• Sonuç bulunamadı

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.1.1.1. Hadis ve Sünnetin Tarifi

Bu araştırma için yapılan taramalarda, hadis ve sünnet kavramlarının tarif ve kapsamına dair uzunluğu birkaç cümleden birkaç paragrafa değişmek üzere klasik anlayışın devamı niteliğinde sayılabilecek çeşitli kayıtlara rastlanmıştır. Genel anlamda taramalarla elde edilen bu kayıtları temsil etmesi bakımından dönemin en muhtevalı ve önemli usûl çalışması sayılabilecek Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi’nde Babanzâde Ahmed Naim’in (ö. 1934) konuya ilişkin değerlendirmelerine yer verilecektir. Akabinde ise yaklaşım özgünlüğü ve önem ölçütleri dikkate alınarak diğer bazı mütalaalara geçilecektir.

Usûlcülerin “Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri” olarak görmelerine mukabil “Rasûlullah ile irtibatlandırılabilen ve ona isnad edilen her şeyin” muhaddisler tarafından hadis kapsamında mütalaa edildiğini belirten Ahmed Naim; daha güncel bir ifade kullanmak gerekirse, hadisçilerin temel görevinin “Hz. Peygamber’in hayatına” dair bütün belgeleri olabildiğince toplamak ve hazırlamak olduğunu söylemektedir. Bu durumda Allah Rasûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinin yanı sıra tabiî

yaşantısı, hilyesi, mevlidi gibi siyer kitaplarında geçen ancak yapılması emredilmeyen şeyler “hadis” kapsamına girmektedir. Genel hadis tanımına uyan bu çerçevenin, “haber” ve “eser” kavramları için de aynı özelliği taşıdığı, yani nakil seviyesinde kaldığı söylenebilir.

Bu tanımlarla uyumlu olarak; hadis ilmini, “Hz. Peygamber’in akvâl ve ef‘âlini bildiren ilimdir” şeklinde kısaca tarif eden Ahmed Naim, tanımdaki “akvâl” ibaresinden maksadın, Kur’ân dışında kendisinden vahy-i gayri metlüv olarak sadır olan sözler; “ef‘âl” ifadesinden ise, kendisinin yaratılış özellikleri ve hasâisi de dâhil olmak üzere nebevî fiiller olduğunu belirtmektedir. Onun ifadesiyle, burada çerçevesi çizilen tanım rivayetü’l-hadisin uğraş alanı iken; kabul ve ret bakımından ravi ve mervinin halleri ise dirayetü’l-hadisin kapsamını oluşturmaktadır.

Buna karşılık Mukaddime’de sünnet kavramı hadise oranla daha dar bir muhtevada işlenerek; sünnetin, usûlcüler tarafından hadisle eş anlamlı görüldüğünün, muhaddislerce ise biraz daha genel bir karşılığa sahip olduğunun belirtilmesiyle yetinilmiştir.1

Ahmed Naim’in birkaç sayfada özetlediği bu bilgiler, zikredilme gereği duymayan tarama bulgularını yansıtmasının yanı sıra; görülebildiği kadarıyla, klasik kaynaklardaki temel noktaların nakledilmesi düzeyinde kalıp farklılık arz eden yerlerde yazarın açık tercihlerinden uzaktır. Bir diğer ifadeyle, hadis ve sünnet kavramları için kaydedilen tanımlar tasvirî bir üslupla ele alınmış ve ilişkili birkaç kavramın da konuya dâhil edilmesiyle tefsirî bir nitelik arz etmiştir.

İzmirli İsmail Hakkı’nın (ö. 1946), hadis kavramının en kapsamlı tarifine yönelik Tarih-i Hadis adlı çalışmasında yer verdiği saptanmıştır. Sözü edilen çalışmasında İzmirli şamil nitelikte şöyle bir hadis tanımı yapmıştır:

“Nebiyy-i Zîşan sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerine veya sahabîye veya tâbiîne izafe olunan akvâl ve ef‘âl ve takrirât ve ahvâl, siyer ve eyyâm, hatta harekât ve sekenâttır”.

