• Sonuç bulunamadı

Hz Peygamber’in Tasarruflarının Tasnifi

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.1.3. Bağlayıcılık Açısından Hadis ve Sünnete Yönelik Değerlendirmeler

1.1.3.1. Hz Peygamber’in Tasarruflarının Tasnifi

Sünneti “gayr-i metlüv vahiy” kategorisinde kabul müştereğinde birleştiklerine daha önce işaret edilen Ahmet Hamdi Akseki ve Yusuf Ziya Yörükan’ın, Hz. Peygamber’in tasarruflarının şer‘î bağlayıcılık açısından ayırt edilmesi konusu üzerine eğildikleri tespit edilmiştir.

Akseki, konuya ilişkin değerlendirmelerine hadis ve sünnet kavramları hakkında önemli tespitlerde bulunduğu bir çalışmasında yer vermiştir. Akseki bu çalışmasında, hadis ve sünnet ıstılahlarının bağlayıcılık açısından incelenmesi durumunda hepsinin illa ki tek tek teşriî bir hüküm vaz‘ etmediklerinin görüleceğini belirtmiştir. Ona göre; sünnet ve hadis bilgisinin ihtiyaçlara, beşerî ihtiyaçlar kaynaklı hususlara, belli bir ilim dalını ilgilendiren ya da toplumsal âdetler dolayısıyla ortaya çıkan uygulamalara, içinde bulunulan özel ve münferit durumun gerektirmesi sonucu yapılan şahsî tecrübe ve tedbirlere dair olan kısımları teşriî hükümlerden olmayıp bunların yapılmaları ya da yapılmamaları istenmemektedir. Çerçevelenen türlerin bağlayıcılık ifade etmeleri ancak açık bir emir içermeleri durumunda söz konusudur. Ancak yine de dönemin şartları dikkate alınarak bağlayıcılık vasfı taşımayan bu tür sünnetlerden istifade etme yolları aranabilir.

Devamla Akseki, Allah Rasûlü’nün (s.a) şer‘î bir hükmü bildirmesinin şu dört vasfından biriyle olduğunu aktarmıştır. 1. Tebliğ, 2. İftâ, 3. Kazâ, 4. İmamet. Tebliğ vasfı, bir peygamber olarak Allah’tan alınan bilgilerin kıyamete dek bütün mükellefleri bağlayıcı olarak birebir aktarılması demektir. İftâ, kendisine sorulması durumunda Hz. Peygamber’in bağlayıcı olarak dinî bir konunun ya da bir ayetin izahını yapmasıdır. Hâkimlik yapmak da denilebilen kazâ, müracaat edilmesi durumunda iki ya da daha fazla kimse arasında meydana gelen anlaşmazlıkları

72 Son birkaç yüzyıl zarfında İslam dünyasında yapılan bağlayıcılık açısından sünnet tasnifleri ile aynı

doğrultuda Batı’da yapılan değerlendirmeler hakkında bk. Şimşek, Murat, İslam Hukukunda

çözme maksadı taşıyan, ilgili taraflara özel biçimde verilen hükümlerdir. İmamet ise, Müslümanların yöneticisi olmak sıfatıyla kamu yararını gözeterek verilen; ancak yapılmaları devletin iznine tabi olan uygulamalardır.73

Akseki’nin burada asıl üzerinde durulması gereken vurgusu, hadis ve sünnetle meşgul olan kimseler için bu tasarrufların ayrımına varılmasının niçin gerekli olduğu hususudur. Onun ifadesiyle, rivayetler nakledilirken bu vasıflarla ilgili bir bildirim ve ayrım çoğu kez yapılmadığından ilgili rivayetin zahirine bakılarak asıl maksat gizli kalabilmiştir. Rivayetleri böyle bir ayrıma tabi tutmaksızın toptan teşrî makamında ele almak isabetli bir yaklaşım değildir.74 Akseki’nin mevcut bağlayıcılık tasniflerinden birkaçını kendi döneminin önemli çeviri çalışmalarından biri olan

Riyâzü’s-Sâlihîn Tercemesi’nin önsözünde kaydetmesinin asıl sebebinin, ilk yayım

tarihinin 1949 olduğu dikkate alınırsa, belirtilen mesajı okurlara vermek olarak düşünülmektedir.

