• Sonuç bulunamadı

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.3. BAZI ISTILAH VE KAVRAMLARIN ÇEVİRİSİNE DAİR TARTIŞMALAR

1.3.1. Eda Lafızlarının Çevirisi

Bir hadis şeyhinden usûlüne uygun olarak tahammül edilen bir rivayetin aktarımı sırasında ilgili rivayetin tahammül yöntemi dikkate alınarak isnadda kullanılması zorunlu olan yerleşik ifadelere eda lafızları (sîgaları) denilmektedir.289 Ait oldukları rivayetin sıhhat hükmü ve bizlere dek intikal süreci hakkında bilgi veren önemli birer ipucu niteliğindeki bu ıstılahî kullanımların, Türkçe’ye nasıl çevrilmesi gerektiğine dair dönem itibarıyla bazı değerlendirmelere rastlanmaktadır.

Bu bağlamda, Mahmud Es‘ad Seydişehrî’nin (ö. 1918) ilk Türkçe hadis usûlü çalışmaları arasında yer alan290 Usûl-i Hadis’inin ilk baskısında291 eda lafızlarının çevirisine dair kaydettiği birkaç satır, Ahmed Cevdet Paşa’nın (ö. 1895) tenkitlerine

289 Bk. Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, s. 59.

290 1849 ilâ 1928 yılları arasında İzmir’de basılan yayınların bibliyografik tespitini yapan bir çalışma

üzerinde yapılan taramalar neticesinde, Seydişehrî’nin eserinin o dönem ve bölge için kendi türünün ilk ve tek çalışması olduğu görülmüştür. Bk. Huyugüzel, Ömer Faruk, 1928’e Kadar İzmir’de Çıkmış

Türkçe Kitap ve Süreli Yayınlar Kataloğu, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İzmir, 1996.

Bu eserin özgünlüğü sorununa da eğilen, eleştirel bir tanıtımı için bk. Kahraman, Hüseyin, “Osmanlı Son Dönemi Müelliflerinden Mahmud Esad’ın Usûl-i Hadisi”, Uludağ Üniversitesi İFD, 1999, XIII, S: 8, 1999, s. 287-303.

291 Künye bilgileri şöyledir: Usûl-i Hadis, Sahaf Hafız Nuri Efendi Matbaası, 1. bs., İzmir, 1307. İlgili

basım tarihi için takvim türü belirtilmemiştir. Ancak eserin ilk müsveddesi Haziran 1888’de hazırlanmıştır. Yazarın mukaddimedeki ifadelerine (Bk. A.g.e., s. 4-5) ve ikinci baskının başına aldığı mektupların tarihine bakılırsa, birinci baskının 1890’lı yılların hemen başında yapıldığı anlaşılmaktadır.

konu olmuştur. Ahmed Cevdet, Seydişehrî’nin kitabının ilk baskısına ait bir nüshayı kendisine göndermesi dolayısıyla çalışmanın üslubu, kullanışlılığı ve işlevsel önemine dair övgü ve takdirleriyle birlikte birazdan üzerinde durulacak tenkitlerini de içeren 19 Haziran 1307 (1 Temmuz 1891) tarihli bir mektup kaleme almıştır. Mektuptaki ifade ve atıflara bakılırsa Ahmed Cevdet’in bu eseri ciddi bir şekilde tetkik ettiği anlaşılmaktadır.

Seydişehrî’nin tenkide uğrayan ifadelerinin yer aldığı 39. pasaj şöyledir:

“(Rivayet, bir kelamı nakletmektir). Rivayet iki türlüdür:

Biri ‘Dedi, rivayet etti’ gibi mazi-i şuhûdî sîgasıyla olur. Sîga-i mezkûre cezm ifade ettiğinden nakli mevsûk olan yerlerde isti‘mâl olunur.

Diğeri ‘Denildi, rivayet edildi’ gibi mazi-i naklî sîgasıyla olur. Sîga-i mezkûre temrîz ifade ettiğinden zayıf yerlerde kullanılır.

(Bu iki sîgayı yekdiğeri makamında kullanmak kabihtir)”.292

Ahmed Cevdet’in kaydedilen satırlara karşı, “Bu cümlelerin manasını anlayamadım” girişiyle başlayan tenkitleri özetle iki noktada toplanmaktadır: 1. Eda lafızlarının dilimize çevirisi yapılırken Türkçe ve Arapça’nın sahip olduğu dilbilimsel ifade imkânlarının ayrımına varıl(a)maması, 2. Edilgen kipli eda lafızlarının her durumda temrîz anlamıyla özdeşleştirilecek şekilde takdimi.

