• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Modernleşmesi ve Anayasacılığının Hükümet Sistemi Çerçevesinde

Osmanlı devletinde modernleşme cehtiyle yürütülen çalışmalar ile anayasacılık hareketleri eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle modernleşmenin siyasal yansımasının temelini anayasacılık oluşturmuştur. Osmanlı anayasacılığının ciddi bir başarı yakalandığı söylenemezse de, modern siyasal fikirlerin doğmasına, kavramsal çerçevenin genişlemesine ve yerleşmesine zemin hazırlandığı ileri sürülmektedir. Zira 1921 ve özellikle 1924 anayasalarında somut bir biçimde karşılık bulan bilgi ve deneyime dayalı profesyonelliğin arkasında Osmanlı anayasacılığının yattığı reddolunamaz bir gerçektir (Erdoğan, 2011: 148-149). Osmanlı modernleşmesi ve anayasacılığının ortaya çıktığı dönemlerde temel tartışma konularından birinin de hükümet sistemi olduğu bilinmektedir. Bugün süregelen hükümet sistemi tartışmalarının tarihsel süreci ifade etmek açısından da bu dönemde yaşananlar önemli rol oynamaktadır. Çünkü Cumhuriyet tarihinin büyük bir kısmına hâkim olan parlamenter sistemin kurumsallaşmasının temelleri Osmanlı’da yatmaktadır (Tekin, 2015: 103-108).

Osmanlı modernleşmesi sürecinde ortaya çıkan Batı hayranlarının genel olarak gözden kaçırdıkları husus, Batı’da başarılı bir şekilde uygulanan meşruti yönetimlerin ardında yatan ekonomik ilişkilerdir. Batı’da söz konusu yönetim şeklinin oluşmasında, tarihsel süreç içerisinde ekonomik ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal sınıfların temel etken olduğunun farkına varılamamıştır. Batıya hayran olan bu kitle, Batı’nın daha çok giyim, kuşam, hayat anlayışı, aile yapısı gibi göz önünde olan üstyapı kurum ve halleriyle ilgilenmiş ve öncelikli olarak bunların gerçekleştirilmesiyle gelişmiş bir Batı ülkesi gibi olunabileceğine inanmıştır (Ateş, 2010: 55). Bu durum Batı’dan alınan birçok kurumsal ve yasal düzenlemenin toplumsal dinamikleri, ekonomik ve siyasal koşulları göz ardı ederek hayata geçirmemize neden olmuştur. Dolayısıyla yeniliklerden istenilen sonuçlar elde edilememiş ve birçok çalışma genel itibariyle hedeflenin uzağında kalmıştır.

Osmanlı’da Tanzimat ile başlayan devletin yönlendirmesiyle modernleştirme çalışmaları bürokratik otoriteryanizmin altında yatan temel faktördür. Zira Tanzimat ile başlayan siyasal modernleşme sürecinde mutlakiyetçi sultanın yerine bürokratik despotizm geçirilmiştir. Bürokratik otoriteryanizmin cumhuriyet döneminde daha da belirgin bir biçimde görülmesinin temelini teşkil eden Osmanlı tecrübesi, cumhuriyet modernleşmesinde de bu çizgiden kopmamasına neden olmuştur (Erdoğan, 2009: 55- 56; Erdoğan, 2011: 148-149). Bürokrasinin sisteme hâkim olması sebebiyle, hükümet sistemi tartışmalarının da ya bizzat bu yapı içerisinde yürütülmesine veya entelektüeller ve siyasaller tarafından da izin verildiği miktarda yapılmasına yol açmıştır. Zira bu hususa ilişkin kayda değer değişimlerin olağanüstü dönemlerde veya darbe dönemi sonralarında olduğu görülmektedir.

