak Cumhuriyet tarihinde ilk kez Genelkurmay tarafından verilen muhtıraya anında benzer sertlikte karşılık verilmiştir. Muhtıranın geçmişte olduğu gibi bir sonuç doğurması ve hedef gösterilenlerden biri olarak AK Parti Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilen Abdullah Gül’ün adaylıktan çekilmesi beklenmiş olsa da, adaylıktan çekilmenin söz konusu olmadığına dair beyanat verilerek geri adım atılmamış ve sivil siyasetin onurunun kurtarıldığı iddia edilmiştir (Temiztürk, 2009: 14-15).

Ordunun muhtıra verdiği gecenin sabahında Mecliste gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı ilk tur oylamasında, CHP’nin benimsediği “367 kuralı”na istinaden yürüttüğü kriz siyasetine sahip çıkarak bu oylamalara katılmaması ve ANAP ve DYP’nin de bu doğrultuda hareket etmesi, 367 sayısına ulaşılamamasına yol açmıştır. İlk tur oyalamaya 361 milletvekilinin katılması ile CHP ilk tur oyalamada 367 toplantı yeter sayısına ulaşılmadığı gerekçesiyle Anayasa mahkemesine ilk turun iptali için başvurmuştur. CHP’nin bu başvurusunun üzerinden dört gün geçmeden 1 Mayıs 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi oy çokluğuyla “ 367 sayısının toplantı yeter sayısı olduğunu dolayısıyla 1. Turun iptal edildiğini” açıklamıştır. 6 Mayıs 2007 tarihinde tekrar Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu yapılmış ve 367 sayısına ulaşılamamıştır. Yaşanan bu siyasal tıkanıklığın aşılabilmesi için hükümet 22 Temmuz’da erken seçimin yapılmasına karar vermiştir. Ayrıca anayasada bazı değişikliklerin yapılmasına ilişkin AK Parti ile ANAP uzlaşmış ve bu çerçevede cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini de içeren değişiklikler referanduma götürülmüştür. 21 Ekim 2007’de gerçekleştirilen referandum sonucunda söz konusu değişiklikler 68,95 oy oranı ile kabul edilmiştir. Erken genel seçimlerin ardından da Meclis Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı olarak seçmiştir (Miş ve Duran, 2017: 29-30).

2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan krizin kronolojik olarak seyri yukarıda özetlenmiştir. Bu seçim sürecinde ortaya çıkan krizin nedenleri kısaca şöyle sıralanabilir (Özkan, 2017: 95-100):

 Cumhuriyet Halk Partisinin Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde sergilediği tutum ve seçime girecek Cumhurbaşkanı adaylarına ilişkin ortaya koyduğu tanım,

 Cumhuriyet mitingleri,

 Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın süreçteki tutumu ve 27 Nisan E- Muhtırası,

 Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı.

Türk anayasa tarihi içerisinde en çok değişikliğe uğrayan anayasa ünvanını taşıyan 1982 Anayasası, 1995, 2001, 2004 ve 2010 değişiklikleri demokratik hukuk devleti olma yolunda önemli katkılar ortaya koymuşsa da 2007 değişikliği, hacim ve muhteva olarak zikredilen bu değişiklikler kadar geniş olmasa da Türkiye’deki hükümet sistemi ile ilgili köklü tek değişiklik olarak görülebilir (Esgün, 2013: 291). Diğer taraftan, 1987 yılında “TBMM’nin anayasayı halkın yardımıyla değiştirmesinin kolaylaşması” olarak nitelendirilebilecek Türk siyasal hayatının demokratikleşmesine yönelik ilk yapısal dönüşüm adımını, 2007 yılındaki anayasa değişikliği izlemiştir. Bu adım vesayetin tepesinde bulunan Cumhurbaşkanlığı makamının doğrudan halktan aldığı meşruiyetle darbeci bürokratik yapıyı yani anayasada yer almayan ama yürütme gücünün asli aktörlerini içeren derin anayasayı dönüştürme imkânını doğurmuştur (Memur-Sen, 2011: 51).