Ahmed Cevdet’in ilk eleştirisi, geçmiş zaman anlamını karşılamak bakımından iki dilin kıyaslanması temelinde yükselmektedir. Onun değerlendirmelerine bakılırsa; Türkçe’de görülen geçmiş (di’li/mazi-i şuhûdî) ve duyulan geçmiş (miş’li/mazi-i naklî) olmak üzere iki ayrı geçmiş zaman kipi vardır. Arapça’da ise böyle ayrı bir kip kullanımı bulunmayıp yüklemde meydana gelen bu gibi anlam değişimleri ancak karine ile tespit edilebilmektedir. Sözgelimi dilimizde “Filan dedi” ve “Filan demiş” cümlelerinin yüklemleri arasındaki zamansal anlam farklılığı bariz olup bu iki kipin birbiri yerine kullanılması duruma göre anlatım bozukluğu ya da yalancılık şeklinde değerlendirilebilir. Buna karşılık yukarıdaki her iki örnek için de “لاق” fiilinin kullanıldığı Arapça bir cümlenin dilimize ‘dedi’ ya da

‘demiş’ biçiminde tercüme edilebilmesi ancak makam karinesiyle mümkün olabilmektedir.293

Ahmed Cevdet, Türkçe’ye ait yakaladığı bu kip zenginliği artısının pratikte müdelles ve mürsel senedlerdeki eda lafızlarının çevirisinde kullanılabileceğini örnekleriyle anlatmaya çalışmıştır. Ona göre; araştırma sonucunda, bir ravinin tedlis yaptığı, daha açık bir ifadeyle kendi hocasını atlayarak rivayeti hocasının hocasına isnad ettiği açığa çıkarsa, o seneddeki ilgili “نلاف لاق” ıstılahî kullanımının dilimize artık “Filan (şöyle) söylemiş” şeklinde çevrilmesi gerekir. Yine buradaki kip inceliğinin sahabe mürsellerindeki sîgaların çevirisine de yansıtılması, o rivayetin makbuliyetini etkilemese de, doğru tercüme yapmak adına önemlidir.294

Ahmed Cevdet Paşa’nın ikinci eleştirisi ise, ‘kîle, ruviye’ gibi edilgen kipli lafızların mutlak anlamda temrîze yorulmasıdır. Onun ifadelerine göre; bir eda sîgasının edilgen kipte kullanımının bir ravinin zayıflığını göstermesi ancak o ravinin mechûlü’l-hal olması ya da asıl adının saklanması gibi tespite dayalı durumlarda söz konusudur. Dolayısıyla doğru olan, bu sîgaları yerine göre ‘denildi, denilmiş’ gibi duyulan veya görülen geçmiş zamanın edilgen kipiyle çevirmektir.295

Geneli itibariyle eda lafızlarının çevirisinde dilimizin sahip olduğu imkânların seferber edilmesi çağrısı olarak da yorumlanabilecek bu kıymetli tespitlerin yer aldığı mektup, Seydişehrî tarafından “Bir İfade” başlığı ile Usûl-i Hadis’in ikinci baskına296 alınarak okurlarla da paylaşılmıştır. Bu baskıdaki açıklamalarına bakılırsa; Seydişehrî, Ahmed Cevdet’in dikkat çektiği eda lafızlarının tercümesi için kip ayrımına gidilmesi önerisini, daha öncesinde “Kavâid-i Osmaniyye” dersi de vermiş bir hoca olarak297 tedlis bahsine düştüğü bir dipnottaki çevirisiyle onaylamaktadır.298

293 Seydişehrî, Usûl-i Hadis, 2. bs., s. 4-5 (Ahmed Cevdet’in mektubudur). Ahmed Cevdet, ravilerin

Arapça’da geçmiş zaman anlamını ifade etmek noktasında müstakil farklı kipler bulunmayışı eksikliğini birtakım lügavî yollara başvurmak suretiyle gidermeye çalıştıklarına kısaca temas etmiştir. Onların bu çabalarına, seneddeki bir ‘kâle’ fiilinin karşılığının görülen geçmiş zamanda olduğunu kesinleştirmek maksadıyla ilgili lafzı “لاق هنأ نلاف نع ُتعمس” şeklinde ifade etmeleri örnek verilebilir.