Osmanlı anayasacılığını akamete uğratan sebepleri ise şöyle sıralamak mümkündür; 1- geleneksel yapıda dağıtılan yasama yürütme ve yargı erkinin merkezi hükümette toplanmasıyla oluşan merkeziyetçilik, 2- modernleşme sürecinin “yukarıdan aşağıya” bir biçimde şekillenerek elitist yaklaşımla yürütülmesi sebebiyle ortaya çıkan seçkincilik ve 3- modernleşmeye, reformlara ve yeni şekillenen kurumlara yön verenler içerisinde askeri unsurların hâkimiyeti nedeniyle önce çıkan militarist zihniyet (Arslan, 1999: 390-391). Bu unsurların cumhuriyet döneminde de önemli yansımaları olduğu görülmektedir.

2.8. 1924 Anayasası

1921 Anayasası ve sonradan yapılan değişikliklerin mevcut koşulların ortaya çıkardığı gereksinimleri karşılamaması yeni bir anayasa yapılmasına yöneltmiştir. Zira 1921 Anayasası olağanüstü bir dönemde çıkarılmıştır. Osmanlı devletinin son bulması, saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin kurulması ile birlikte devletin yeni yapılanmasına cevap verecek, toplumun konumunu tayin edecek, hak ve yükümlülüklerin sınırlarını belirleyecek yeni bir anayasanın yapılması adeta bir zorunluluk halini almış olması, 1924 Anayasasının kaleme alınmasının temel sebebidir.

1924 Anayasası İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi kurcu bir meclis değildir. Dolayısıyla bu anayasa kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır. Anayasa çalışmalarına meclisin

ikinci yasama yılı itibariyle Kanun-i Esasi encümeni tarafından başlanmış olup, anayasa hazırlanmasına yönelik bir öneri olmaksızın kendiliğinden bir taslak hazırlayarak meclis gündemine sunmuşlardır. Encümen tarafından hazırlanan öneri büyük tartışmaların ardından meclisin 20 Nisan 1924 tarihli oturumunda kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Anayasa, zaman içerisinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte 1961 Anayasası yapılana kadar yürürlükte kalmıştır. 1924 Anayasasının kısa, karışık olmayan ve kendi içinde tutarlı bir anayasa olması bu kadar uzun bir müddet ve çok farklı koşullarda yürürlükte kalmasını sağlamıştır (Gözübüyük, 2013: 129; Tanör, 2016: 290). Çünkü, bu anayasa demokratik toplumun oluşması için ortaya konan ilkeleri içermekteydi. Çok partili hayata geçmeden önce siyasete, yasama ve yürütmeye hâkim olan siyasal oluşum tarafından yapılan bu anayasa zaman zaman sembolik kalmakla itham edilmesine rağmen yalnızca varlığıyla bile mevcut rejimi birçok hususta sınırlandırmış ve sistemin tamamen anti demokratik bir forma bürünmesini engellemiştir (Karpat, 2013b: 69- 70). Mamafih, tek parti dönemi süresince, özellikle 1927’de yasama görevine başlayan III. Meclis’te (1927-1931) CHP’nin tam bir tekelci parti olmasından sonra, siyasal rejimin biçimini belirleyen CHP’nin tüzük ve programları olduğu da unutulmamalıdır (Parla, 2016: 29).

1924 Anayasasını kabul eden meclisin, birinci dönem muhalefet grubu olarak yer alan kişilerden hiç birinin yer almaması ve mevcut milletvekillerinin tümünün Atatürk’ün kısa bir süre önce kurduğu Halk Fırkası üyelerinden oluşmasına rağmen, anayasa tartışmalarını büyük bir serbestlik ortamında gerçekleştirmesi parlamentonun olgunluk seviyesini göstermesi bağlamında çok önemlidir. Bu tartışmaların sonucunda, encümen layihasında Cumhurbaşkanı’na tanınan önemli yetkilerin, Atatürk’ün meşruiyetinin en güçlü olduğu dönemde, Meclis tarafından red olunmuş olması çok dikkat çekicidir. Bu tartışmaların aynı zamanda, parlamenter sistem ile meclis hükümeti sisteminin karması olacak sistemin tasarımını ortaya çıkaran ikilemi göstermekte olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Meclis tarafından Cumhurbaşkanı’na verilmesi ret olunan yetkiler ve ihtilafa düşülen noktalar şöyle sıralanabilir (Özbudun, 2012: 4; Soysal ve Sağlam, 1983: 24; Tanör, 2016: 292-293; Karatepe, 1993: 171):