Tabir yerinde ise, Allah Rasûlü’nün hayatının bütün karelerini içine alan bu tarif, araştırma için taranan kaynaklarda görülen tanımlayıcı cümlelerin en kuşatıcı

olanıdır. İzmirli, ilgili eserinde bu tarif için bir kaynak göstermemektedir.2 Ancak kendisinin kaleme aldığı çalışmalarındaki kaynak zenginliği, yeni çıkan kitapları takip ederek temine çalışması ve nitelikli bir okur olduğu dikkate alınırsa yapılan bu tespit bir rastlantı olmasa gerektir.

Diğer taraftan İzmirli, haber ve eser ıstılahlarını yaygın bilinen anlamıyla kaydetmiş; ancak dikkatinden kaçmış olacak ki, sünnet kavramının tanımını ele almamıştır.

İzmirli’nin, kaleme aldığı bazı çalışmalarından ve genel anlamda meseleleri ele alış üslubundan yakalanabilecek olan metodolojik zihnî yapısı ve teori adamlığı yönü, anılan eserinde hadisi tarif etmekle yetinmeyerek onun ilimler tasnifi içindeki konumunu tebarüz ettirme gereği duymasıyla bir kez daha açığa çıkmıştır.

İzmirli’nin ifadeleriyle hadis; İslam’ın özünü oluşturan “aslî/âlî ilimler” ve bunlara yardımcı konumda denilebilecek “müşterek ilimler” tasnifinin ilk grubu altına girmektedir ve bu haliyle Müslümanlara mahsus bir ilim dalıdır. Öbür taraftan, “hadis bi’r-rivaye” ve “hadis bi’d-diraye” olmak üzere iki kısma ayrılmakta olup; ilki rivayet, zapt ve kitabeti; ikincisi ise rivayetin sübûtu, şartları, türleri, hükümleri ve ravilerin durumlarını konu edinmektedir. Bir bütün olarak hadisin konusu senedle metin; gayesi ise sahih rivayetleri olmayanlardan ayırmaktır.3

Ahmed Naim ve İzmirli’nin çalışmaları ile yakın tarihli olan Zakir Kadirî Ugan’ın (ö. 1954) “Dinî ve Gayr-i Dinî Rivayetler” başlıklı makalesinde ise; çalışmanın asıl konusu olan rivayet olgusunun aksine, ancak yazarının ilmî alt yapısıyla uyumlu olacak şekilde asıl vurgu sünnet kavramına yapılmıştır. Hadisin “nebevî söz, fiil ve takrirleri bildiren ilim dalı” olduğunu ifade etmekle yetinen Ugan; Arapların cahiliye devrinde uya geldikleri kabilevî ve geleneksel yapı yerine Hz. Peygamber’in birtakım değişiklik ve esaslarla yeni bir toplum düzeni tesis ettiğini, bu sırada ortaya konan kurucu unsurların ise “İslamî sünnetler” olarak bilindiğini belirtmektedir. Dahası Ugan, Allah Rasûlü’nün izlemiş olduğu

2 Bu tanımın Sehâvî’ye (ö. 902/1497) kadar götürülebildiği tespit edilmiştir. Bk. Sehâvî, Muhammed

b. Abdirrahman, Fethu’l-muğîs, I, 22. Sözü edilen kaynaktaki tanımın orijinali şöyledir:

.“مانملاو ةظقيلا يف تانكسلاو تاكرحلا ىتح ةفص وأ اريرقت وأ لاعف وأ هل لاوق ملسو هيلع الله ىلص يبنلا ىلإ فيضأ ام”

3 İzmirli, Hadis Tarihi, nşr. İbrahim Hatiboğlu, s. 41-44. Ayrıca bk. a.mlf., Siyer, s. 52-53; Fenn-i

“Muhammedî yol” anlamıyla sünnetin, gerek Kur’ân gerekse hadisle sabit olmuş bütün dinî hükümleri ihtiva eden çatı bir kavram olduğunu düşünmektedir. Yine Ugan’a göre, hadis ilmi sayesinde yalnızca Rasûl-i Ekrem’in rivayetleri bilinmekle kalmamakta; aynı zamanda Müslümanlar için ikinci derecede rehberlik teşkil eden sahabe sözleri yine bu ilim sayesinde bilinmektedir.4