294 Seydişehrî, Usûl-i Hadis, 2. bs., s. 5-7 (Ahmed Cevdet’in mektubudur). 295 Seydişehrî, Usûl-i Hadis, 2. bs., s. 7 (Ahmed Cevdet’in mektubudur).

296 Künye bilgileri şöyledir: Cemal Efendi Matbaası, 2. bs., İstanbul, 1316. Bu tarih için takvim türü

belirtilmemekle birlikte basımın 1898-1900 aralığına tekabül ettiği anlaşılmaktadır.

Keza Ahmed Cevdet de kendi biyografisine tahsis ettiği bir tezkiresinde bu mektuba yer vermiştir. Bk. Ahmed Cevdet, Tezâkir, haz. Cavid Baysun, IV, 275-278.

297 Seydişehrî Mahmud Es‘ad, İslam Tarihi, sdl. Ahmed Lütfi Kazancı, Osman Kazancı, s. 5

Ancak meçhul kipin illa ki temrîze delalet etmeyeceğine yönelik Ahmed Cevdet’in haklı hatırlatmasının299 muhatabı tarafından yeterince anlaşılamadığı sanılmaktadır. Zira Seydişehrî’nin ikinci baskıda kısmen tashih ettiği pasaja bakılırsa; tıpkı eskisi gibi yeni tercüme de, meçhul kiplerin daima temrîzi ve zayıflığı göstereceği yönündedir.300

Diğer taraftan, Ahmed Cevdet’in mektubun devamında öğrencilik yıllarına dair naklettiği bir hatırası da dikkat çekicidir. Kendi anlatımına göre; Hocası Hafız Seyyid Efendi’nin301 hadis usûlü dersi sırasında tedlis bahsinde geçen bir ‘kâle’ lafzına ‘dedi’ anlamını vermesini kavrayamamış; üzerinde birkaç gün düşündükten sonra meseleyi, Seydişehrî ile de paylaştığı kip inceliklerini yakalayarak çözmüştür. Her hâlükârda bu hatıra, kısmî de olsa Ahmed Cevdet’in konuyla alakalı çeviri arayışlarının yaklaşık yarım asırlık bir zihnî arka plana sahip olduğunu göstermesi bakımından kıymetlidir. Bir diğer ifadeyle, Seydişehrî’nin ifadelerinin belli bir zihnî olgunlukla ele alındığı muhakkaktır. Hadis usûlü öğretimine dair bu satır arası bilginin, ilgili mektubun sonunda yer alan “İşte o zaman bana lisanımızın kavâidini zapt ve tahrir edip de lisan-ı Arabî ile tatbikatını icra etmek arzusu geldi ve bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk bu arzunun husûlünü müyesser kıldı” cümlesinden de anlaşılacağı üzere, aslında Ahmed Cevdet’in ilmî tercihlerinin şekillenmesinde önemli dönüm noktalarından biri olduğu anlaşılmaktadır.302 Seydişehrî’nin mezkûr satırları ise sadece bu mektubun yazılmasına vesile olmuştur. Her şeye rağmen Seydişehrî’nin bu çalışması, ait olduğu alana kayda değer bir yenilik getirmese dahi ilim dilinin Türkçeleşmesine vesile olması bakımından değerli bir adımdır.303 Ahmed Cevdet’in özellikle kip ayrımı teklifinin, seneddeki diğer inkıta‘ türlerinin çevirisine

298 Bk. Seydişehrî, Usûl-i Hadis, 2. bs., s. 42. Ayrıca bk. A.g.e., s. 4-5.

299 Temrîzin yalnızca edilgen kip kullanımına tahsis edilemeyeceğine ve mutlak anlamda zayıflığa

işaret etmeyeceğine dair bk. Ahatlı, Erdinç, “Temrîz”, DİA, XL, 433-434.

300 Seydişehrî’nin her iki baskıdaki tercümelerini krş. Seydişehrî, Usûl-i Hadis, 1. bs., s. 22; Usûl-i

Hadis, 2. bs., s. 25.

301 1839 yılı başlarında tahsil maksadıyla geldiği İstanbul’da kendisinden ders aldığı hocalarından

biridir. Bk. Halaçoğlu – Aydın, “Cevdet Paşa”, DİA, VII, 443.