 Başkumandanlık unvanının verilmesi,

 Yasama dönemi 4 yıl iken, Cumhurbaşkanı’na 7 senelik görev süresi verilmesi,

 Yayınlanmasını uygun görmediği kanunların tekrar görüşülmek üzere meclise iade edilmesi durumunda, bu kanunun kabul edilmesi için oylamaya katılanların üçte iki çoğunluğun oyunun şart olması,

 Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan, başbakan tarafından kurulan hükümetin izleyeceği yolu ve politikasını meclise yalnızca bildirmesi,  Tatilde olan meclisi olağanüstü toplantıya çağırma yetkisi sadece

cumhurbaşkanına verilmesi,

 Encümende çoğunluğun kabul etmemesi nedeniyle tasarıya giremeyen ve genel kurulda da kabul görmeyen, çift meclis sistemine geçilmesi talebi. Meclis tarafından kabul edilmeyen maddeler de göz önüne alındığında, encümenin mecliste görüşmeye sunduğu taslakta, hazırlanırken etkisi altında kalınan Polonya Anayasası’nın öngördüğü “meclis hükümeti” sistemi ve Fransız Anayasası’nın uyguladığı “parlamenter sistem”den uzaklaşılarak “başkanlık sistemi”ni andıran hükümler konulduğu görülmektedir. Encümen tarafından hazırlanan tasarıda Cumhurbaşkanı’na verilmesi öngörülen başkanlık sistemini çağrıştıran yetkilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce yine meclise devredildiği görülmektedir. Anayasa Cumhurbaşkanlığını, klasik parlamenter sistemlerde olduğu gibi sembolik bir makam haline getirmiştir (Karatepe, 1993: 161-162; Tanör, 2016: 291-292).

1924 Anayasasının tesis ettiği hükümet sistemi meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında bir noktada yer alan bir karma sistem olarak nitelendirilmektedir (Özbudun, 2012: 16; Erdoğan, 2009: 74; Tanör, 2016: 305). Anayasa kuvvetler birliği ve fonksiyonlar ayrılığı temelinde şekillenmiştir (Özbudun, 2012: 16). 1924 Anayasasının öngördüğü hükümet modelinin meclis hükümeti ve parlamenter sisteme benzer yönlerini şöyle sıralamak mümkündür (Özbudun, 2012: 16-22; Erdoğan, 2009: 74; Tanör, 2016: 301-305):

Meclis hükümeti sistemine özgü unsurlar; TBMM’nin milletin tek ve hakiki temsilcisi olarak millet adına egemenlik yetkisini kullanması (md.4), yasama ve

yürütme erklerinin mecliste toplanması (md. 5), meclisin hükümeti her zaman düşürebilmesine (md. 7) rağmen hükümetin meclisi fesih etme yetkisinin olmayışı olarak kısaca ifade edilebilir.

Parlamenter hükümet sistemine özgü yönler; Meclisin sahip olduğu yürütme erkini Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu eliyle kullanması (md. 7), Meclisin Cumhurbaşkanını bir yasama dönemi için seçmesi (md. 31), Cumhurbaşkanının siyasal sorumsuzluğa sahip olması (md. 41), karşı-imza kuralının yer alması (md. 39), Cumhurbaşkanının onayı ve meclisin güvenoyu ile hükümetin kurulması; hükümet ile Cumhurbaşkanının hükümet politikası çerçevesinde ortak sorumluluk taşıması (md. 44, 46) olarak sıralanabilir.