Akseki’den birkaç yıl sonra yine yukarıda geçen dörtlü tasnifi tetkik eden Yusuf Ziya Yörükan, “tebliğ” vasfını “risalet” diye isimlendirmek suretiyle konuya ilişkin önemli açıklamalarda bulunmuştur. Akseki gibi Yörükan da, hadislerin ifade ettiği mükellefiyetin/teşriî değerin doğru olarak bilinebilmesinin, sözü edilen vasıfların dikkate alınmasına bağlı olduğunu düşünmektedir. Ancak bu noktada özellikle de “Kur’ân’da mevcut hükümleri tefsir etmek ya da Kur’ân’da bulunmayan hükümler ihdas etmek” şeklinde tanımladığı risalet vasfı hakkındaki değerlendirmeleri dikkat çekicidir.

Yörükan’a göre; Hz. Peygamber’in vefatına dek vahyin kesilmemiş olması düşünülürse, kendisine Kur’ân dışında bir kanalla yeni bir vaz‘î hüküm gelmesinin gereği ve imkânı üzerinde iyice durmak gerekir. Eğer ayetlerin her zaman yürüklükte, genel geçer esasları; hadisin de zaman ve mekân ile sınırlı hususi maslahat ve ihtiyaçları cevaplandırdığı kabul edilmezse; yukarıdaki anlamda bir risalet vasfı, hadislerle tatbik sahasına getirilen hususların “ziyade ale’n-nass, nesh ya da ayetle sabit bir hükmün kapsamında değişiklik yapmak” ihtimallerinden biri

73 Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn ve Tercemesi, I, xiv-xvii (Akseki’nin mukaddimesidir); Akseki, Ahmet

Hamdi, “Dinî Mecmua ve Gazetelerin Fetva ve İşleri ve Taşkın Münakaşaları Hakkında”, İTAM, Aralık 1947, II, S: 90, s. 4-5.

altına girer. Dolayısıyla da konu, Hz. Peygamber’in açıkça bir “şâri” olup olmadığı çizgisine gelir. Her iki ihtimalin de ayetlerle desteklenmesi müsaittir. İşte Yörükan tam da bu noktada, İslam’ın çağlar üstülüğü ve kuşatıcılığına vurgu yaparak risalet vasfıyla sabit olan hadislerin iftâî ve kazâî bir çerçeve ve mahiyette ele alınmasının gerçeklikle daha uygun düşeceği fikrindedir. Onun bu yorumu, isabetliliği ayrı bir tarafa, önceki başlıklarda görülen hadis ve sünnet kavramlarına yönelik bakış açısıyla uyumluluk arz etmektedir.

Konunun devamında diğer üç vasfın bağlayıcılık değerleri üzerinde de duran Yörükan, iftâ vasfının “tebliğ ve teşrî” niteliği taşımakla beraber hususiyet ve muayyenliğinin daha ağır bastığı kanaatindedir. Aynı şekilde kazâî hükümler, ilgili olduğu dava konusuyla sınırlı iken imamet vasfıyla ortaya çıkan meseleler ise ortaya çıkış bağlamından kopuk olmayıp içtihat ve maslahat esasına dayanmaktadırlar. Kıyaslanması durumunda Yörükan’ın risalet/tebliğ ve iftâ vasıflarının bağlayıcılığına bakışı Akseki’nin bakışı ile farklılık arz etmektedir.

Yörükan’ın bu meselede tebarüz ettirdiği en kıymetli vurgu, bağlayıcılık açısından sahip oldukları bu görüntüye rağmen özellikle son üç vasfın “İslam’ın asıl büyük/geniş yolunu çizen hatlar” oldukları çıkışıdır.75 Aslında bu tespit, temel hadis kaynaklarında fıkhî ve itikâdî ahkâm değeri içeren rivayetler dışında siyer, meğâzî, menâkıb, fezâil, hasâis, edeb gibi bölümlerin varlık sebebi hakkında bizlere kısmî bir cevap da sunmaktadır.