302 Bu bağlamda ayrıca Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesi için Ahmed Cevdet’in harcadığı yol

açıcı çabaları ile Kavâid-i Osmaniyye ve Belâğat-ı Osmaniyye gibi öncü çalışmaları hatırlanabilir. Geniş bilgi için bk. Halaçoğlu – Aydın, “Cevdet Paşa”, DİA, VII, 445, 449; Hacımüftüoğlu, Nasrullah, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Belâğat-ı Osmaniyesi ve Yankıları”, Ahmet Cevdet Paşa (1823-

1895), s. 185-222.

303 Bu yönde bir değerlendirme için bk. Erdoğdu, Mahmud Esad Seydişehrî: Hayatı, Eserleri ve İslam

de teşmil edilebilmesi ve hadis türlerinin doğru biçimde ifade edilmesi adına önemlidir.304

Eda lafızları için yukarıda belirtilen çerçevede bir çeviri örneği içermemekle birlikte; Bereketzâde İsmail Hakkı’nın (ö. 1918), tercümesini yaptığı bir risalenin girişinde kaydettiği şu cümleler, sanki Ahmed Cevdet’in yukarıdaki değerlendirmeleri göz önünde bulundurularak söylenmiş gibidir:

“Fenn-i usûl-i hadise aşina olanlarca malum olduğu vecih ile esânid-i ehâdisin tazammun eylediği siyağ-ı edada ve halât-ı sairede ehl-i fennin nice mustalahâtı olduğuna ve her tabir-i mustalahın müfâd-ı mahsusu bulunduğuna mebni[;] asl-ı risalede berâ-yı istişhâd nakil edilmiş olan ehâdis-i şerifenin zikir olunan senedlerinin tercümelerinde inşamızın üslubuna fennin muktezası tercih olunarak aslın müeddâsı muhafaza edilmiştir”.305

İlgili ifadeleri doğrultusunda Bereketzâde bu risaledeki “tahriç, tahdis, rivayet” gibi ıstılahları Türkçeleştirmemiş; aslını kaydettiği az sayıdaki senedin çevirisine girişmemiştir.306

Devrinin farklı sahalarda önemli tercüme çalışmalarına imza atan Ahmed Naim’in307 Mukaddime’deki bazı değerlendirmeleri, ismen herhangi bir atıf içermemekle beraber Ahmed Cevdet’in eda lafızlarının dilimize çevirisine yönelik arayışlarına yeni açılımlar getirecek türdendir. Ahmed Naim’in bu bağlamda

Mukaddime’de cevabını aradığı sorular şunlardır: 1. Zayıf hadis rivayet etmenin

hükmü çerçevesinde; bir gerekçeye binaen senedinden ayrılan (tecrid edilen) sahih ve zayıf hadislerin aktarımı sırasında eda lafızları dilimize nasıl çevrilmelidir? 2. Klasik hadis öğrenim ve öğretim metotlarından bağımsız olarak, ilk dönem hadis

304 Ayrıca ilgili mektup hakkında bilgi ve değerlendirmeler için bk. Tokpınar, Mirza, “Hadis

Tercümesinde Şuhûdi Mâzi ve Nakli Mâzi Hakkında Cevdet Paşa’nın Bir Mektubu Üzerine”, HTD, 2012, X, S: 1, s. 104-111.

305 Mahmud Hamza, Bekâ-yı Saltanat-ı Osmaniye, trc. Bereketzâde İsmail Hakkı, s. 3-4 (Mütercimin

giriş notudur).

Risalenin muhtevası hakkında bk. Kara, Hilafet Risaleleri, I, 22-24.

306 Mahmud Hamza, Bekâ-yı Saltanat-ı Osmaniye, trc. Bereketzâde İsmail Hakkı, s. 19, 20.

307 Bu bağlamda Doğu ve Batı’yı tanıyan bir isim olarak Muallim Cevdet’in bir kitabının ilk cümlesi

olarak yer verdiği şu tespiti hayli manidardır: “Türkiye’de ‘Avrupa ilimlerinin yayılma tarihi’nin son elli yılı yazıldığı zaman başta en müdekkik mütercim olarak Ahmet Naim anılacaktır…”. Bk. Muallim Cevdet, Müderris Ahmet Naim, s. 3.

kaynaklarından nakilde bulunulması durumunda ilgili senedlerdeki eda sîgalarının çevirisi için nasıl bir yol izlenmelidir?

