• Sonuç bulunamadı

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.4. DEĞERLENDİRME

2.1.3. Rukye Hadisleri

Şifa veya korunma amacıyla Kur’ân’dan bir bölümü, ilahi isim ve sıfatları yahut bir duayı okuyup üflemek şeklinde tarif edilen rukye43 ve manevi tıp konusu,

41 Buhârî, “Tıbb”, 19, 53; Müslim, “Âdâb”, 101, 102, 103. 42 Akseki, Peygamberimizin Vecizeleri, s. 142-150. 43 Çelebi, İlyas, “Rukye”, DİA, XXXV, 219.

leh ve aleyhinde görülen birtakım rivayet ve yorumlarla hadis literatüründe belli bir konuma sahip olup44 dönem açısından sıkça tartışılan konular arasındadır.

H. Y. rumuzlu Beyânülhak yazarının, Hoca Fehmi’ye yönelik itirazlarına yukarıda kısmen değinilmişti. Sözü edilen yazar, muhatabının makalesindeki “Cenâb-ı Peygamber kendilerine müracaat eden hastalara hiçbir vakit, şunu bunu okuyunuz demediler…” cümlesini rukye gibi tedavi türlerinin cevazına karşı bir itiraz olarak algılamıştır. Güvenilir ravilerin, Hz. Peygamber’e (s.a) kasten bu türden haberler isnad etmelerinin düşünülemeyeceğini vurgulayan yazar, makalesinde rukyenin cevazına dair toplam 9 rivayete yer vermiştir.45

Yazara göre; İslam’ın ilk zamanlarında birtakım şirk unsurları barındırması sebebiyle her ne kadar Rasûlullah (s.a) tarafından yasaklansa da tevhit akidesinin oturmasıyla birlikte “Kur’ân ayetleri, esmâ ve sıfât-ı ilahiyye” ile yapılan rukyelere izin verilmiştir. Tedavi olunmasını emreden ve her hastalığın şifasının var olduğunu bildiren hadislerdeki mutlak tedavi olgusu, gerek maddi ilaçlar, gerekse de rukye gibi manevi tedavi yollarını gösteren rivayetlerle açıklığa kavuşmuştur. Diğer taraftan, yazara göre her geçen gün gerçekleşmekte olan bilimsel gelişmeler daha derin düşünmeyi gerektirirken “birtakım ehliyetsiz ve kötü niyetli kimseler üzerinden rukye kökünden inkâr edilmektedir”. Maddi ilaçların etkisi görülmediği zaman olumsuz bir hüküm verilmediğine göre, manevi tedavi yöntemlerinin tesirinin görülmediği durumlarda da tamamıyla bir inkâr düşüncesine girişilmemelidir. Dolayısıyla maddi tedaviye başvuran ihtiyatlı bir hastanın bu yola da başvurması doğal bir durumdur.46

II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında İstanbul ve civarında kolera salgını yaşandığı günlerde Sırât-ı Müstakîm idarehanesine gelen bir okur mektubu, dönem açısından rukye benzeri okuma yollu tedavi yöntemlerine karşı mevcut bakış açıları hakkında fikir veren önemli bir tartışmanın yaşanmasına yol açmıştır. Mektupta, önceleri ülkede salgın hastalıklar baş gösterdiğinde parayla hafızlar tutularak her tarafta

44 Hadis literatüründe rukye konusunu ele alan bir çalışma için bk. Atmaca, Veli, Hadislerde Rukye,

Rağbet Yay., İstanbul, 2010.

45 Makalede kaydedilen rivayetlerin, rukyenin cevazı yönünde delil olarak kullanılan rivayetlerle

büyük ölçüde örtüştüğü görüldüğünden (Krş. Çelebi, “Rukye”, DİA, XXXV, 220) buraya alınmasına gerek duyulmamıştır.

hatimler yapıldığı, o günkü salgın içinse kimsenin böyle bir işe teşebbüs etmediği belirtilerek; dergiden, bu uygulamanın yeniden ihyasını mevcut hükümete tavsiye etmesi yolunda ifadelere yer verilmiştir.

Söz konusu mektubun içeriğini mecmua sütunlarına taşıyan Mehmed Âkif [Ersoy] (ö. 1936), “Evet, böyle bir eski usûl var idi; lakin hiçbir vakit dindarâne değil idi! Önceki hükümet, konumunu tahkim için millete hücum eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi. Yoksa bulaşıcı hastalıklara karşı sıhhî düzenlemeleri tamamıyla uygulamaktan başka bir tedbir olamayacağını pekâlâ bilirdi” ifadeleriyle tepkisini dile getirmiştir. Dahası İslam’ın tıbba büyük bir değer atfettiği, tıp tahsilinin farz-ı kifaye olarak telakki edilip bir zamanlar zorunlu dersler arasında yer aldığı, geçmiş büyük ulemanın çoğunun tıpla da ilgilendiklerini hatırlatmıştır. Diğer taraftan Mehmed Âkif, tıp ve dinin ayrı mecralar olduğu sadedinde, “Nasıl olur da semavî bir dinin doktorların vazifesine karışması beklenebilir?” sorusunu yöneltmiştir. Bulaşıcı olsun, olmasın her türlü hastalığın tedavisi için doktorların sunduğu tedbirlere uymaktan başka bir çıkar yol bulunmadığının altını çizerek şu mütalaalara yer vermiştir:

“…Peygamber’den o devanın dua kitaplarında aranması lazım geleceği gibi bir işaret yahut tasrih ise asla vaki olmamıştır… bu hakâıkı tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık müdâvâtına kalkışmak zannedildiği gibi dindarâne bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle bir şey sığmayacağını söylemektir. Kur’ân-ı Kerim hastalara, evlere okumak için nazil olmamıştır. Kur’ân’daki şifa, cehelenin anladığı gibi değildir”.

Mehmed Âkif, sözünü ettiği dengelerin gözetilmemesinin toplum için veba ve kolera salgınlarından daha tehlikeli olacağı ikazıyla satırlarına son vermiştir.47

Bu yazıdan dört gün sonra, “Beyânülhak” imzalı ve “Sırât-ı Müstakîm’e Cevap” başlıklı bir reddiye yazısı yayımlanmıştır. Yazının giriş satırlarındaki atıflara ve ifade benzerliklerine bakılırsa; bu yazının Beyânülhak adına Ermenekli Mustafa Safvet tarafından kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır.

47 Mehmed Âkif [Ersoy], “Koleraya Dair”, SM, 4 Teşrinisani 1326, V, S: 115, s. 178-179.

Mehmed Âkif’in burada yer verilen hassasiyetleri, yakın tarihlerde kaleme aldığı Süleymaniye

Kürsüsünde (İstanbul, 1330) yer alan şu dizeleri hatırlatmaktadır:

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okumak, ne fal bakmak için!

Mustafa Safvet, Mehmed Âkif’in yazısıyla hemfikir olduğu noktaların teslimiyle birlikte; makalesindeki “Kur’ân tilaveti, zikir, dua ve salavat ile şifa dileminin gayr-i meşruluğu yönünde içerdiği kesin hükmün isabetsizliği”48 sebebiyle Mehmed Âkif’in satırlarını tenkit konusu yapmıştır. Bu bağlamda, Mehmed Âkif’in iddiasını ispat maksadıyla göndermede bulunduğu “Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey

indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir” ayetindeki49 şümûlün “okuma

yoluyla elde edilen şifayı” da kapsadığına dair Fahreddin er-Razî’nin (ö. 606/1210) ve diğer müfessirlerin görüşlerine yer vermiştir. Ayetin delaleten kapalı olduğu varsayılsa bile, âlim ve fakihlerin bu yolla şifa dilemenin cevazı yönünde hüküm istinbatına sevk eden pek çok hadisin var olduğunu belirtmiştir. Mustafa Safvet bir adım daha ötesinde, İbnü’l-Kayyim’in (ö. 751/1350) İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în adlı eserini örnek göstererek; “Müçtehitlerin ve geçmiş bilginlerin sözlerine itibar etmeyip Kitap ve sünnet ile amel etmek isteyenler de bu meselenin gayr-ı meşru olduğunu söyleyemezler” yargısına yer vermiştir. Mehmed Âkif’in o yıllarda Sırât-ı

Müstakîm’de Mısırlı isimlerden tercümeler yaptığı bilgisi ve dönemin mezhep

tartışmaları bir arada değerlendirilirse; Ermenekli’nin son ifadelerinin muhatabına karşı dokundurma kastı taşıdığı anlaşılmaktadır.

Aynı üslubunu sürdüren Mustafa Safvet, Sahîh-i Buhârî ve Kur’ân hatimleri yapılmasının hiçbir hükümetle ilişkilendirilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir. Ayrıca maddi tedbiri elden bırakarak Allah’a yanlış manada tevekkül eden halka doğru bilgiyi aktarma yolunun “Kur’ân tilaveti ile teberrük ve şifa dilemeyi kesin surette inkâr ederek gazete sütunlarına taşımakla değil; cahil ahaliye ilim ve marifetin tamiminden geçtiğini” söyleyerek Mehmed Âkif’in üslubunu tenkit etmiştir.50

48 Mustafa Safvet’in bu tespiti, Mehmed Âkif’in yazısını nasıl anladığını ve kendisine neden tepki

gösterdiğinin ipucunu vermektedir.

49 İsrâ,17/82.

50 [Ermenekli Mustafa Safvet], “Sırât-ı Müstakîm’e Cevap”, BH, 8 Teşrinisani 1326, IV, S: 86, s.

1628-1629.