Akseki ve Yörükan’ın bağlayıcılık ya da tasarruflar konusunu ele alırken sahip oldukları ortak noktalardan biri de meseleyi bir şekilde içtihat kavramıyla da ilişkilendirmeleridir. Akseki, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin taksimi için Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’den (ö. 1762) aldığı “risalet makamıyla ilgili olanlar” ve “ilgili olmayanlar” şeklindeki ayrımdan hareketle; gerçekte böyle bir ayrımın var olmasının fıkhî meseleler için çok geniş bir saha açtığına dikkat çekmektedir. Dahası buradaki ikinci grup söz ve fiillerin varlığı ile açılan içtihat kapısından Rasûlullah döneminden başlamak üzere Hz. Ömer ve Hz. Âişe gibi içtihat ehliyetine sahip

75 Yörükan, İslam Dini Tarihi, s. 475-476. Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Köktaş, “Yusuf

Ziya Yörükan ve İslam Dini Tarihi Adlı Eserindeki Hadis ve Sünnetle İlgili Düşünceleri”,

birçok sahabînin yetiştiğini uzun bir şekilde anlatmaktadır.76 Buna karşılık Yörükan ise; Hz. Peygamber’in yer yer bir müftî, kadı veyahut imam vasfıyla gerçekleştirdiği tasarrufların ashâb tarafından örnek alınarak takip edildiğini belirterek daha o hayatta iken sahabenin giriştiği rey ve içtihat ameliyesine vefat ettiği gün icmanın da eklenmesiyle bu zihnî faaliyetlerin sonraki nesillere aktarıldığını ifade eder.77 Yine Yörükan’ın buradaki açıklamalarından, bazı sahabîlerin Hz. Peygamber’in fiillerini makâsıd çerçevesinde takip etmelerinin, onların hadis rivayetinde iksâr ya da iklâl yönündeki durumlarını etkilediği anlaşılmaktadır. Şu halde; ikilinin bu merkezdeki tespitleriyle hadis ve sünneti bağlayıcılık açısından doğru tahlil etmenin, hem fıkhî içtihat alanının genişlemesinde hem de anılan zihnî faaliyetlerin ilk andan itibaren içtihat ameliyesinin ortaya çıkmasında nasıl bir hayatî rol üstlendiği daha iyi anlaşılmaktadır.

Sebîlürreşâd yazarı Ahmed Şirânî’nin [Okumuş]78 (ö. 1942), tebliğ vasfı

gereği Hz. Peygamber’in her ne kadar ardında belli bir sünnet mirası bıraksa da bu miktarın da realite bakımından belli bir sınırının olabileceğini, bugün için elde mevcut Kur’ân ve sünnet birikiminden istinbat ameliyesinin kasten ilim adamlarına bırakıldığı yönündeki tespitini79 de, Akseki ve Yörükan’ın yukarıdaki değerlendirmeleri ile bir arada okumak gerekir.

Daha önceki müçtehit ve ilim adamlarınca yapılan tasarruf tasnifleri üzerine buraya kadar yapılan küllî değerlendirmelerin yanı sıra; sadece bağlayıcılık konusunun ya da sözü edilen vasıflardan birkaçının çeşitli vesilelerle kısmî olarak ele alındığı metinlere de rastlanabilmektedir.

Örneğin Zakir Kadirî Ugan, Akseki ve Yörükan’ın temas edilen görüşlerinden farklı olarak meseleyi hadislerin kitabeti bağlamında ele almış ve buradan hareketle mevcut merviyatın gereğinden fazla olduğunu düşünerek eleştiride bulunmuştur. Ona göre; Allah Rasûlü, dünyevî işlere dair şahsî sözlerinin önem

76 Akseki, “Dinî Mecmua ve Gazetelerin Fetva ve İşleri ve Taşkın Münakaşaları Hakkında”, İTAM,

Aralık 1947, II, S: 90, s. 5-8.

