• Sonuç bulunamadı

Muhteva Tenkidi Kriterlerine Yönelik Değerlendirmeler

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.2. HADİS TENKİDİ TARTIŞMALARI

1.2.4. Muhteva Tenkidi Kriterlerine Yönelik Değerlendirmeler

Bir üst başlıkta da ifade edildiği gibi, “hadis metinlerinin tenkidi” meselesi bir kısım hadis ilimleri ve kavramlarıyla ilintili olarak geçmiş tatbikatta belli bir olgusallık düzeyine sahip olup ilk dönemlerden itibaren muhaddis ve fakihler tarafından bilinen ve uygulanan bir yöntemdir. Sözü edilen ilim adamlarının, hadis senedinin ya da metninin tenkidi şeklinde bir ayrıştırmaya gitmeksizin toptan ele aldıkları bu mesele, modern dönemde Müslümanların yalnızca sened tenkidiyle meşgul olup hadis metinlerini değerlendirmeye tabi tutmadıkları iddiasının bir

251 Cerh ve tadil değerlendirmelerinde öznellik sorunu için bk. Polat, Hadis Araştırmaları, s. 53-84. 252 Polat, Hadis Araştırmaları, s. 193.

yansıması olarak ve “sened tenkidi” kavramına alternatif olarak kullanılmaya başlanmıştır. Diğer bir ifadeyle, zamanlara göre oranı değişmekle birlikte var olan bu uygulamanın çağdaş döneme gelinceye dek “nakd/ intikâd/ tenkit” kelimeleri ile ıstılahî bir kullanımı tespit edilememektedir. Muhteva tenkidinin -en yalın anlatımıyla- “hadis metinlerinin çeşitli deliller ışığında sıhhatinin ortaya konulması” şeklinde tarif edilmesi durumunda, belli değerlendirme ölçütlerinin devreye girmesi gerektiği açıktır. Ayrıca geçmiş tatbikatta uygulanagelen ve bazılarına aşağıda değinilecek olan bu ölçütlere, modern dönemde “bilime aykırılık” ölçütünün de eklendiğini belirtmekte fayda vardır.254 Tarihî süreçte sened ve metin merkezli mesailerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığı ve bu çerçevede ayrıştırma anlamına gelebilecek yaklaşımların ilmî isabetliliği hususu bir tarafa, modern yaklaşıma uyularak dönem ilim adamlarının muhteva tenkidi kriterleri kapsamına giren değerlendirmelerinin aşağıdaki şekilde ele alınması mümkündür.

Hüseyin el-Cisr, çalışma döneminin öncesine ışık tutan önemli bir referans olma özelliğine daha önce temas edilen er-Risaletü’l-Hamîdiyye’sinde, içinde bulunduğu ilmî muhitten hareketle, “Peygamber Efendimiz’den nakil ve rivayet edilen hadislerde, açık manaları akıl kanunlarına, kesin delillerle ispatlanmış bulunan fen konularına ve yeni buluşlara aykırı görülen bir takım hadisler de bulunuyor” iddiasına sahip kimselerin zuhur etmeye başladığını söylemektedir. Hüseyin el- Cisr’in ilgili çalışmasını sonlandırırken kullandığı “Ben bir kitabın daha hazırlanmasına başlıyorum ki; maksadım onda Kur’ân âyetlerinden ve hadislerden aklî delillere ve yeni buluşlara aykırı görünen ibareleri alarak onları arz edilen dinî kaidelere uydurarak sahih tevillerle akıl kanununa uygulamaktır” ifadeleri255 oldukça dikkat çekmektedir. Onun kaydettiği bu bilgiler, dâhilî bünyeden hareketle hadislerin akla ve bilime aykırılık iddialarının varlığının ve bir adım daha ötesinde bunlara karşı koyma maksadı taşıyan proje bir eser yazımının, çeviri bir çalışma vasıtasıyla fikrî kamuoyuyla paylaşıldığını göstermesi bakımından önemlidir.

254 Kaydedilen değerlendirmeler, muhteva tenkidinin tarihî süreçteki yeri, değerlendirme kriterleri ve

konuya dair ilmî çalışmaların bir listesi için bk. Polat, Hadis Araştırmaları, s. 193-268; a.mlf., Metin

Tenkidi, s. 24, 294, 313-314; Yıldırım, Hadiste Metin Tenkidi, s. 35, 37, 81-152, 415-663.