Dönemi temsil etmesi adına buraya kadar birkaç ilim adamından yapılan alıntıların, hadis ve sünnet kavramlarının farklı yönlerini ön plana çıkarmakla birlikte o zamana dek oluşturulan hadis literatüründe karşılıklarının olduğu bilinmektedir. Zaten yapılan taramalarda da yeni bir hadis veya sünnet tanımı arayışına tesadüf edilememektedir. Bununla birlikte konunun asıl özgün tarafını, çoğu kez arka planda işleyen çeşitli fikrî hareketliliklerin etkisiyle bu iki kavram arasında yapılan önceleme durumlarında veya yeni sayılabilecek bazı okuma biçimlerinde aramak gerekir. Bu açıdan bakıldığı takdirde Ahmet Hamdi Akseki’nin (ö. 1951) birkaç çalışması ile Yusuf Ziya Yörükan’ın (ö. 1954) İslam Dini Tarihi adlı kitabında hadise nispetle sünnet kavramına daha merkezî ve baskın bir konum verilerek yapılan mütalaaların ayrı bir önemi vardır.

Akseki’nin tarifine göre; Hz. Peygamber’e izafe edilen Kur’ân vahyi dışındaki sözlere ve yine kendisinden sadır olan iş, takrir ve ahvale hadis denmektir. Söz konusu unsurların Rasûlullah tarafından yalnızca bir kez söylenilip yapılmasının ya da tek raviden aktarılmasının hadis tarifinin kapsamını etkilemediğini düşünen5 Akseki, bu ifadeleriyle sanki bir rivayetin hadis olabilmesi için gereken asgari sınırlara temas etmiş gibidir.

Akseki, sünnetin lügavî ve şer‘î anlamlarının yanı sıra fakihlere ve usûlcülere göre tanımlarına yer vermiştir. Onun konu ile ilgili asıl dikkat çeken tanımı, sünnete nasıl bir şer‘î anlam yüklendiğine dair yürüttüğü mütalaalarıdır.6 Akseki, sünnetin İslam’ın ilk asırlarında şöyle bir şer‘î anlama geldiğini düşünmektedir:

4 Ugan, Dinî ve Gayr-i Dinî Rivayetler, s. 60-61.

5 Akseki, Peygamberimizin Vecizeleri, s. 7; Nevevî, Yahya b. Şeref, Riyâzü’s-Sâlihîn ve Tercemesi, I,

i (Akseki’nin mukaddimesidir).

6 Buradaki açıklamalarda, sünnetin lügat karşılığı için “mutat/güzel yol, çığır” gibi karşılılıkları yer

verilmiştir. Yine sünnetin, usûlcülerin tanımıyla hadisle eş anlamlı; fakihlere göreyse, delaleti zannî bir delile dayanmakla birlikte mükelleflerden yapılması istenen fiillerin şer‘î vasfı anlamına geldiği kaydedilmiştir.

“Peygamberimizin yaptığı işlerin, peygamberlik vazifesini insanlara tebliğ edişinin fiilî ve amelî tevatür ile rivayet ve nakledilmiş keyfiyetidir”.

Akseki’nin tanımında yer alan “Hz. Peygamber’in yaptığı işler” kaydının, başta nebevî söz, fiil ve takrirler olmak üzere hadis kavramının içini dolduran diğer unsurlara tekabül ettiği açıktır. “Peygamberlik vazifesinin insanlara tebliğ ediliş biçimi” ibaresinin ise, yalnız bu tanım için konuşulacak olursa, birbiriyle ilişki halinde olan sünnet ve hadis kavramları arasındaki temel farkı yansıttığı düşünülmektedir. Zira “bir bütün haliyle peygamberî yol ve yöntem” anlamında kabul edilebilecek bu ibare vasıtasıyla sünnet kavramına sanki hadisi de içine alacak şekilde bir anlam yüklendiği sezilmektedir. Bu bakış açısı, aşağıdaki satırlardan hareketle de yakalanabilmektedir:

“Şu halde Peygamber’in sünneti demek, ümmetine ve bütün âlemlere risaletini tebliğ hususundaki işleri, sözleri ve ikrarları ile aradıkları yol ve siret demek oluyor.