Hükümet sistemi karma bir model olarak dile getirilse de, yürütme mecliste yer alan tek partinin (başta Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kısa bir süre sonra Cumhuriyet Halk Partisi) nüfuz sahibi üyelerinden oluştuğu için, yürütmenin belirlediği politikalar parti grubunun ve dolayısıyla meclisin kararı haline gelecektir. Duverger’e (1986: 41) göre tek partili rejimler “Tek parti devlette resmi bir rol oynar ve hükümete en sadık yurttaşları bir araya toplar. Bu durum onun en büyük dayanağını meydana getirir. Bu partiye giriş, sadece belli seçkinler topluluğuna verilen bir onurdur. Gerçek iktidar, bütün biçimleriyle, parti yöneticilerinin elindedir.” Bu koşullarda meclisin üstünlüğünden bahsetmek pek mümkün değildir. Zira parti aracılığıyla yürütme baskın güç konumuna gelmektedir. Bu çerçevede düşünüldüğünde meclis-hükümet ilişkileri partinin kararlarına, dolayısıyla partinin başındaki kişinin ve partinin önde gelenlerinin yönlendirmelerine göre şekillendiği görülmektedir. Tek parti dönemi yürütmenin erkler içinde en güçlü olduğu bir dönem olmakla birlikte Cumhurbaşkanlığı makamı karar süreçlerinde açık bir biçimde ön plana çıkmaktadır (Yücekök, 1983: 103-104; Karpat, 2010: 188). Nitekim 1924 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde görev alan tüm Cumhurbaşkanları anayasal sınırlarını aşarak, başkanlık sistemlerindeki devlet başkanları gibi fiili yetkiler kullanmışlardır (Karatepe, 1993: 162).

Cumhuriyetin ilanı ve ardından 1924 anayasasının yapımı tarihsel bir kırılma dönemini ortaya koyması açısından mühim olmakla birlikte yürütme kanadının şekillenişi bakımından da çok önemli değişiklikler getirmiştir. 1909’da gerçekleştirilen değişikliklerle birlikte iki başlı yürütmenin sorumsuz kanadının

yetkilerinin oldukça kısılmasından, 1876 Anayasasının padişah için öngördüğü sorumsuz ama güçlü liderlik pozisyonunun 1924 Anayasası ile birlikte Cumhurbaşkanına tanınmasına evirildiği görülmektedir. 1924 Anayasasının tanıdığı yetkiler ve yüklediği sorumluluklarla Cumhurbaşkanlığı makamını hükümet yapısı ve parlamentonun şekillenmesinde neredeyse tek karar verici merci haline getirmiştir. Klasik parlamenter hükümet sistemlerinde siyasetin içinde yer almaması sebebiyle partiler üstü bir pozisyona sahip monarkın yerine, taraf tutan güçlü bir siyasal kişiliğin yerleştirilmesinin doğurduğu sonuçlar, bugün hala yürütülmekte olan hükümet sistemi tartışmalarının kaynaklarından birisi olarak görülmektedir (Tekin, 2015: 108).

1924 Anayasasında, 1928, 1931, 1934 ve 1937’de iki kere olmak üzere toplamda beş defa çeşitli boyutlarda değişiklik yaşanmıştır. 1945 ve 1952 tarihlerinde ise içerikle ilgili olmayan yalnızca anayasanın yazım dili ile ilgili değişiklikler yapılmıştır. İçeriğe yönelik yaşanan değişimlerden 1931, 1934 ve 1937’de yaşanan üç değişiklik sınırlı ve teknik nitelikte değerlendirilebilecek yasal düzenlemelerdir. Ancak 1928 ve 1937 değişiklikleri ise, siyasal karşılığı derin olan ve kapsam itibariyle çok önemli değişiklikler öngören radikal değişiklilerdir. 1928 değişikliği ile anayasa da yer alan İslami referanslar tümüyle çıkarılmış, metinde “laik” kelimesine yer verilmese de, laik devlet yapılanmasını kesin bir biçimde kurmuştur. 1937’de gerçekleşen bir diğer anayasa değişikliği ile rejimin otoriter karakterini daha da kuvvetlendirmiştir. Zira bu değişikliğin özünde, CHP’nin altı ilkesinin anayasa ilkeleri olarak tesis edilmesi yatmaktadır (Özbudun, 2012: 5-12).