255 Hüseyin el-Cisr, Risale-i Hamîdiyye ve Zeyli, trc. Manastırlı İsmail Hakkı, s. 460-461, 466.

Diğer taraftan, Hüseyin el-Cisr’in yazmayı vaat ettiği çalışmasının el-Husûnü’l-Hamîdiyye olması kuvvetle muhtemeldir.

Hadisleri anlama faaliyetleri sırasında Arapça dilbilgisi kurallarının ve anlam bilgisi birikiminin hayatî bir işlev gördüğü bilinen bir husustur. Dahası rivayetlerin sarf ve nahiv kaideleri bakımından bozukluğu, Hz. Peygamber’in üslup özellikleri de dikkate alınarak fesahat ve belagat ilkeleriyle uyumsuzluğu gibi noktalar, ilgili rivayetlerin mevzû olabileceğini gösteren alametler arasında sayılmıştır.256 Bununla birlikte, Süleyman Nazif (ö. 1927) ve Batıcı çizgide biri olduğu anlaşılan Ubeydullah Efgânî’nin başını çektiği anlaşılan Ramazan orucunun meşru bir mazeret olmaksızın fidye ile geçiştirilebileceği iddiasının eleştirisini yaptığı esnada Mustafa Sabri, âyet ve hadislerin tetkiki sırasında Arap dili ve belağatı kurallarına başvurulmasının “i‘lâlcilik” adı verilerek gereksizliğine hükmeden kesimlerin var olmaya başladığı bilgisini vermektedir. Mustafa Sabri’nin “memleketimizde yeni bir hastalık” diye nitelediği ve kaynağını cehalet olarak belirlediği bu yaklaşımın çıkış zamanının Cumhuriyet’in ilk yılları olduğu anlaşılmaktadır.257

Bir Sebîlürreşâd okurunun, bazı rivayetlere dayanarak sarık sarmanın bütün Müslümanlara teşmil edilmesi gerektiği yönündeki mektubuna karşılık İzmirli’nin aynı sütunlara taşıdığı cevabî yazısı, hadislerin anlaşılması ve tenkit araştırmalarına konu edilmesi bağlamında –yukarıda Mustafa Sabri’den kaydedilen anekdot gibi- önemli bir bağlam bilgisi vermektedir. İzmirli özetle, şeriatin ve Hz. Peygamber’in maksatlarına vakıf olmaksızın ve selef ilim ehlinin tenkitlerine bakmaksızın her nerede bir hadis bulursa onunla istinbat ve ihticaca kalkışan kimselerin varlığına dikkat çekerek bu anlayışın yaygınlaşmaya başladığına şöylece dikkat çekmektedir:

“Zamanımızda ‘usûl-i hadis’ bilmeyenlerin hadis-i şeriften mana çıkarmaya yeltenmeleri adeta moda hükmüne girdi. Bunun için ne kadar teessüf olunsa yeri vardır[!]”.258

Şu durumda; hadislerin anlaşılması ve tenkidi bağlamında Mustafa Sabri’nin verdiği bilgi, ileri sürülen lügavî açıklamaları hafife alan; İzmirli’ninki ise Kur’ân ve sünnet bütünlüğü ile geçmiş tenkit birikimini göz ardı eden bazı ehliyetsiz kesimlerin

256 Bk. Kandemir, Mevzu Hadisler, s. 181. 257 Bk. Mustafa Sabri, Meseleler, s. 166 vd.

Mustafa Sabri’nin ilgili çalışması her ne kadar “Din-i İslam’da Hedef-i Münakaşa Olan Mesâil” başlıklı 1908-1911 aralığında Beyânülhak’ta çıkan bir makale serisinden oluşmakta ise de, ilgili mecmuada yer almayan yukarıdaki kısmın muhtevası ve atıflarıyla -belirtildiği gibi- Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait olduğu anlaşılmaktadır.