77 Bk. Yörükan, İslam Dini Tarihi, s. 496-501.

78 Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyye kurulu üyeliği de yapmış Ahmed Şirânî hakkında bk. Albayrak, Sadık,

Son Devrin İslam Akademisi, s. 150-151; Akman, Zekeriya, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyye (1918-1922),

s. 122-123.

79 Yahya Afif [Ahmed Şirânî Okumuş], “Hadis Tehlikesi”, SR, 26 Haziran 1340, XXIV, S: 606, s.

taşımadığını birkaç kez “Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz” hadisi80 çerçevesinde ifade etmesine rağmen, ravilerin bu incelikleri dikkate almaksızın onun her söz ve hatırasını hatta takrirlerini bile şer‘î bir delilmiş gibi nakletmeleri isabetli olmamıştır. Ugan daha da ötesinde, istisnaî izinler dışında kitabet yasağının aslında Hz. Peygamber’in ashâbına karşı bağlayıcılık ayrımına varamamaları yönünde taşıdığı müstakbel bir endişe olarak okumuştur.

Ugan, bağlayıcılık ayrımına varılamaması problemini, aynı zamanda o günün ilim anlayışı çerçevesinde hadis ilmine yöneltilen eleştiriler arasında saymıştır. Ugan mevzu bahis eleştirinin kendisine mi yoksa başkasına mı ait olduğunu açıkça belirtmemektedir. Bununla birlikte sözü edilen yaklaşımın, günümüze pek çok konuda rivayetin ulaşmasına yol açtığı, nikâh hadisleri örneğinde olduğu gibi, münferit her bir konuya inilmesi durumunda çelişkilerle karşılaşıldığı ve bu sorunun halli için de şarihlerin nesh, tevil gibi yollara başvurmaya mecbur kaldıkları, neticedeyse adeta ‘gereksiz bir rivayet yığını’ biriktiğini kaydetmektedir. Yer verilen ifadelere bakılırsa; burada çerçevelenen durumun, o devir Müslümanlarının hayata bakış açıları ve medeniyet tasavvurlarında; sosyal ve ticarî hayatlarında; Mehdî, Deccal, fiten, tasavvuf, züht, dünyevîlik gibi telakkilerinde menfi izlerinin açıkça görülebileceği savunulmaktadır.81

Ugan’ın özellikle son tespitlerine katılmak mümkün görünmemektedir. XIX. yüzyıldan itibaren değişik sebeplerle İslam toplumlarının arasına giren pek çok oryantalist ve Batılı seyyah, toplumsal bünyeyi bir arada tutan ve ona özgünlük katan aslî unsurun sünnet olduğu tespitini yakalayabilmişlerdir. Esasına bakılırsa Ugan da sünnet adına benzer bir sosyal işlev sezmekle birlikte neticede oldukça olumsuz bir kanaate ulaşmıştır.82 Şu kadarını söylemek gerekirse; Ugan’ın antropoloji ve tarih birikimi ile ilgili makalesinin konusu dikkate alınırsa, kendisinin İslamî merviyatın işlevi hakkında daha orijinal yorumlarda bulunması beklenirdi.

80 Bu rivayetle ilgili tahriç bilgisi ve yorumlara aşağıda yer verilecektir. 81 Ugan, Dinî ve Gayr-i Dinî Rivayetler, s. 92-94, 102, 105-107.

82 Ugan’ın buradaki görüşlerinin bir değerlendirmesi için bk. Güner, “Zakir Kadirî Ugan’ın Hadis

Sistematiğine Yönelik Eleştirilerinin Tahlil ve Tenkidi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İFD, 2004, S: 27, s. 91-92.