Hükümet sistemi değişikliğinin nihai noktada demokratik bir siyasal sistemin inşasına yönelik bir adım olduğu düşünülürse, doğrudan hükümet sistemi ile alakalı olmasa da demokratik dönüşümde rol oynayan süreçleri kısada olsa ifade etmeyi gerekli kılmaktadır. Zira hükümet sistemi tarihine de bakıldığında görüldüğü üzere, evrensel insani değerleri yansıtan demokrasinin hâkim olduğu alan genişledikçe hükümet sistemi tartışmaları ve bu çerçevede yeni uygulamalar gündeme gelmektedir. 2007 yılında gerçekleştirilen halkoylaması ile seçimi siyasal bir krize dönüşen cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi kabul edilmiştir. 2008 yılında AK Parti’ye kapatma davası açılmıştır. 2009 yılında “Demokratik açılım süreci” başlatılmıştır. Bu yıllarda yapılacağına yönelik kuvvetli şüphelerin bulunduğu darbe girişimlerine yönelik davalar açılmıştır. Demokratikleşmeye yönelik yaşanan tüm bu ağır krizlerin hâkim olduğu bir atmosferde 2010 anayasa değişikliği taslağı

hazırlanmıştır. 2007 yılında gerçekleştirilen referandumdan yaklaşık 3 sene sonra Türkiye’nin daha demokratik bir siyasal sisteme sahip olmasını sağlayan anayasal değişikliklerin gerçekleştirildiği bir halkoylaması yapılmıştır.

3.2. 2007 Referandumu Sürecinde ve Sonrasında Gündeme Gelen Hükümet Sistemi Tartışmaları

22 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimler öncesi AK Parti Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığında bir bilim kuruluna Anayasa taslağı hazırlattığı bilinmektedir. Bu taslakta AK Parti iktidara geldiğinden itibaren hep dile getirilen başkanlık sistemi isteğine uymayan bir biçimde hükümet sistemi olarak parlamenter sistemi öngördüğü görülmektedir. Bu taslak üzerinden çalışmalarını yürüten AK Parti milletvekili heyeti de, taslağa sadık kalarak parlamenter sistemi benimseyerek süreci yürütmüşlerdir (Üskül, 2013: 530).

Referandumla sonuçlanan cumhurbaşkanı seçim krizinin daha başlamadan önce Türkiye’nin hukuk alanında önemli kurumlarından biri olan Türkiye Barolar Birliği (TBB)’nin düzenlemiş olduğu sempozyumla hem önündeki cumhurbaşkanlığı seçimine hem de sistem tartışmalarına yönelik dönemin fikriyatını anlamak mümkün olmaktadır. 2007 yılının hemen başında TBB (Türkiye Barolar Birliği) tarafından düzenlenen ve Cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhurbaşkanlığı seçiminin tartışıldığı sempozyumda ilk oturum siyasal parti temsilcilerinden oluşmaktaydı. AK Parti temsilcisi olarak sempozyuma katılan Burhan Kuzu mevcut sistemin ne denli büyük problemleri olduğunu dile getirerek, bu sorunların aşılmasında hükümet sisteminin başkanlık sistemi olarak düzeltilmesini çözüm olarak sunmuştur (Kuzu, 2007: 16- 28). CHP Adana milletvekili Ziya Yergök ise hükümet sistemi tartışmalarından kısaca bahsederek özellikle 2002 yılında AK Parti iktidarının başlamasıyla birlikte bu tartışmaların alevlendiğini belirtmiştir. CHP olarak mevcut parlamenter sistem içerinde sorunlara çözüm aranması gerektiğini düşündüklerini ve bu çerçevede bu tartışmaların yönetimin şahsileştirilmesi isteğinden ortaya çıktığını dile getirmektedir. Yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin ise karar yeter sayısı ile toplantı yeter sayısının 367 olduğu görüşünü benimsemelerinin yanı sıra, anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddelerine uygun ve demokratik değerleri içselleştirmiş bir kişinin mecliste sağlanacak uzlaşı ile seçilmesi gerektiğine

