• Sonuç bulunamadı

İklâl ve İksâr Açısından Sahabenin Hadis Bilgisi

II. TÜRKİYE MERKEZLİ HADİS TARTIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞINDA

2. Dâhilî Şartların Katkısı

1.1.1.3. İklâl ve İksâr Açısından Sahabenin Hadis Bilgisi

birini de, merfu isnadların ilk tabakasını oluşturan sahabe kuşağının “muksirûn (çok hadis rivayet edenler)” ve “mukillûn (az hadis rivayet edenler)” ayrımından da anlaşılacağı üzere kendilerinden nakledilen rivayet sayılarındaki farklılıklar -daha genel bir ifadeyle- ashâbın hadis rivayetine bakışı oluşturmaktadır. İklâl (ravinin az sayıda rivayette bulunması), iksâr (ravinin çok sayıda rivayette bulunması), tesebbüt (rivayette temkinli davranmak) gibi hadis ıstılahlarıyla yakın ilişkili olan ve kısaca “sahabenin hadis bilgisi” şeklinde de ifade edilebilecek bu konunun çalışma dönemi itibarıyla ağırlıklı olarak oryantalist iddialar vesilesiyle gündeme geldiği tespit edilmiştir.

Temas edilen tartışmanın, ilk defa Leone Caetani’nin Annali dell’Islam adlı eserinin tercüme edilmesiyle Türkiye kamuoyuna taşındığı görülmüştür. Caetani, ilgili çalışmasında bu mesele üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Özetlemek gerekirse Caetani; isnad sistemiyle yazılan derli toplu bir hadis kaynağı esas alınarak ashâbın rivayet sayıları bakımından sıralanması durumunda, listenin başında genç sahabîlerin yer alacağını; buna karşılık Hulefa-yı Râşidîn gibi önde gelen ve yaşça büyük olan sahabenin daha alt sıralarda bulunduğunun görüleceğini; hâlbuki

35 Ahmed Naim Babanzâde, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 201-204. 36 Ugan, Dinî ve Gayr-i Dinî Rivayetler, s. 107-108.

sıralamanın mantıken tam tersine olması gerektiğini savunmuştur. Dahası ortaya çıkan bu tabloyu, hicrî ilk asrın yarısında meydana gelen gelişmelerin etkisiyle ve ilgili listenin baş tarafında yer alan sahabîlerin eliyle hadis uydurma hareketinin başladığının; dolayısıyla da çok azı dışında, hadislerin sonradan uydurulduğu tezinin kuvvetli bir delili saymıştır.37

Caetani’nin ilgili eserindeki atıflarından da anlaşılacağı üzere; sahabenin rivayetteki konumuna yönelik dönemin oryantalist bakış açısını özetleyen bu iddiaların, Türkiye’den farklı isimler tarafından da değişik biçimlerde dillendirildiği saptanmıştır. Bu ilim adamlarından biri de Zakir Kadirî Ugan’dır. O günün ilmî bakış açısıyla hadis ilmine yöneltilen bazı tenkitlere ve bunların sebeplerine değinen Ugan, bu maddelerden biri olmak üzere Sahîh-i Buhârî’nin sahabî raviler cetveline yer vermiş ve bu listenin ilk sırasındaki Ebû Hüreyre (ö. 58/678) hakkında konuyu ilgilendiren bazı mütalaalarda bulunmuştur.

Ana hatlarıyla belirtmek gerekirse; Ugan, bütün merviyatının bir araya getirilmesiyle birlikte Ebû Hüreyre’nin Tevrat’a ayrıntılı biçimde vâkıf olduğundan şüphe edilmeyeceğini belirterek iksârıyla tanınan bu sahabînin rivayetlerinin asıl kaynağının bir ölçüde Kitab-ı Mukaddes olduğunu ima etmektedir. Ugan, Ebû Hüreyre’nin kendi muasırlarından birtakım itirazlara uğramasını; yanı sıra Aloys Sprenger (ö. 1893) ve Ignaz Goldziher (ö. 1921) gibi şarkiyatçıların araştırmaları neticesinde vardıkları menfi kanaatleri tasvirî bir üslupla aktarmaktadır.38 Bir yönüyle Ugan’ın Ebû Hüreyre özelinde sergilediği bu menfi tavır, ilgili çalışmasının farklı yerlerinde genele hitaben yönelttiği dirayetten yoksun bir rivayet anlayışına dair tenkitleriyle de örtüşmektedir.

Yine konuyla ilgili olarak; hadislerin asliyetine dair oryantalist görüşlerden etkilendiği anlaşılan Milaslı İsmail Hakkı’nın açıklamalarına da temas edilebilir. Tek cümleyle ifade etmek gerekirse; en güvenilir kaynaklarda bile Kur’ân ile çelişen ve Hz. Peygamber’in nezih üslubuna yakışmayan sözler bulunduğunu belirten Milaslı,

Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi’ne atıfta bulunarak Hz. Ebû Bekir’in (ö. 13/634), ashâbı

37 Caetani, İslam Tarihi, trc. Hüseyin Cahid, I, 94-95, 99-110. 38 Ugan, Dinî ve Gayr-i Dinî Rivayetler, s. 102, 114-133.

rivayette ihtiyatlı olmaya çağıran bir konuşmasını, en nihayetinde hadis vaz‘ına karşı alınan umumi bir tedbir olarak yorumlamaktadır.39

Sahabenin hadis rivayetine yaklaşımları ve bu bağlamda sünnet bilgilerinin genişliği meselesi üzerine en fazla eğilen ismin Babanzâde Ahmed Naim olduğu görülmüştür. Bu bağlamda; Ahmed Naim’in, L. Caetani’nin yukarıdaki iddialarını

Mukaddime’de geniş biçimde ele aldığı ve dahası Tecrîd-i Sarîh Tercemesi’nde bazı

hadislerin yorumlanması sırasında bu araştırmayı ilgilendiren çeşitli değerlendirmelerde bulunduğu tespit edilmiştir.