Ahmed Naim ilk soru özelinde, geçmiş muhaddislerin anlayışı paralelinde bir çizgi takip ederek; isnadı düşürülen bir rivayetin cezm sîgası ile nakledilebilmesi için aslen sahih (/ve hasen) olması gerektiğini, zayıf ya da sıhhati şüpheli rivayetler içinse bu sîganın kullanılamayacağını düşünmektedir. Ona göre; zayıf rivayetlerin aktarımı sırasında yalancılığa düşülmemesi için “nakledilmiş, rivayet edilmiş” gibi meçhul mazi; “söyleniyor, isnad ediliyor” gibi meçhul muzari ya da “ulaştı, dedi, rivayet etti” gibi temrîz/ihtimal sîgalarını kullanmak lazımdır. Dahası Beyhakî’nin (ö. 458/1066) bu minvaldeki tenkidine iştirak etmek suretiyle “sınâat-i hadis”te derinleşemeyen birçok âlimin mevzu bahis inceliğe dikkat edemeyerek yazdıkları kitaplarında sahih ve zayıf rivayetlerin eda sîgalarının kullanımını birbirine karıştırdıklarını düşünmektedir.308

Bu açıklamaları yaptığı sıralarda “Tecrîd-i Sarîh” tercümeleri üzerine çalışan Ahmed Naim, ilgili eserdeki eda lafızlarını çevirirken takip ettiği çeviri tekniğinin gerekçesine de yer vermektedir. Ahmed Naim, bir üst paragrafta değinilen nakil inceliğine karşılık; eda lafızlarının çevirisi noktasında, belli gerekçelerle senedinden tecrid edilen rivayetler arasında sahih-zayıf ayrımı yapmayıp hepsi için ‘mış’ ekinin kullanımını zorunlu görmektedir. “Ancak bu durumda rivayetin aslındaki sahihlik ya da zayıflık durumlarını ayırt etmek için çeviride bir çare bulunamaz mı?” şeklinde yöneltilebilecek farazî bir soruya karşılık Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh’teki bütün rivayetlerin aslen sahih olduklarını belirterek bu sorunu, her iki hususiyeti de göz önünde bulundurmak suretiyle şu örnek kalıplarla çözmüştür: “Şöyle de-miş-tir, rivayet olun-muş-tur”. Ahmed Naim, buradaki ‘mış’ ekiyle aslında var olan senedin hazfedildiğine; ‘dır’ ekiyle de gerçekte var olan cezme işaret ettiğini okurları ile paylaşmıştır.

Diğer taraftan, Ahmed Naim’in şu cümlesi kendisinin meseleyi belli bir zihnî olgunluğa ulaştırsa bile yeni tekliflere açıklığına, daha da önemlisi alanı ilgilendiren teknik çevirilerin henüz bakir bir seviyede olduğuna yorulabilir:

“[‘mış’ ekinin akabinde] ‘dır’ edatının ilavesinden sonra da lafzın cezme delaletini kafi görmeyenler varsa matlûb olan sîgayı lutfen haber versinler ki birinci ciltten sonraki hadis tercümelerini olsun o yolda tadil edeyim”.309

Ancak diğer çalışmaları da incelendiği takdirde; Ahmed Naim’in,

Mukaddime’de kaydedip Tecrîd-i Sarîh Tercemesi’nin ilk üç cildinde uyguladığı ve

daha sonraki ciltlerde Kâmil Miras’ın da benimsediği mezkûr çeviri kalıbına belli bir süreç dâhilinde ulaştığı görülecektir. Örneğin Aralık 1910-Temmuz 1911 tarihleri arasında Sırât-ı Müstakîm sütunlarında çıkan kısmî “Tecrîd-i Sarîh” çevirilerindeki eda lafızları, dilimize büyük ölçüde ‘… nın/…dan şöyle dediği rivayet olunuyor (ki)’ formunda; yani senedlerdeki hazifler hesaba katılmaksızın tercüme edilmiştir.310 Aynı kalıp, sonraları Sebîlürreşâd’da sahabî ravisiyle kaydedilen hadislerin çevirisinde de kullanmıştır. 1925’de basılan Kırk Hadis çevirisi ise, Ahmed Naim’in

Mukaddime’de yer verdiği çeviri kalıbını en az birkaç yıl önce kabul ettiğini

ispatlamaktadır. Zira Kırk Hadis’te birkaç istisna dışında,311 Mukaddime’deki kalıba da çok benzeyen, ‘…dan, de-miş-tir ki’ çeviri formu tekrarlanmıştır.