inandıklarını ifade etmiştir (Yergök, 2007: 39-46). Anavatan Partisi Grup Başkanvekili Süleyman Sarıbaş ise Cumhurbaşkanlığı seçiminde tartışılan hususun hukuki saiklerden çok “Erdoğan olmasın” kampanyasının ürünü olduğunu ileri sürmektedir. Mevcut sistemin halkın görüşünü yansıtan demokratik bir parlamenter sistemin çok uzağında olduğuna değinerek, sistemde ana belirleyicilerin siyasal parti liderleri olduğunun altını çizmiştir. Küçük bir azınlığın ayrıcalıklı olduğu bu sistemin değişmesi gerektiğini, bu çerçevede Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi gerektiğini dile getirerek doğrudan ifade etmediği, lakin kurduğu cümlelerden anlaşılan bir başkanlık/yarı başkanlık sistemi isteğinin var olduğu görülmektedir (Sarıbaş, 2007: 47-52).

Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkan Yardımcısı Nevzat Ercan, TBB tarafından düzenlenen sempozyumda hükümet sistemi tartışmalarının toplumun gündeminde pek yeri olmadığını, zaten başkanlık sistemini talep edenlerinde çok az olduğunu dile getirmiştir. Parti olarak 80 yıllık köklü bir tarihe sahip olan parlamenter sistem çerçevesinde sorunların çözülmesi gerektiğine inandıklarını ifade etmiştir (Ercan, 2007: 57-67). Genç Parti Genel Başkan Yardımcısı Gönül Saray Genç Parti adına katıldığı bu sempozyumda yakın tarhide gerçekleştirilen hemen hemen bütün Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde hükümet sistemi tartışmalarının alevlendiğini ve başkanlık / yarı başkanlık sistemi taleplerinin ayyuka çıktığına dikkatleri çekmiştir. Parti olarak toplumunda talebine uygun oalrak Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden yana olduklarını ve bu çözümün kısa vadede gerçekleşmesi gerektiğine inandıklarını ifade etmiştir. Bu değişikliği izleyen dönemlerde ise ülkenin mevcut koşullarının doğurduğu bir sonuç olarak başkanlık sistemi hükümet sistemi olarak benimsenmelidir (Saray, 2007: 68-76). Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ağaoğlu ise, hükümet sistemi olarak cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği yarı başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini ifade etmiştir (Ağaoğlu, 2007: 80-89). Sosyaldemokrat Halk Partisi (SHP) Genel Sekreter Yardımcısı Uğur Cilasun parti olarak başkanlık sistemine karşı olmakla birlikte cumhurbaşkanının iki turlu seçim yöntemiyle halk tarafından seçilmesi taraftarı olduklarını dile getirmiştir (Cilasun, 2007: 90-93).

AK Parti 2007 yılında yapılan referandum sonrasında ortaya çıkan hükümet sistemi karmaşasını ortadan kaldırmaya yönelik Türkiye’nin başkanlık sistemine

geçmesi gerektiği tezini sürekli gündemde tutmaya çalışmıştır. Söz konusu düzenlemenin sadece hükümet sistemine dair bir içeriğe sahip olmayıp bir anayasa değişikliği olmasının ötesinde yeni bir anayasa yapılması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Nitekim 2007 Genel Seçimlerinde partilerin yayınladığı seçim beyannamelerinde AK Parti “en geniş toplumsal uzlaşı ile yeni anayasa hazırlanmalı” derken (AK Parti 2007), MHP “toplum sözleşmesi niteliğinde yeni bir anayasa”nın yapılmasından yana olduğunu ifade etmesi (MHP 2007) seçim sürecinde de yeni anayasanın önemli bir gündem maddesi olduğunu göstermektedir.

2007 Referandumu daha yapılmadan yaklaşık üç ay önce 9 Temmuz 2007 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’ın TRT’de katıldığı “Seçim 2007” programında yeni bir anayasa hazırlığında olduklarının altını çizerek, halkın başkanlık ve yarı başkanlık sistemine henüz pek itibar etmemesi sebebiyle cumhurbaşkanının yetkilerini daraltarak başbakanı güçlendireceklerini, parlamenter sistemin gereklerini hayata geçireceklerini dile getirmiştir (Akdoğan, 2017: 172-173). Tabi bu demeci vermesinde mevcut koşullarda cumhurbaşkanının henüz seçilmemiş olması önemli rol oynamaktadır. Nitekim o tarihlerde yürütme içerisinde ciddi bir krizin varlığından söz etmek mümkündür. Bu demeçte başkanlık sistemi isteğinden bahsedilmemesinde girilen seçim sürecinde toplumun yeni bir sistem lafzı ile kaygı duymasının önüne geçilerek, referandumda olumsuz bir sonuçla karşılaşmama isteğinin varlığından söz edilebilir. Bu ifadelerin o günün şartlarına uygun bir biçimde dile getirildiği görüşünü referandum sonrasında başkanlık sistemi tartışmalarının yeniden Recep Tayyip Erdoğan tarafından gündem haline dönüştürülmesi kanıtlar niteliktedir.