1924 Anayasası, yaklaşık 150 yıllık anayasacılık tarihimizin 36 yıl yürürlükte kalan, en uzun ömürlü anayasası olma hüviyetindedir. Bu anayasayı müstesna kılan bir diğer özellik ise, hem tek partili hem de çok partili dönemde uygulanmış olmasıdır. Diğer taraftan 1924 anayasası kendinden sonra ortaya çıkan anayasal metinlere temel teşkil ederek, çağdaş devlet anlayışının bir yansıması niteliğindeki çeşitli kavramların sisteme yerleşmesini sağlamıştır. Bu anayasa iktidarın devrimci uygulamalarını kolaylaştırıcı, yasaların ve meclis kararlarının hemen uygulanacağı, reformların çeşitli engellere takılmadan hızla hayata geçirilmesini sağlayabilecek esnek bir anayasa hüviyetindedir (Mumcu, 1986).

1924 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde, seçimlerin sağlıklı olarak yapılamaması, genel itibariyle hem sistemin hem de seçimlerin etkisiyle tek partinin yasama, yürütme ve yargı erklerine hâkim olması, arzu edilen demokratik bir yapının oluşmasına ve yürütülmesine izin vermediği görülmektedir. Sisteme uzun müddet hâkim olan siyasal yapıların zaman zaman otokrasiyi öven söylem üretmeleri ve baskıcı yöntemler kullanılarak dönemin hâkim modernleşme fikriyatının uygulamada karşılık bulması (Yükseliman, 2002: 42-71; Ahmad, 2014: 90-92), ardından iktidar- muhalefet ilişkilerinin demokratik bir çerçevede ilerleyemeyişi gibi durumlar sebebiyle dönemin hükümet sistemi açısından ele alınması çok anlamlı görünmemektedir.

2.9. 1924 Anayasasının Yürürlükte Olduğu Dönemde Yürütülen Hükümet Sistemi Tartışmaları

Bu dönem her ne kadar meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında karma bir sistemin varlığından teorik olarak bahsediliyorsa da, genel itibariyle tek partinin rejime hâkim olması hasebiyle cumhurbaşkanı yürütme ve yasamada başat rol üstlenmektedir. Bu çerçevede 1924 sonrası yaşanabilecek hükümet krizleri ve bu çerçevede ortaya çıkabilecek tartışmalara bakabilmek için cumhurbaşkanının kabine ve partinin ileri gelenleri ile olan ilişkilerine göz atmak gerekecektir. Diğer taraftan sistemin daha demokratik bir hal alması için atılan adımlar ve bu adımlara ilişkin uygulamalarda hükümet sistemi bağlamında önem arzetmektedir.

Bu dönem içerisinde iki defa çok partili hayata geçişin denenmesi de, hükümet sistemi arayışları bağlamında önemli hamleler olarak değerlendirilebilir. Nitekim ülkenin ileriki dönemlerde çok partili siyasal hayata geçişiyle birlikte sisteme dair bazı tartışmalar alevlenmiş ve yaşananlar büyük çapta sistemsel değişimin nedenini oluşturmuştur. 1924 ve 1930’da bu çerçevede iki siyasal oluşum kurulmuş lakin dönemin ekonomik, siyasal ve toplumsal şartlarının henüz daha demokratik bir forma hazır olmaması sebebiyle, partilerin kapatılmak zorunda kalındığı ileri sürülmektedir (Taşkıran, 1994). Çok partili siyasal yaşama geçişe yönelik kurulan partilerin öncelikli tartışma konularının cumhurbaşkanının siyasal parti üyeliği mevzuudur. O dönem kurulan tüm muhalefet partilerinin temsilcileri bu hususa özellikle