İkinci olarak ele aldığı, mütekaddimûn dönemi kaynaklarından312 hadis nakli meselesinde ise Ahmed Naim; muhaddislerin konuya yaklaşımını, rivayetlerin geçerli öğrenim ve öğretim (tahammül ve eda) metotları ile alınmasını şart koşanlar (müteşeddit) ve hadisle amel edebilmek için bunun gerekli olmadığını savunanlar olmak üzere iki grupta toplamıştır. Ahmed Naim, “Fakir’e öyle geliyor ki” ifadelerine yer vererek ana kaynaklardan yapılacak olan nakillerle ilişkili görüşlerini paylaşmıştır. Ona göre; Türkçe konuşan biri duyulan geçmiş zaman kipini kullanması durumunda, müteşeddit muhaddislerin şartlarıyla da çelişmeksizin temel bir kaynaktan rivayette bulunabilir. Zira sözü edilen muhaddisler, rivayetleri makbul metotlardan biriyle alanlar ile almayanların arasını ayırmak için Arapça’da müstakil

309 Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi, s. 349.

310 İlk üçü Kelime-i Tayyibe Mecmuası’nda da tekrarlanan istisnaî kullanımlar hadis numaralarıyla

birlikte şöyledir: “Diyor ki (4), rivayet edilmiş (15), mervidir ki (77), rivayet olunur ki (142), demiş (162), nakil olunuyor (168)”. Bu sîgaların kipleri, yıllar sonra Tecrîd-i Sarîh Tercemesi’nde çoğunlukla güncellenmiştir.

311 İstisnaî kullanımlar için bk. Nevevî, Yahya b. Şeref, Kırk Hadis, trc. Ahmed Naim, s. 58, 62. 312 Ahmed Naim’in “Kütüb-i Mu‘temededen Nakl-i Hadis’ başlığı altında ele aldığı bu meseledeki

“mutemet kitaplar” ifadesi bir belirsizlik taşımaktadır. Zira başlık bir bütün halinde okunduğunda, onun bu ifade ile yalnızca temel hadis kaynaklarını mı kastettiği ya da bunlara isnad usûlünü uygulayan ilk dönem İslamî kaynakları da ekleyip eklemediği tam olarak anlaşılamamaktadır.

kipler bulamamaları dolayısıyla yazılı kaynaklardan nakilde bulunmaya karşı çıkmışlardır. Hâlbuki ‘mış’ ekinin kullanımı bu mahzuru ve nâkillerin yalana düşme ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.313

Açık bir atıf bulunmamakla birlikte; aradaki bazı ifade ve vurgu benzerliklerinin yanı sıra nitelikli ve sıkı bir okur olması dolayısıyla Ahmed Naim’in, Ahmed Cevdet’in mezkûr değerlendirmelerinden haberdar olduğunu ve burada yer verilen açıklamalarını bu farkındalıkla yaptığını söylemek mümkündür.314

Konu merkezinde işlenen değerlendirmelerin ulaştığı ortak nihaî nokta, her bir rivayetin türünü doğru belirlemek ve sağlıklı çevirebilmek adına ön isnad araştırmaları yapmanın gerekliliği olarak belirmektedir. Her hâlükârda mütercimlik müştereğinde birleşen Ahmed Cevdet - Ahmed Naim ikilisinin alana ilişkin ıstılahî çevirileri ilgilendiren zihnî arayışları, tercüme teknikleri hakkında rehberlik edecek yayınlara tesadüf edilemeyen bir dönemde315 vücut bulmaları yönüyle de ayrı bir önem arz etmektedir. Ayrıca her ne kadar çalışmanın asıl konusu olmamakla birlikte; devletin eğitim öğretim kurumlarında yüzyıllarca alet ilimlerinin önemli yer işgal ettiği bir müfredat takip edilmesine rağmen, yer verilen inceliklerin bu döneme gelinceye dek genel geçer bir çeviri tekniğine dönüştürül(e)memiş olması, uzun vadede incelenmesi gereken bir paradokstur.