258 İzmirli, “[Her Müslümanın Sarık Sarması Vacip midir?] Cevap”, SR, 5 Haziran 1330, XII-I, S:

gün yüzüne çıkmaya ve yayılmaya başladığına işaret etmektedir. Kaydedilen bilgiler, aynı zamanda yaklaşık bir asır önce hadislere ve hadis ilimlerine yönelik bu türden menfi yaklaşımların varlığını göstermesi bakımından tarihî bir nitelik arz etmektedir. Çalışmalarında zihnî yapı olarak metodolojik ve sistematik düşünceye sahip bir kimlik çizen İzmirli’nin, sözünü ettiği kimseleri “müfrit ve mütecâviz” / “müfrit ve mütekâsır” şeklinde iki gruba ayırdığı görülmektedir.

Diğer taraftan, İzmirli’nin muhtelif çalışmalarında “Kur’ân’ın açık nassına, sünnet bütünlüğüne, zorunlu aklî ilkelere, tabiat/sünnetullah kanunlarına ve fen bilimlerinin sonuçlarına aykırılık” ölçütlerini kabul ettiği anlaşılmaktadır.259

Luğavî nitelikte sayılabilecek bir tartışma olarak; astronomiye ilişkin

Mahfil’de yayımlanan bir makale serisi, tenkit ve anlama faaliyetleri sırasında

hadislerdeki söz sanatlarının da göz önünde bulundurulması vurgusunu ön plana çıkaran birkaç tartışma yazısının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. İlgili mecmuada bilhassa fennî yazılarıyla ön plana çıkan Hafız Abdurrahman260 isimli yazarın, kıyametin kopuşunun nasıl gerçekleşebileceğine dair bazı ihtimalleri sıraladıktan sonra “Sûra üfürdüğü gün…” âyeti261 üzerinden “İsrafil’in çalacağı sûrun maddi bir boynuz/boru olmadığına, sûra üfürmekten maksadın dünyanın başka bir gök cismi ile çarpışmasından ve merkezindeki gazların serbest kalışından kaynaklanan sesler” olduğuna dair yorumu,262 Mustafa Hakkı263 isimli bir diğer okur tarafından tartışmaya açılmıştır.

Muhatabının genel olarak, ele aldığı konulara ilişkin hadisler bulunmasına rağmen sadece âyetler üzerinden yorumlara giriştiğini düşünen Mustafa Hakkı, bu bağlamda ona “sûrun, içerisine üflenen bir boru/boynuz olduğunu”264 ve “üflemekle

259 İzmirli’nin, ilgili kriterleri ağırlıklı olarak Hızır’ın hayatta olup olmadığı problemi merkezinde

işlemiştir. Uzun bir sürece ve farklı çalışmalara yayılan değerlendirmelerine “İkinci Bölüm”de ayrıntılı olarak yer verilecektir.

260 O sıralar Erkân-ı Harbiye Miralaylığı görevinde bulunduğu anlaşılan yazarın ilgili mecmuada çıkan

yazılarının listesi için bk. Erginöz, Mahfil Mecmuası ve Tahlilî Fihristi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 59-60.

261 “Sûr’a üfürüldüğü gün, -Allah’ın diledikleri müstesna-, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete

kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler”. Neml, 27/87.

262 H[afız] Abdurrahman, “Arzın Son Günü”, Mahfil, Receb 1343, V, S: 57, s. 159. 263 Yazarın, o sıralar Ödemiş’te müderrislik yaptığı anlaşılmaktadır.

264 Ebû Dâvûd, “Sünne”, 24; Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyâme ve’r-Rekâik ve’l-Vera‘’, 8; Ahmed b. Hanbel,

görevli meleğin sûru ağzına almış, alnını eğmiş ve üfleme emrini almaya kulak kesilmiş vaziyette beklediğini”265 bildiren rivayetleri hatırlatmaktadır. Akabinde ise; lafızları itibarıyla kayıtlayıcı rivayetler mevcutken bilimle uyuşmak arzusuyla tevillere sapmanın gereksizliğine dikkat çekmektedir.266