değinmişlerdir. Bu çerçevede, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuran Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’nın da cumhurbaşkanının siyasal parti üyeliğine karşı olduğu bilinmektedir. Diğer taraftan Atatürk ile Fethi Okyar arasında tartışmalar mevcuttur. İstanbul Darülfünunu Müderrisi ve Serbest Fırka İstanbul İl Başkanı İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 1930 yılında Yarın Gazetesi’nde yayınlanan bir makalesinde Atatürk’ün CHP başkanlığından ayrılması gerektiğini kaleme almıştır. Atatürk’ün tüm itirazlara rağmen hem cumhurbaşkanı hem siyasal parti başkanı olma noktasında herhangi bir sakınca görmediği anlaşılmaktadır. İsmet İnönü’nün de CHP’nin genel başkanlığını Cumhurbaşkanlığı görevi ile birlikte yürütmüştür. Bu tartışma Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası üyesi olduğu siyasal partinin seçimleri kazanmasının ardından ayrılması ile çözüme kavuşmuştur (Arslan, 1996; Tekin, 2015: 109).

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen Atatürk ile İsmet İnönü kısa bir dönem hariç uzun yıllar başvekil sıfatıyla yürütme kanadının ana karakterlerini teşkil etmişlerdir. Fethi Okyar’ın yaklaşık dört ay süren başvekillik görevi dışında, Cumhurbaşkanı’nın vefatına az bir süre kalana kadar başvekillik görevini yerine getiren İsmet İnönü, tek parti döneminin de ikinci adamı konumundadır. Söz konusu dönemde cumhurbaşkanı ile başvekil arasında zaman zaman anlaşmazlıkların ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle Cumhurbaşkanı’nın, başvekilin süreçten ve olaylardan haberi olmaksızın, hatırı sayılır miktarda vekil değişikliği talimatı vermesi ve bu talimata İsmet İnönü’nün sert tepkiler göstermesi dönemin önemli hükümet krizleri olarak görülebilir. Başka bir deyişle Cumhurbaşkanı’nın sürekli olarak İnönü başkanlığındaki hükümete dışarıdan müdahalede bulunmasıdır. Diğer taraftan ekonomi, dış politika ve başka birtakım hükümet politikalarına ilişkin izlenecek yol ve yöntemler ekseninde de cumhurbaşkanı ve başvekil arasında çatışmalar yaşandığı bilinmektedir. Bu çatışmaların cumhurbaşkanının vefatına kısa bir süre kala İsmet İnönü’nün başvekillik görevinden ayrılmasıyla sonuçlanması, sistem içerisinde en güçlü aktörün cumhurbaşkanı olduğunu kanıtlar niteliktedir (Koçak, 2007: 23-75).

Atatürk’ün on beş yıllık (1923-1938) Cumhurbaşkanlığı döneminde toplam dokuz hükümet görev almıştır. Başka bir ifadeyle bir hükümetin ortalama ömrü yirmi ay civarındadır. İsmet İnönü’nün on iki yılı geçen (1938-1950) Cumhurbaşkanlığı

döneminde toplam on hükümet değişikliği yaşanmıştır. Dolayısıyla bir hükümetin ortalama ömrü on iki ay kadar olmuştur. Söz konusu dönemlerde hükümetlerin ikincil bir rol üstlendikleri ve sık sık değişen konumunda oldukları görülürken, cumhurbaşkanları yürütmenin asli unsuru olarak sistemin banisi görünümündedirler.