Mehmed Âkif’in makalesinin tenkit maksadıyla birebir alıntılandığı bu yazının geçtiği ilk sayfada; İstanbul ile bazı eyaletlerde baş gösteren kolera salgınına karşı bütün camilerde namazdan önce Ahkâf Sûresi, sonra ise salat-ı münciye okunmasına dair Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ-Penahî makamından imam ve müezzinlere yapılan tebliğin de yer alması dikkat çekicidir.

Bu tepki yazısına Mehmed Âkif’in nasıl bir karşılık verdiği bilinememektedir. Yazıların çıktığı dergilerde ikilinin bu tartışmayı devam ettirdiklerine dair bir tespitte bulunulamamıştır.

Mehmed Âkif’in 1893 yılında Baytar Mektebini birincilikle bitirdikten sonra başladığı memuriyet hayatında Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptığı51 hatırlanacak olursa, kendisinin bu tepkiselliğinde ihtisasının etkisi olabilir. Ancak bunun da ötesinde devlet ve toplum nezdinde karşılaştığı olumsuzluklara verdiği tepkilerin, öncelikli saik olduğu değerlendirilmektedir. Ayrıca burada tenkide uğrayan II. Abdülhamid (ö. 1918) döneminde, bulaşıcı hastalıklara karşı büyük bir mücadele verilerek mikrobiyoloji alanında Avrupa’da kaydedilen buluş ve yeniliklerin yakından izlendiği ve uygulandığı; karantina, tebhîrhâne, aşı üretimi, bakteriyolojihâne gibi kurumların yanı sıra hastanelerde bulaşıcı hastalıklarla ilgili ayrı birimler oluşturulduğu; frengi ve kolera gibi hızla yayılan hastalıklara mahsus hastaneler tesis edildiği52 bilinmektedir.

Mehmed Âkif’in sözü edilen gelişmelerden habersiz olduğunu düşünmek zordur. Sırât-ı Müstakîm sütunlarından cevap yazarak tartışmayı devam ettirmesi mümkün iken bunu yapmaması, karşı makale tarafından kendisinin maksadı biraz aştığı söylenebilecek ifadelerinin tadil edilen noktalarını zımnen kabul ettiği şeklinde anlaşılması mümkündür.

Diğer taraftan, aynı döneme ait başka kaynaklara göz atılması durumunda, Mehmed Âkif’in tepkisini halk nezdinde daha anlaşılır kılan kayıtlara da rastlanabilmektedir. Örneğin Mehmet Şemsettin Günaltay, çekirge afetine uğrayan

85. ve 86. sayılardaki her iki yazının da Mustafa Safvet’e ait olduğunu gösteren bir diğer ipucu, her ikisinin de rukye gibi okuma yollu tedavi yöntemlerinin cevazını kabul etmelerine ilaveten maddi tedavi yöntemlerinin ihmal edilmemesi mesajını vurgulayarak bitmeleridir.

51 Okay, M. Orhan – Düzdağ, M. Ertuğrul, “Mehmed Âkif Ersoy”, DİA, XXVIII, 433.

52 Sarı, Nil, “Tıp”, DİA, XLI, 103-104. Ayrıca bk. Tekeli – İlkin, Osmanlı İmparatorluğunda Eğitim

ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, s. 149-151. Konunun tarihî arka planına ve burada

vurgulanan bazı noktalara ışık tutan bir diğer çalışma için bk. Ayar, Mesut, Osmanlı Devleti’nde

Kolera Salgını - İstanbul Örneği (1892 – 1895), (Basılmamış Doktora Tezi), MÜ Türkiyat

Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2005.

Ayrıca Mehmed Âkif’in kolera meselesinde verdiği tepkinin değerlendirmesi için bk. Kara, Din ile

Modernleşme Arasında, s. 200-201; Özdinç, “Allah’ın Kaderine Kaçmak: Veba ve Kolera Etrafında

bir Osmanlı vilayetinde devletin mücadele etmek için gerekli çalışmaları başlattığı sırada cahil birinin vaaza çıkarak çekirgelerin Allah tarafından bir ceza olarak gönderildikleri ve onları yok etmeye çalışmanın ilahi emre karşı koymak anlamına geleceği yolunda telkinlerde bulunduğunu bir arkadaşından hayretle işittiğini aktarmaktadır. Bu konuda insanları aydınlatmak için vaaz kitaplarını tetkike başlayınca ise; Dürretü’n-Nâsihîn’de, “Çekirgelerin kanatları üzerinde, ‘Biz bir nevi askeriz. Allah bizi zulüm ve fesat zuhur ettiği zaman dört bir yanı ve beldeleri tahrip etmeye musallat eder’”53 satırlarına rastladıktan sonra baştaki hayretinin yersizliğini belirtmektedir.54 Şu halde aralarında rukyenin de yer aldığı okuma yollu manevi tedavi yöntemlerine karşılık var olan tepkisel yaklaşımlarda, maddi sebeplere başvurmada yetersiz kalmak gibi yer yer mevzû rivayetlerle de beslenen kader inancındaki sapmaların belli bir pay sahibi olduğu anlaşılmaktadır.