Evet, Allah’ın kendisine vahiy ve inzal buyurdukları şeyi ümmetine ve bütün âleme tebliğ etmek hususunda onun yaptıkları, söyledikleri, razı oldukları ve aradıkları şeylerin hepsi onun sünnetidir”.

Akseki’nin bu tanımlamasında dikkat çeken bir ayrıntı, Hz. Peygamber’in tebliğ görevine yaptığı vurgudur. Bununla birlikte kendisinin sünnet tanımını hadisten farklı kılan bir diğer hususiyet, nesiller arası aktarımın tevatür yoluyla ve fiilî uygulamaya dayalı olarak gerçekleştiği vurgusunu ön plana çıkarmasıdır.

Akseki’nin ifadelerine göre; tevatür, namaz ibadetinde olduğu gibi hem sözlü hem de amelî şekilde gerçekleşebilir. Dahası nebevî bir bilgi, tatbikatta tevatür seviyesine ulaşmasına karşılık sözlü rivayet bakımından sayısal yetersizlikler, lafız farklılıkları gibi sebepler yüzünden aynı dereceye varamayabilir. Bu durumda o bilgi lafzen haber-i vâhit seviyesinde kalırken pratikteki uygulama ile amelî tevatür nitelik ve derecesine kavuşabilmektedir. İşte bu noktada Akseki, burada belirtilen çerçevede sünnetin amelî tevatür şartıyla günümüze kadar gelen uygulamalar olduğunu, bir adım daha ötesinde “Size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı yapıştıkça yolunuzu asla

şaşırmazsınız: (Bunlar) Allah’ın kitabı, bir de Peygamber’inin sünneti(dir)!”7 ve

“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir”8 gibi hadislerde yer alan “sünnet” ifadeleriyle de çerçevesi çizilmeye çalışılan sünnet kavramının kastedildiğini düşünmektedir.9

Akseki’nin halka dönük, çeviri bir hadis kitabının mukaddimesinde bir nevi mütevatirlik şartını da ön plana çıkararak sünnet tanımına bu denli ağırlık vermesi gerçekten dikkat çekicidir. Akseki’nin bu tercih ve vurgusunu -garânîk meselesinin reddiyesini yaptığı bir eserinde, dirayetten yoksun ilim adamı ve ravilerin her önüne gelen rivayeti kitaplarına almalarını tenkit etmesinde10 de görülebileceği üzere- kimi İslamî kaynaklarda bulunan İsrailî, mevzû ve ileri derecede zayıf nakiller yüzünden dönem itibarıyla rivayet olgusunun epey eleştiri almasına bağlamanın isabetli olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla Akseki bu farkındalıkla ve hadis mefhumunu da destekleyici daha salim bir yol olarak sünnete ve onun uygulamadaki mütevatirliğine dikkat çekmiştir denilebilir. Hatta onun yakaladığı bu hareket alanını, başka bir zaman giriştiği ayaküstü bir münakaşada muhatabına karşı esaslı bir kanıt olarak sunduğu bile görülmektedir.11 Yine Akseki’nin hadise mukabil sünnete ve onun mütevatirliğine yaptığı bu vurguda, her ne kadar ilgili metinde açık bir ikrar veyahut bir karine bulunmamakla birlikte, kendisinin gençlik yıllarından beri takip ettiği Mısırlı ilim adamları Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Reşid Rıza (ö. 1935) çizgisinin etkili olduğu değerlendirilmektedir. Ayrıca Akseki’nin hadis tanımında kendini gösteren “vahiyle ilişkili olma” ve sünnet tanımında beliren “Hz. Peygamber’in tebliğ vasfıyla irtibatlı olma” durumlarını, ilgili metnin kaleme alındığı yıllarda baş gösteren sünnet karşıtı söylemlere bir ölçüde cevap verme ve set çekme gayesine bağlamak, çok isabetsiz bir yaklaşım olmasa gerektir.