İsmet İnönü’nün başvekillik görevinden ayrılması sonrası bu göreve Celal Bayar getirilmiştir. Celal Bayar başkanlığındaki hükümet yaklaşık bir sene görevde kalmıştır. Bu süre zarfında bazı yeni siyasal ve ekonomik politikalar izlemekle beraber, İsmet İnönü kabinesiyle göreve devam etmesi ve Atatürk’ün ağırlaşan hastalığı ve nihayetinde vefatının yaşandığı bir dönemde hükümet görevini icra etmesi sebebiyle izlenen politikalarda köklü farklılıklar gözlenmemektedir. Atatürk’ün vefatına müteakip CHP meclis grubu toplantısı yapılarak, ilk defa hayata geçirilen bir uygulama olarak, cumhurbaşkanı adayı önermeksizin gizli oyla cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirilmiştir. Bu durum serbest seçim ve gizli oyun parti içinde ilk defa uygulanması hasebiyle büyük önem taşımaktadır. Bu seçimin sonucunda ise İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Parti içinde sert bir iktidar mücadelesi yaşanmadan bu sürecin atlatılması ise beklentilerin aksine büyük bir değişim yaşanmadan tek parti iktidarının bir süre daha süreceğini göstermesi açısından önemlidir. Kısa bir dönem daha Celal Bayar Başvekil olarak görev almıştır. Diğer taraftan İsmet İnönü parti içindeki muhaliflerini bir şekilde tasfiye ederek CHP’de tek söz sahibi kişi haline gelmiştir (Koçak, 2006: 158-166). “Milli Şef” ünvanı verilen İsmet İnönü, dönemin hâkim uygulaması şeflik sistemi ile birlikte 1924 anayasasınca cumhurbaşkanına tanınan yetkilerin çok üstünde otoriter ve tüm insiyatifin kendisinde olduğu fiili bir durum ile ülkeyi yönetmiştir (Karatepe, 1993: 184).

Tek partili dönemde demokratik bir hükümet sisteminden söz etmek pek mümkün değildir. Hükümet sisteminin daha demokratik bir muhtevaya kavuşması için çok partili sistemin kurumsallaşması temel gereklilik olarak görülmektedir. Bu çerçevede tek parti döneminin ulaşmak istediği muasır medeniyet seviyesinin demokratik bir hükümet biçimi olduğu inancı beslense de gerçek öyle değildir. Tek parti dönemine ait belgeler incelendiğinde ve yöneticilerin, açıklamaları ve davranışları incelendiğinde bu sürecin doğal uzantısı olarak çoğulcu bir yapıya evrilmesinin planlanmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla tek parti yönetiminin geçici

değil kalıcı bir sistem olarak hayata geçirildiği söz konusu kaynaklara dayanılarak ortaya konulmaktadır. Bir kısım düşünürün iddia ettiği gibi çok partili siyasal hayata geçiş tek partili sistemin olağan akışı olarak tecelli etmemiştir. Zira dönemin elitleri çoğulculuğu reddetmektedir ve bu çerçevede dönem içerisinde ortaya çıkan tüm muhalefet hareketleri ortadan kaldırılmıştır. Bilakis çok partili hayat, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren var olagelen zaman zaman gün yüzüne çıkan yöneticiler arası rekabetin, toplumsal hoşnutsuzluğun doğurduğu gerilim ve uluslalararası konjonktürün ortaya çıkardığı bir durumdur (Demirel, 2003: 608-613; Zürcher, 2011: 303-308).

1945’te çok partili hayata geçilmesiyle birlikte parlamentoda bir muhalefet partisinin varlığı söz konusu olması münasebetiyle tek partili dönemde karşılaşılmayan kurumsal nitelikte muhalefet-iktidar anlaşmazlıkları ciddi manada

ortaya çıkmaya başlamıştır. Uzlaşmazlıkların çözümüne yönelik

cumhurbaşkanlarının hakemliğine ihtiyaç duyulmaya başlamıştır. CHP ve Demokrat Parti (DP) arasında daha ilk günlerden itibaren anlaşmazlıklar boy göstermiştir. Anlaşmazlıkların şiddet kazanması, Demokrat Parti’nin Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının birbirinden ayrılmasına ilişkin yoğun talebi (Arslan, 1996: 232) ve bu