Buna karşılık Hafız Abdurrahman, -tefsiri ilgilendiren diğer açıklamalar bir tarafa- âyetler ışığında sûrun varlığının ve üfleme işinin inkâr edilemeyeceğini kabul etmekte; ancak sûrun mahiyetine dair ilim adamları arasında bir ittifak bulunmamasından hareketle maddî bir sûr imajına karşı çıkarak bunun yerine sûrun, “cismanî âlemlerin değişimi sırasında gerçekleşecek kozmolojik olaylara ait bir remiz” biçiminde anlaşılabileceği düşüncesine yer vermektedir. Tam da bu noktada Hafız Abdurrahman, kaydedilen ilk rivayetin bir bedevînin “Sûr nedir?” suali dolayısıyla vârit olmasıyla ikinci rivayetin üslubu arasında alaka kurarak ikinci rivayetteki cümlelerin mezkûr soruya gayet uygun birer teşbihî ve temsilî anlatım ifadeleri olabileceği ihtimalini ön plana çıkarmakta ve bu çerçevede daha başka argümanlar sunmaya çalışmaktadır.267 Özellikle son kaydedilen değerlendirmeler, hadislerdeki bir kısım ifadelerin söz sanatlarına hamli ile -ret düşüncesi olmaksızın- rivayetlerin bilimsel yorumlara da konu edilebildiğini örneklemesi bakımından kayda değerdir.

Mehmet Şerefettin Yaltkaya’nın (ö. 1947), muhaddislerin sened merkezli mesailere yoğunluk vermelerine rağmen metin üzerine eğilmedikleri yönündeki kanaatine daha önce yer verilmişti. Yaltkaya bu düşüncelerine yer verirken, metinlere yönelik değerlendirmelerin hangi kriterlerle yapılabileceğini örneklendirme yoluna gitmiştir. Onun kaydettiği sırayla, Allah Rasûlü’ne isnad edilen bir metnin; içerdiği ifadelerin ait olduğu dönemin muhiti ile intibak ve ilişkisinin bulunup bulunmaması, tarihî vakıalarla uyuşup uyuşmaması ve lafızlarının Hz. Peygamber’in üslubuna (tabir) uyup uymaması gibi noktalardan incelenmesi

265 Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyâme ve’r-Rekâik ve’l-Vera‘’, 8; “Tefsirü’l-Kur’ân”, 40; Ahmed b. Hanbel,

Müsned, V, 145; XIII, 89; XXXII, 91.

266 Mustafa Hakkı, “Erkân-ı Harbiye Miralayı Abdurrahman Bey’e Açık Mektup”, Mahfil, Şaban

1343, V, S: 58, s.181.

267 H[afız] Abdurrahman, “Müderris Mustafa Hakkı Efendi Hazretlerine”, Mahfil, Ramazan 1343, V,

S: 59, s. 206-208.

Yazarın, bu seriyi ilkesel açıdan din-bilim çatışmasının olamayacağı kabulünden hareketle kaleme aldığını belirtmesi ayrıca dikkate değerdir.

gerekmektedir.268 Yaltkaya’nın tafsilata girişmeksizin kaydettiği bu ölçütlerde, kelam ve mezhepler tarihi alt yapısının ön plana çıktığı açıkça görülmektedir.

Hadis metinlerinin tetkik ve tenkidinde bazı ölçütler ve bu çerçevede kısmî açıklamalar kaydeden bir diğer ilim adamı Ahmet Hamdi Akseki’dir. Bazı çalışmalarındaki değerlendirmelerine bakılırsa; Akseki’nin rivayetlerin kabule şayan olabilmesi için İslam’ın genel ilkelerine ve inanç kaidelerine, Kur’ân’a ve vakıaya mutabık olmasını şart koştuğu anlaşılmaktadır.269 Ancak onun asıl üzerinde durduğu konu, “Allah’ın kitabı bize yeter, biz ondan başkasını tanımayız” fikrinden hareketle sünnetin yegâne sıhhat ölçüsünü Kur’ân’a uygunlukta arayan güncel telakkiler dolayısıyla “hadislerin Kur’ân’a arzı” kriteri270 olmuştur. Akseki, Haricîlik zihniyetiyle ilişkilendirdiği bu bakış açısındaki çağdaş kimselerin, “arz hadisi”271 diye adlandırılan bir rivayete dayanmaya çalıştıklarını; ancak sünnetle öngörülen bir hükmün sıhhatinin ancak Kur’ân’da bulunması şartına bağlanmasının dini yıkmak anlamına geleceğini belirtmektedir. Sened ve metin yönüyle Kur’ân’a arz rivayeti aleyhindeki bazı değerlendirmelere yer veren Akseki; ilgili âyetlerde Hz. Peygamber’e uyulması bağlamında hiçbir ayrıma gidilmediğini, dolayısıyla da hadis ve sünnetle vaz‘ edilen bir hüküm için Kur’ân’da bulunma gibi bir sıhhat şartının ileri sürülemeyeceğini düşünmektedir. Akseki’nin, bu değerlendirmelere yer verdiği çalışmasını bitirirken rivayetlerin lafız ve mana özelliklerini de dikkate alarak kaydettiği şu cümleler, hadislerin anlaşılmasının yanı sıra sened ve metin açısından