Bununla birlikte, Akseki’nin ele alınan yaklaşım tarzında, sünnet tanımı mutlak olup “Medine ehlinin ameli” gibi meselelerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği noktasında fikir vermekten uzaktır. Yine kendisinin mütalaalarından, ilk

8 Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Nikâh”, 5.

9Akseki, Peygamberimizin Vecizeleri, s. 7-8; Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn ve Tercemesi, I, ii-v

(Akseki’nin mukaddimesidir).

10 Örneğin bk. Akseki, Ahmet Hamdi, Hâtemü’l-Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi, s.

51-62.

11 Bk. Akseki, Peygamberimizin Vecizeleri, s. 18-20. Vefatına yakın bir zamanda kaleme aldığı bir

yazısında Akseki’nin buradaki hadis ve sünnet tanımlarını koruduğu görülmektedir. Bk. a.mlf., “Hadis ve Sünnet Hakkında”, SR, Mayıs 1950, IV, S: 79, s. 56-58.

asırlarda tevatür seviyesine ulaşamayıp münferit kalan uygulamaların sünnet kavramıyla nasıl bir ilişki içinde olacağı sorusunun cevabı alınamamaktadır.

Akseki gibi Yusuf Ziya Yörükan da hadis ve sünnet kavramlarına ilişkin kapsamlı değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu bağlamda Yörükan, Hz. Peygamber’in ardında bıraktığı mirasın “özel” ve “genel” şeklinde ikiye ayrılabileceğini düşünmektedir. Ona göre; Allah Rasûlü’nün özel mirası, geride bıraktığı maddî şeyler iken genel mirası ise ümmete ve bütün insanlara bıraktığı Kur’ân, hadis ve yetiştirdiği sahabîlerden oluşmaktadır. Manen bir bütünlük teşkil eden ve üçüne birden kısaca “Müslümanlık” denilen bu mirastaki her bir unsur, aynı zamanda Hz. Peygamber’in aslî vazifeleri olan tebliğ; tebyin ve tatbik; donanımlı bir nesil yetiştirmek görevlerine tekabül etmektedir.

Bu üç unsur arasındaki ilişkiye de değinen Yörükan; Kur’ân ve sünnete, her devirde faydalanılacak kuralları veren, bağlayıcı kaynaklar gözüyle bakarken ashâbın rey, içtihat, ittifak ve hatta ihtilaflarını ümmet için yol gösterici ve genişletici bir unsur olarak değerlendirmektedir. Onun ifadesiyle; Kur’ân prensipleri, sünnet izah ve meseleleri, sahabe ise içtihat ve tatbikatı sunmaktadır.12

Genel miras olarak gördüğü bu üç unsuru kitabında ayrı bölümler halinde ele alan Yörükan, bu geniş açılı perspektifini sünnet ve hadis kavramlarına tahsis ettiği bölümde de sürdürmüştür. Yörükan’ın da sünneti, tıpkı Akseki gibi, hadisi içine alan bir üst kavram olarak ele almaya meyilli olduğu görülmektedir. Yörükan, Kur’ân’ı vahy-i metlüv; hadisleri ise vahy-i gayr-i metlüv mesabesinde görerek her ikisinin de “O, arzusuna göre de konuşmaz” ayetinin13 kapsamına ve “sünnet-i peygamberi” mefhumunun şümûlüne girdiğini düşünmektedir. Hadisçilerin çoğunun hadisi, Hz. Peygamber’in sözleriyle sınırlandırma meyli taşıdıklarını iddia eden Yörükan; en meşhur anlamıyla sünnetin, “nebevî söz, fiil ve takrirleri ihata eden hadisler” olduğunu kaydetmektedir. Ona göre; sahabe tabakası başta olmak üzere ümmet, Kur’ân ve sünneti işleyerek İslam yolunu genişletmişler; diğer taraftan da, nebevî sünneti devir devir temsil etmişlerdir. İcmanın delil oluşu, bu temsiliyet yüzündendir. İşte sözü edilen anlayıştan hareket eden müçtehitlerden biri olan Ebû Hanife (ö.