“Yahya Afif” takma adını kullanan Sebîlürreşâd yazarı Ahmed Şirânî’nin83, İslam’ın en son ve mükemmel din olabilmesi ve Allah Rasûlü’nün nübüvvet görevini tam anlamıyla yerine getirebilmesi için “tebliğ ve teşrî” vasıflarını ona ait zorunlu bir şart olarak temellendirmeye çalıştığı yazısı da konu açısından önemlidir. Öncelikle Şirânî, makalesini kaleme aldığı devrede sahih hadislerin yokluğu ya da nadirliği; mevcut rivayetlerin zayıf ya da toptan mevzûluğu yönünde oluşturulan menfi bir algının farklı ortamlarda içten içe yayılmaya çalışıldığını bildirmektedir. Sünnetin yanı sıra icma, kıyas ve bu deliller etrafında vücut bulan literatürü tasfiye maksadı taşıyan bu düşünce karşısında yazar, düşüncelerini tebliğ ve teşrî vasıflarına yaptığı vurgu ile paylaşmaya çalışmıştır.

Ahmed Şirânî’ye göre; son ilahi kitap olması dolayısıyla Kur’ân’ın sonsuz sayıda hüküm ihtiva etmesi gerektiği düşünülebilirse de, pratikte bu mümkün değildir. Bu yüzden, Kur’ân’dan açıkta kalan meseleler hakkında sünnetin ihtiyaca binaen hüküm tesis etmesi, dolayısıyla da Allah Rasûlü’nden epey miktarda hadis nakledilmesi kaçınılmazdır. Aynı minvalde olmak üzere, “Her kim kasten bana yalan

isnad ederse Cehennem’deki yerine hazırlansın” hadisi84 de, Hz. Peygamber’in

hüküm teşrîsinde bulunduğunun delilleri arasındadır. Zira eğer kendisi hadis iradıyla meşgul olmasaydı, “susan bir peygamber” konumunda olacağı için, bu korkutmanın anlam ve gereği de kalmazdı. Üstelik böyle birine isnad edilen bir yalana inanılması da beklenemezdi. Hâlbuki Hz. Peygamber’in hüküm teşrîsinde bulunduğu sahabe tarafından bilinmekteydi. Şirânî ilgili hadisin, Hz. Peygamber’in teşriî konumu dolayısıyla muhtemel yalan isnadı girişimlerine karşı alınmış bir tedbir olarak da düşünülebileceğini belirtmektedir.85

Şirânî’nin makalesinde, hadisler aleyhinde kaydedilen iddialara, dönemin özellikle Batı dillerinden çevrilen İslam tarihi kitapları ile farklı din ve dünya görüşüne sahip aydınların çalışmalarında rastlamak mümkündür.86 Ancak Şirânî’nin belirttiğine göre bu fikirler kulaktan kulağa hususi mahfiller, ders kürsüleri ve matbuat sütunlarında da kendine yer bulabilmektedir. Her hâlükârda yazarın bu

83 Düzdağ – Kara, “Sırât-ı Müstakîm”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VIII, 7. 84 Buhârî, “İlim”, 38; Müslim, “Mukaddime”, 3.

85 Yahya Afif, “Hadis Tehlikesi”, SR, 26 Haziran 1340, XXIV, S: 606, s. 114-117.

86 Örneğin Leone Caetani’nin İslam tarihine dair çalışmasının Hüseyin Cahit tarafından tercüme

duruma karşı birkaç aklî ve naklî delile yer vermek suretiyle tebliğ ve teşrî vasfını ön plana çıkararak esastan bir savunma yapmaya çalıştığını söylemek mümkündür.