268 Yaltkaya, “İslam’da İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler”, DİFM, Teşrinisani 1929, III, S: 13, s.

8.

269 Bk. Akseki, Hâtemü’l-Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi, s. 50;; Nevevî, Riyâzü’s-

Sâlihîn ve Tercemesi, I, xviii (Akseki’nin mukaddimesidir); Karakoyun Gündoğdu, “Ahmet Hamdi

Akseki’nin ‘Hızır Aleyhisselam’ Adlı Eseri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2013/1, S: 31, s. 251.

270 Hadislerin Kur’ân’a arz edilmesi sırasında karşılaşılabilecek muhtemel sorunlar hakkında önemli

tespitler için bk. Polat, Salahattin, “Hadislerin Kur’ân’a Arzının Problemleri”, Sünnetin Dindeki Yeri, 1995, s. 177-185.

271 Akseki, bir takım lafız farklılıklarıyla vârit olan ilgili rivayet için şöyle bir çeviri kaydetmiştir:

“Muhakkak siz benden sonra ihtilafa düşersiniz, aranızda fikir ayrılıkları çıkar; öyle ise benden size bir hadis rivayet edildiğinde, onu Allah’ın kitabına arz ediniz, onunla karşılaştırınız. Ona muvafık olan bendendir, muvafık olmayan benden değildir”.

İlgili rivayet, temel hadis kaynaklarında tespit edilememektedir. Rivayetin menfi değerlendirmeler eşliğinde kaydedildiği nispeten erken tarihli birkaç kayıt için bk. Beyhakî, Ahmed b. Hüseyn,

Ma‘rifetü’s-sünen ve’l-âsâr, I, 111; İbn Abdülber, Yusuf b. Abdillah, Câmi‘u beyani’l-ilm ve fazlih,

tenkit edilmesi bağlamında kendisinin bazı konjonktürel çekinceler taşıdığı fikrini ihsas etmektedir:

“Sonra Kur’ân gibi hadisin de muhkemi, müteşabihi, nâsihi, mensuhu, hükmü âmm ve hâs olanı, birbiriyle mütenakız ve mütearız gibi görünenleri vardır. Ve bütün bunlar hakkında çok mühim kitaplar da yazılmıştır. Usûl-i hadis, nakd-i ricâl başlı başına birer ilimdir. Hadis profesörlerinin, hadis ile meşgul olmak isteyenlerin bir hadisi tetkik ederken veyahut hadis ve sünnet hakkında söz söylerken yukarıdan beri işaretle geçtiğimiz esaslar dâhilinde yürümeleri lazımdır. Hadis hakkında hiçbir fikri, esaslı hiçbir tetkiki olmadığı halde hadis aleyhinde bulunmak cehilden başka bir şey değildir”.272