2007 referandumu sonrasında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin, zaten 1982 anayasası ile klasik parlamenter sisteme göre oldukça fazla yetkisi olması sebebiyle önceki bölümde de zikredildiği üzere parlamenter sistem ile yarı başkanlık sistemi arasında bir yerde konumlanan sistemi kimileri “başkanlı parlamenter sistem” (Gönenç, 2013: 274; Demir, 2013a: 470), olarak nitelerken birtakım kişiler tarafından da “yarı başkanlık” (Fendoğlu, 2017: 36; Karatepe, 2013: 235) sistemine dönüştüğü ileri sürülmektedir. Halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanının yer alacağı hükümet modelinin ne olacağı tartışmalarının yanı sıra, bu adım ile başkanlık veya yarı-başkanlık sistemine geçişin bir ilk adımı olacağı düşünülmektedir. Nitekim

Cumhurbaşkanını halkın seçmesi talebi çeyrek asırdan bu yana dile getirilmekte ve bu istek tartışılmaktadır (Üskül, 2007: 20).

2007 Anayasa değişikliğinin yaşanan bir Cumhurbaşkanlığı seçim krizi sonrası ortaya çıkması söz konusu sorunu ortadan kaldırmaya yönelik bir adım olmaktan çok daha büyük anlamlar içerdiğinin altı çizilmelidir. Bu değişiklik öncesi dönemde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tezin 3. bölümde de örnekleriyle zikredildiği üzere vesayet odaklarının müdahalesi ile şekillendirildiği bilinmektedir. Bu müdahalelerin bir eseri olarak Cumhurbaşkanlığı makamı halk iradesinden mümkün olduğunca izole edilmiş bir üst vesayet birimi haline dönüştüğü de görülmektedir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini bir demokratikleşme adımı olarak görmek mümkündür. Demokratikleşme gayretlerinin muasır medeniyetlerin izlediği yola ve evrensel değerlere uyması hasebiyle devletin kuruluş felsefesiyle de bu bağlamda örtüşmekte ve zamanın ruhuna da uygun düşmektedir.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ilk olarak parlamenter sistemin ruhuna terstir. Diğer taraftan Cumhuriyet tarihine bakıldığında da böylesi bir tercihin tam bir yol değişikliğine sebep olacağı görülmektedir. Halkın seçtiği devlet başkanı modelinde, monarşi geçmişimizde göz önüne alındığında, meşruiyetini halktan alan Cumhurbaşkanı ve parlamentonun çoğunluğunun aynı partiye geçmesi durumunda yönetilenlerin temel hak ve özgürlükleri konusunda ciddi sorunlar yaşayabileceği ileri sürülmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sisteme ister istemez bir başkanlık sistemi görünümü ve niteliği verecek, zaman içerisinde yürütme erkinin en güçlü aktörü haline dönüştürecektir (Soysal, 2007: 299-303).

Halktan yetki almanın neredeyse yegâne yolu haline dönüşen siyasal parti aracılığıyla seçimlere katılma durumu ve/veya adayın en azından belirli bir siyasal akımın temsilcisi veya taraftarı olması hasebiyle bu siyasal akımı temsil eden partinin kefaleti altında bulunması, halk tarafından seçilecek Cumhurbaşkanın bir şekilde siyasal parti bağının veya ilişkisinin olması sonucunu doğurmaktadır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı adaylarının kendilerini aday gösteren ve destekleyen siyasal partilerin kontrolüne girebileceği kaygısı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla mevcut sistemin mantalitesine ters düşecek bir biçimde hem devlet başkanı oldukça güçlenecek, yürütmede daha çok söz sahibi olacak hem de tarafsızlığını sağlaması çokta mümkün olmayacaktır. Bu durumun, Meclis’de sahip olunan sandalye sayısı

bakımından güçlü olan parti liderlerinin siyasal gücünü önemli ölçüde artırması sonucunu doğurması öngörülebilir (Kahraman, 2012a: 76-77; Soysal, 2007: 299; Yavuz, 2008: 1209-1210).