Yine aynı bağlamda bir Sebîlürreşâd okurunun, sarık sarmanın yalnız ulema sınıfına değil bütün Müslümanlara teşmil edilmesi fikrini birkaç rivayet eşliğinde dile getirdiği mektubu, İzmirli İsmail Hakkı tarafından hem hadis usûlü hem de bağlayıcılık meselesi bakımından tenkit edilmiştir. Mektup sahibinin, hadis ve fıkıh usûlü bilgisine dayanmaksızın, üstelik de hakkında zayıf ve mevzû hükmü verilmiş birkaç rivayet üzerinden ihticaca kalkışmasını doğru bulmayan İzmirli; sünnetin türleri ve bağlayıcı kısımları bilinmeksizin bu şekliyle hüküm dayatılmasına karşı çıkmaktadır.87

Ahmet Hamdi Akseki’nin Diyanet Reisi sıfatıyla 1947 yılı sonunda verdiği bir mülakatta, sayıları hızla artış gösteren dinî mecmua sütunlarında tahsis edilen “fetva köşelerini” ehliyetsiz kimselerin işgal ettiğini gözlemlemesi üzerine, yapılanın yanlış olup fetva vermenin birtakım şartları olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyması, İzmirli ile duyulan aynı hassasiyetin bir başka tezahürüdür. Rivayetleri, süregelen İslamî geleneği dikkate almaksızın köksüz yorumlara konu etmek ve önüne gelen rivayetlerle –buna yer yer mevzû türdekiler de dâhil- hüküm vermeye kalkışmak, Akseki’nin eleştirdiği diğer hususlardır. Akseki aynı mülakatta, bu tür mecmualarda daha önceleri de fetva köşeleri bulunduğunu; ancak ilgili sütunların İzmirli gibi ehil kimselere emanet edilerek ve belli hassasiyetler gözetilerek hizmet verdiğini ifade ederek88 konu hakkında gereken özenin gösterilmesini beklemektedir.

Keza Yörükan da hüküm istinbatı sırasında sünnetin bağlayıcılığı meselesinin hassasiyet ve ehemmiyetine dikkat çekerek; sünnete ittiba iddiasıyla, onun kapsam genişliği ve sübûtunu kavramamış, liyakatsiz kimselerin hüküm vermeye kalkışmalarını tehlikeli bir yaklaşım olarak kabul etmektedir.89

87 İzmirli, İsmail Hakkı, “[Her Müslümanın Sarık Sarması Vacip midir?] Cevap”, SR, 5 Haziran 1330,

XII-I, S: 301-2, s. 262-263.

Açıklamalarının devamında İzmirli her ne kadar kullanılan rivayetler sorunlu olsa da sarık sarmanın, “sünnet-i seniyye” hükmünü taşıdığını; ancak terk edilmesi kınanma ve müeyyide gerektiren bir ‘sünnet-i hüdâ’ değil; yalnızca âdet türünden ‘zevâid’ bir sünnet olduğunu kaydetmektedir.

88 Akseki, “Dinî Mecmua ve Gazetelerin Fetva ve İşleri ve Taşkın Münakaşaları Hakkında”, İTAM,

Aralık 1947, II, S: 90, s. 10-15.

Mustafa Sabri Efendi’nin, (ö. 1954) imamet vasfının bağlayıcılığına bakış açısı, Akseki ve Yörükan’ın değerlendirmelerine nispetle biraz daha farklıdır. Mustafa Sabri, Osmanlı Devleti’nin yetkililerin eliyle Birinci Dünya Savaşı’na sokulması karşısında, “Hudeybiye Musalahası gibi bir siyasî sünnetten ders almak gerekirken biz bunu idrak edemedik” özeleştirisini getirmektedir.90 Mustafa Sabri’nin kendi dönemi itibarıyla imamet vasfı için bir güncellemesi ya da uyarlaması şeklinde kabul edilebilecek bu bakış açısı, yine de, hüküm vaz‘ etmeyen sünnetlerden hususî şartlar gözetilerek istifade edilebileceği yönünde Akseki’nin ve bağlayıcı olmayan sünnetlerin “İslam’ın geniş yolunu çizen hatlar” olduğu yorumuyla da Yörükan’ın bakış açılarıyla ilişkilendirilebilir.