Hadis ve tarih tenkit usûllerini karşılaştırdığı sırada Ahmed Naim, akla ve bilime aykırılık ölçütlerini bir arada işleyerek; sözlü veya yazılı şekilde aktarılan bir olayın iç yüzünün öncelikle bu iki esasa uygunluk derecesine bakıldığını kaydetmektedir. Dahası Ahmed Naim, yaşanan dönem itibarıyla gerçekleşen teknolojik ilerlemeler sayesinde kısa süre öncesine kadar akıl prensiplerine aykırı görünen birçok şeyin imkânına kapı aralandığını belirterek; müşahede, his ve tecrübe esaslarına dayanma yoluna giren tarihin, bu bağlamda adaletle bilinen ravilerin şahitlik ve rivayetlerinin yalnızca “Şu olayın benzerine tesadüf edilmemiştir, bu olayı aklım almıyor” gibi indî mütalaalarla reddedilmesinin ciddî bir duruş olamayacağını vurgulamaktadır. Ayrıca haber-i vâhitin yaşanan hayatta, hukukta ve hatta bilimsel tecrübede yakîn ifade etmeyeceği kabulünün mutlak olmadığını, şartlarına uygun bir mütevatir habere inanmamakta ısrar etmenin, aklî prensiplerle çelişmek anlamına geleceğini göstermeye çalışmıştır.273 Böylelikle Ahmed Naim’in sadece akla aykırılık ölçütünün zeminini etüt etmekle kalmayıp İslamî rivayetlerin sağlamlığı lehinde gizil bir savunma yaptığı söylenebilir.

Akla aykırılık prensibine, haber-i vâhitin reddini gerektiren sebepler bağlamında da eğilen Ahmed Naim; bir rivayetin tevil kabul etmeyecek şekilde sarih akla, Kur’ân nassına, mütevatir sünnete ve ümmetin icmasına aykırı düşmesinin onun reddini gerektirdiğini kaydetmektedir. Bu noktada Ahmed Naim, akla aykırılık prensibi bakımından Müslüman ilim adamları ile muasır şarkiyat uzmanları ve bilim adamları arasındaki en derin bakış açısı farklılığının, aklın uzak gördüğü (istib‘âd)

272 Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn ve Tercemesi, I, xx-xxiii, xxix (Akseki’nin mukaddimesidir). Ayrıca bk.

A.g.e., I, vi, x, xii.

şeylerin derece ve sınırlarını belirlemek noktasında yaşandığını düşünmektedir. Onun yer verdiği en kritik tespit ise, bu ayrımın nesnel değil daha çok felsefî gerekçelere dayanmasıdır. Yine sözü edilen ayrım, Batılı araştırmacıların “mucize rivayetleri” başta olmak üzere “vahiy, nübüvvet, meleklerin varlığı, ahiret hayatı” gibi konulara dair eleştirilerinin anlaşılabilmesinin temel sebebi olmaktadır.274 Felsefî birikimiyle Ahmed Naim’in, İslam ve Batı tenkit zihniyeti arasındaki bakış açısı farklılığını “akıl” kriterinin tanımlanmasına ve ona verilen alanın genişliğine bağlaması önemli bir teşhis ve tespittir. “Muhal” yerine “müsteb‘ad” kavramını kullanması, onun doğru terim kullanma hassasiyetini olduğu kadar meseleye bakışının çıkış noktasını yansıtmaktadır. Ahmed Naim aklîlik prensibine ilişkin kaydedilen bakış açısını, gerek Tecrîd-i Sarîh Tercemesi’nin bölüm başlıklarına attığı uzun notlara gerekse de münferit hadislerin şerhi esnasında düştüğü yorumlara yansıtmıştır.275 Ahmed Naim’in aklîlik ilkesini, kapsamı güncellemeye sürekli açık olan bilimsellik ilkesinden tamamen ayrıştırmadığını tekrar vurgulamakta yarar vardır.

Muhteva tenkidi kriterleri bağlamında Yusuf Ziya Yörükan’ın da kayda değer açıklamaları bulunmaktadır. Yörükan ilk olarak; L. Caetani’nin, hadislerin kahir ekseriyetinin h. II. ve III. asırlarda Müslüman yaşantısının bir tür yansıması olduğu kabulünün zaruri bir sonucu olarak “bir hadisin sıhhatini belirleme yolunun ancak üslubundaki ibtiadilik ve belirsizlik [!] olduğu” iddiasını ele almıştır. Yörükan, hadisin sıhhati söz konusu edildiğinde Kur’ân’a, Hz. Peygamber’in ashâbına öğrettiği dinin ruhuna ve üslupça Arap dili kurallarına uygunluğun, bunlardan sonra ise isnad araştırmasının devreye gireceğini belirtmektedir. Yörükan, o gün itibarıyla hadisler üzerinde incelemelerde bulunan muasır araştırmacıların hadis ile Kur’ân’ın üsluplarını ya da hadis ile edebî bir sözün sahibinin üslubunu ve asrını ayıramazken muhatabının kaydettiği ölçünün bilimsel olmadığını kaydetmektedir.276