Diğer taraftan meşruiyetini doğrudan halktan alan yetkili fakat sorumsuz cumhurbaşkanı ile yetkili ve sorumlu hükümetin bir arada olması yürütme içerisinde ilk aşamalarda çekişmelere, uzlaşılamaması durumunda artan huzursuzluğa bağlı olarak çatışmalara kapı aralayabilir. Böylesi durumlarda yürütme içerisinde tansiyon düşürülemezse bir krize yol açması kaçınılmaz olur ki, bu da adeta bir kartopu etkisiyle ekonomiyi, toplumu ve sistemin tüm paydaşlarını krizin bir parçası haline dönüştürebilir. Bu denli büyüyen yürütme içerisinde yaşanan çatışmaların tetiklediği krizler, 3. bölümde de örneklerini gördüğümüz üzere, demokrasi için adeta bir yüz karası olan askeri darbeleri gündeme getirebilir. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bu ve benzeri birçok problemi beraberinde getireceği ve sistemin melezliğini daha da ön plana çıkaracağı öne sürülmektedir. Söz konusu problemleri ve sistemden kaynaklanan sıkıntıları ortadan kaldırmaya yönelik tek çözüm yolu olarak Türkiye’nin acil olarak ya yarı-başkanlık sisteminin gerektirdiği mekanizmaları yasal olarak inşa etmesi ya da cumhurbaşkanının klasik parlamenter sistemlerde olduğu üzere sembolik yetkilerle donatılmasını içeren anayasa değişikliğini gerçekleştirmesi gerekmektiğine inanılmaktadır (Yazıcı, 2009: 250-251).

1982 Anayasasının ilk hali de 2007 yılında yapılan değişikliğin ortaya çıkardığı durumda da anayasanın içerdiği kurumsal tasarım kusurları sebebiyle krizlere kapı aralamaktadır (Gönenç, 2013: 278). Bu bağlamda 1982 Anayasasının ilk halinde ortaya çıkan krizler tezin 3. bölümünde yer almaktadır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması ise ilk bakışta çok büyük bir değişim olarak algılanmayarak üzerinde pek durulmasa da (Yücel, 2009: 266), bu seçim gerçekleştirildiğinde krizleri tetikleyeceği görülecektir. Nitekim bu husus ancak 2011 yılında yeni anayasa çalışmaları gündeme gelene kadar ilgililer tarafından çokta tartışılan bir konu olmamıştır. Bu dönemde söz konusu duruma ilişkin STK ve partilerin ne düşündüğü de ilgili başlıkta dile getirilmiştir. 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçiminin halk tarafından yapılması ve ardından gelişen ilgili tartışmalarda bu konunun ayrıntılı olarak ele alındığı başlıkta yer almaktadır.

3.3. 2010 Anayasa Değişiklikleri ve Hükümet Sistemine Etkileri

2010 Anayasa değişikliği tıpkı 1982 ve 2007 Anayasa değişiklikleri gibi referandum yoluyla gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklik sürecinde önceki referandum süreçlerine nazaran daha fazla tartışma yaşandığı gözlemlenmiştir. Zira TBMM süreci, tek parti milletvekilleri tarafından kabul görmesi ve referanduma taşınması, Anayasa Mahkemesinde iptal davasına konu olması ve anayasa değişikliğinin muhtevası gibi hususlar tartışmayı artıran etkenler olarak değerlendirilebilir. Bu değişiklikte 1982 Anayasasını inşa edenlerin yargıda oluşturmaya çalıştıkları bürokratik vesayetçi yapıyı değiştirmeye yönelik mühim maddelerin yer alması ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinin tabana yayılmasının