12 Yörükan, Yusuf Ziya, İslam Dini Tarihi, s. 447, 452. 13 Necm, 53/3.

150/767), çözüme kavuşturmaya çalıştığı medenî ihtiyaçlar için “Medine ehlinin amelini” yeterli görmeyerek; bir anlamda site örfü yerine, ümmetin genelinin durumunu dikkate almış, böylelikle meseleleri daha geniş bir açıdan çözüme kavuşturmuştur. Yine bu anlayışın bir devamı olarak, imamların birçoğu rey ve içtihada ya da istishâb ve istihsân kaidelerine yönelmişlerdir.14

Bu açıklamalarıyla Yörükan, sünnete salt bir dinî kaynak gözüyle bakmamakta; aynı zamanda onu, Müslümanların ilk günden itibaren ortaya çıkan sorunları karşısında çözümler üretebilen/barındırabilen bir yol ve beceri olarak yorumlamaktadır. Keza Yörükan’ın hadisi, Kur’ân-ı Kerim ve sahabe ögeleriyle birlikte Hz. Peygamber’in genel mirası içinde değerlendirmesi ve bunları birbirini tamamlayıcı unsurlar olarak telakki etmesi, orijinal bir yaklaşımdır. Yörükan’ın, sünnetin aktarımında sahabe tabakasına yaptığı vurguyu ve onların kendi devirlerinde ortaya çıkan bir takım görüş ayrılıklarını sonraki nesiller için İslam anlayışına genişlik katan bir etken olarak değerlendirmesini, yazarın İslam tarihçiliği alt yapısının katkıları şeklinde okumak mümkündür.

Üzerinde durulan konunun bir başka veçhesini de, Hz. Peygamber’in yaşadığı devirde tesis etmeye çalıştığı hayat tarzının ve nebevî menhecin, modern bilimsel gelişmelerin katkısı ve Batılı siyer çalışmalarındaki bakış açılarının etkisiyle, her ne kadar adına sünnet denilmese de, farklı telakkilere konu edilmesi oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Batıcılık düşüncesinin önde gelen isimlerinden olan Celal Nuri İleri’nin (ö. 1936) bazı fikirlerine yer verilebilir.

Celal Nuri, Hz. Peygamber’in Mekke döneminden vefatına dek içinde bulunduğu toplumu eğiterek dönüştürme çabası taşırken takip ettiği yöntemi, psikoloji biliminin güncel verilerine ve kaynaklarına yaptığı atıflar eşliğinde okumuştur. Celal Nuri’nin bu okumalarında, Hz. Peygamber’ce benimsendiği söylenen yöntemin başarısı, kendisinin içinde yaşadığı muhiti iyi tahlil etmesine ve muhataplarının kişilik ve toplum özelliklerini iyi keşfetmesine bağlanmıştır. Yine bu minvalde olmak üzere Hz. Peygamber’in, köleliği ve çok evliliği tamamen kaldırmak gibi inkılaplara girişmeyişi, kendisine nispet edilen psikolojik ve sosyolojik tahliller

doğrultusunda bu gibi uygulamaların o devirde gerçekleşemeyeceğinin kendisinin tarafından anlaşılmış olmasıyla açıklanmıştır.15

Celal Nuri’nin bu saptamalarında en dikkat çeken nokta, Hz. Peygamber’in sünnetinde ve siretinde ilahi elçilik göreviyle irtibatının tamamen kesilerek elde ettiği başarıların tamamen ve bizzat kendisine nispet edilmesidir. Bu bakış açısını, dönemin Batılı İslam tarihi ve siyer çalışmalarındaki “Hz. Peygamber” tasavvurundan bağımsız düşünmemek gerekir. Esasen bu etki dolayısıyla farklı Batıcı isimler başta gelmek üzere sünnet ve siretin büyük bir inkılap biçiminde takdim edilmek suretiyle benzer materyalist okumalara konu edildiğini belirtmekte yarar vardır.