Yörükan, başka bir çalışmasında ise modern zamanlar için metinlerin sıhhatinde aranacak şartları genişleterek şöyle sıralamaktadır: 1. Akla muhalif olmama, 2. Kur’ân’a muhalif olmama, 3. Ruh-i İslam’a, Peygamber’in malum olan

274 Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi, s. 279-280.

275 Ahmed Naim’in akıl-müspet bilim düzleminde bazı değerlendirmeleri için bk. Hansu, Babanzâde

Ahmet Naim, s. 82-87.

276 Yörükan, “Hüseyin Cahit Bey’in İtalyanca’dan Tercüme ve Neşrettiği Leone Caetani’nin İslam

hayat tarzına ve sahih hadislerine aykırı olmama, 4. Tabiat kanunlarına, fıtratın icaplarına ve içtimaî kaidelere aykırı olmama, 5. Vakaların tarihî ve tabiî cereyanına aykırı olmama.

Bir üst paragraftaki ifadelerinin geçtiği çalışmasının aksine; bu beş ölçüte ilgili senedin sıhhatinin ortaya konulmasından sonra başvurulacağını söyleyen Yörükan, metnin bu ölçütlerden biriyle uyuşmadığı takdirde derhal mevzû sayılacağını; ancak ilk devirden itibaren uygulanagelen tenkit kriterleri dolayısıyla pratikte böyle bir hadisin bulunmadığını kaydetmektedir.277 Yörükan ilerleyen sayfalarda konuyu, “metinden maksadı anlamak, dil ve edebiyat kaidelerinden çıkarılacak manalara dikkat etmek ve mananın Peygamber’in diğer hadislerine, Kur’ân’a, akl-ı selime ve vakıaya uygunluk düzeyini bilmek” şeklinde tanımladığı “dirayetü’l-hadis” ile ilişkilendirmektedir. Bu noktada o, Ebû Hanife (ö. 150/767) ve talebelerinin metnin dirayeten sahihliğine yaptıkları vurguya ve mana rivayetine mesafe koymalarına değinerek onların daha mutedil bir yol izlediklerini belirtme gereği duymuştur.278

Yörükan, özellikle dikkat çekilmesi gereken dördüncü madde de dâhil olmak üzere sıralanan değerlendirme ölçütleri hakkında daha fazla ayrıntı vermemiştir. Ancak buradaki değerlendirmelere yer verdiği çalışmasının siyere tahsis edilen kısmında Hz. Peygamber’in, dönemin komşu devlet başkanlarına gönderdiği İslam’a davet mektupları konusu bağlamında kendisinin de beşinci madde olarak kaydettiği “tarihî vakalara aykırılık” ölçütüne ilişkin görüşlerine temas edilebilir.

Yörükan bu bağlamda; Rasûl-i Ekrem’in, Mısır genel valisi Mukavkıs’a (ö. 21/642 [?]) davet mektubu göndermesi ve onun da Hz. Peygamber’e çeşitli hediyeler yollaması gibi öncesi ve sonrasındaki olaylarla sebep-sonuç ilişkilerinin takibiyle de tahakkuku kesinleşen bir vakanın, kronolojik açıdan bazı tarihlerin çarpışması sebebiyle tekzibinin gerekmeyeceğini vurgulamaktadır. Yörükan’ın, şarkiyatçıların İslam’a davet mektuplarına dair iddialarının etkisiyle yaptığı anlaşılan bu açıklamaları, o devirlerde kronolojik tarih mefhumunun, gün ve ay adlarıyla değil de büyük vakaların arasıyla tespit edildiği; dolayısıyla da doğru tenkit ölçüsünün

277 Yörükan, İslam Dini Tarihi, s. 479-480. 278 Yörükan, İslam Dini Tarihi, s. 483-485, 487.

vakaların sebep ve sonuçlarının yanı sıra onların ortaya koyduğu verilere (fevâid ve