İlgili rivayetler göz önünde bulundurularak imamet vasfının mahiyetine ilkesel anlamda bakıldığı takdirde muhtemelen akla ilk gelen soru, imamın “Kureyşli olma” şartının ne derece bağlayıcı olduğu sorunudur. Yaklaşık yarım asır daha öncesini de hesaba katarak çalışma dönemine bir de bu zaviyeden bakılırsa; İngiltere’nin Hint alt kıtasını ve ardından Mısır’ı ele geçirmesi gibi uluslararası önemi haiz gelişmeler eşliğinde halifenin Kureyşli olması gerektiği fikrini, diğer bir ifadeyle İslam dünyasının lideri konumundaki Osmanlı hilafetinin gayr-i meşruluğu tezini ilk defa Hindistan’daki İngiliz misyonu çevrelerinin gündeme getirdiği, bu çizgiyi sonraki yıllarda diğer Batılı ülkelerin devam ettirdiği tespitine91 burada yer vermek gerekir. Tarihî ve konjonktürel kıymeti bir tarafa, yapılan bu tespit hem sünnetin bağlayıcılığı konusuna çok daha geniş bir ufuk kazandırmakta, hem de bizleri Batılı ilim adamlarının o dönemde hilafet konusunu işledikleri çalışmalara bir de bu gözle bakılması gerektiği kanaatine sevk etmektedir. Dolayısıyla sünnetin bağlayıcılığı gibi İslam’ın hayatiyeti ve dinamizmi için son derece hassas ve bir o kadar da kıymetli bir konunun bir adım daha öteye götürülerek; naklî birikimin - bütün unsurlarıyla olmak şartıyla- hangi oryantalist vb. tezler doğrultusunda işlenebildikleri gerçeğinin(/ihtimalinin) de dikkatlerden kaçmaması gerekmektedir.92

90 Mustafa Sabri, Dinî Müceddidler, s. 258. 91 Kara, İsmail, Hilafet Risaleleri, I, vı.

92 Bu paragrafta yer alan değerlendirmeler çerçevesinde Hilafet Risaleleri serisi, ilgilileri için iyi bir

Son olarak Celal Nuri İleri’nin (ö. 1936), zihnindeki peygamber tasavvurunu ve bu çerçevede idealize ettiği bir siyer kitabının özelliklerini ele aldığı Hâtemü’l-

Enbiya adlı eserinde, Hz. Peygamber’in “kanun koyuculuk” da denilebilecek teşrî

vasfıyla irtibat kurulabilecek bir tasnifine yer verilebilir. Bu bağlamda, öncelikle Hz. Peygamber’in şahsî özelliklerini ele alarak bu merkezde kendi tasavvurunu ortaya koyan Celal Nuri; daha sonra onun toplumsal kişilik (zatiyet-i amme) özelliklerini ele almış, bu özelliklerden biri olarak da “kanun koyuculuk” (vâzı‘-ı kanun) vasfına temas etmiştir.

Celal Nuri’ye göre, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu kanunlar “kendi yaşadığı döneme mahsus olanlar” ve “her asır ve topluma bakanlar” olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Hz. Peygamber’in birinci kısımda teşrî sahasına koyduğu kurallar sayesinde cahiliye toplumu, vahşet devrinin alışkanlıklarından sıyrılarak medenî ve sosyal bir hayat düzenine geçmiştir. İkinci grupta ortaya konan kanun ve ilkelerin içtihat dinamizmine açık olan yüzleri sayesinde ise asr-ı saadetten kısa bir süre sonra dört mezhep imamı ve akabinde büyük bir hukuk külliyatı ortaya çıkmıştır. Ancak Celal Nuri’ye göre; Hz. Peygamber’in koyduğu bu cihanşümul kanunların ruhundaki içtihat prensibinin daha sonraları korunamaması dolayısıyla cehalet ve istibdat devrelerine girilmiştir.93

Celal Nuri’nin bu tasnifi her ne kadar saha dışı ve belli açılardan tartışmaya müsait olsa da; Hz. Peygamber’in tasarrufları ve bağlayıcılığı meselesinin fikrî kaynak çeşitliliği açısından ne kadar geniş bir yelpazeye yayılmışlığına ya da yayılabileceğine örnek oluşturması bakımından değerlidir.