Ahmed Naim’in Mukaddime’de, “Rivayet-i Hadiste Tesebbüt İklâl ve İksâr Meselesi” şeklinde attığı başlık, sahabenin hadis rivayetine yaklaşımları hakkında onun şahsî görüşlerini yansıtmaktadır. Ahmed Naim, Allah Rasûlü’nün hadislerini aktarmaya teşvik eden öğütlerin varlığıyla birlikte sahabenin rivayet noktasında genel olarak mutlak bir serbestiyetle hareket etmeyip ihtiyatlı bir yaklaşım sergilediklerini, yer yer birbirlerine karşı itirazlarda bulunup ikinci bir şahit ravi isteyebildiklerini temel kaynaklardan yaptığı nakiller eşliğinde ortaya koymaya çalışmıştır.40 Aslında Ahmed Naim’in konu üzerinde bu denli durmasının, bu meselenin hemen devamındaki “Bir Şüphenin Halli” başlığında ele alacağı iddiaya bir nevi hazırlık maksadı taşıdığı anlaşılmaktadır.

İlgili başlığa, “Bu münasebetle din düşmanlarımız tarafından neşredilip son zamanlarda diyarımızda da maalesef revaç bulan şüphelerden birini zikredelim” ifadeleriyle başlayan Ahmed Naim; henüz birkaç yıl önce bir makale serisi kaleme alarak mütercimiyle birlikte eserine tenkitler yönelttiği41 L. Caetani’nin, bu kez sahabenin rivayet sayılarına ilişkin yukarıda özetlenen iddialarını uzun bir şekilde ele almıştır.

Ahmed Naim’in, ilgili iddianın yanlışlığını ispat etme maksadıyla kaydettiği maddeler kısaca şöyle sıralanmaktadır:

39 Milaslı, Kur’ân’ın Mucizeleri, s. 35-37.

40 Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi, s. 53-58.

41 Söz konusu makaleler, “İslam Tarihi Hakkında” başlığı ile Sebîlürrreşâd’ın 638, 640 ve 641.

sayılarında yer almaktadır. Tanin’den alıntılanan bu eleştiri serisinin, Sebîlürreşâd’ın 641. sayısıyla birlikte kapatılması dolayısıyla yarım kaldığı değerlendirilmektedir.

Yanı sıra Ahmed Naim, Caetani’nin iddialarını isim vererek de tenkit etmektedir. Bk. a.mlf., Tecrîd-i

1. Yetiştikleri vahiy ve nübüvvet ortamının sahabenin hadis uydurma ihtimalini aklen tutarsız hale getirmesi,

2. Yanılma ve hata yapma korkusunun çokça rivayette bulunmaya engel olması,

3. İslam’a ilk giren sahabîlerin birçoğunun Rasûlullah’ın (s.a) irtihaline kadar veya irtihalinden kısa denilebilecek bir süre sonra vefat etmesi, 4. Devlet yönetimi, memleket işleri, cihad gibi görev ve meşguliyetlerin

iksâr-ı rivayete engel olması,

5. İlgili rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, ashâbın çokça rivayette bulunma noktasında farklı mizaç özellikleri ve bakış açılarına sahip olmaları, 6. Herhangi bir sahabînin bütün hadisleri bizzat işitmiş olması gibi bir

zorunluluğun bulunmaması,

7. Bazı sahabîlere ait rivayetlerin, zamanla Ehl-i Kitap bilgisiyle ya da farklı fırkalarla ilişkilendirilmesi, yanı sıra musannif ravilerin hadis tasnifinde seçiciliği.42

Yer verilen maddelerin altındaki ayrıntılarla birlikte; Ahmed Naim’in ilgili iddiayı tarih, usûl ve rivayet bilgisini kullanmak, sahabenin rivayet olgusuna bakış farklılıklarına dikkat çekmek ve bir takım aklî çıkarımlar yapmak suretiyle reddetmeye çalıştığı görülmektedir. Ancak Ahmed Naim’in değerlendirmelerinden bağımsız olarak; L. Caetani’nin, burada 3. ve 4. maddelerde yer verilen erken vefat etme ve çeşitli meşguliyetler içinde bulunma durumlarını Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) dışındaki halifeler için geçerli bir mazeret saymadığı görülmektedir.43

Ahmed Naim’in özellikle 4. madde altında Hulefa-yı Râşidîn’in hadis bilgisine yaptığı vurgu dikkate değerdir. Ahmed Naim’e göre; dört halifenin, kendisiyle devamlı surette birlikte olmalarının sağladığı bir vukûfiyetle Hz. Peygamber’in ahvalinden ve sözlerinin ayrıntılarından elde ettikleri küllî malumatları çok sağlamdı. Bu sebeple, kendi hilafet dönemlerindeki emir ve nehiyleri, fiil ve hükümleri çoğu kez herhangi bir rivayetle delillendirilmeye gerek kalmaksızın tasdik edilmiş ve itiraza uğramayan uygulamaları “sünnet-i metbûa” olarak tanınmıştır.

42 Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi, 58-63. 43 Bk. Caetani, İslam Tarihi, trc. Hüseyin Cahid, I, 102-103.

Ahmed Naim’in bu izahları bir yönüyle, kendisinin de kaydettiği “Benim sünnetime

ve benden sonra hidayete mazhar olmuş râşid halifelerin sünnetlerine yapışın”44 ve

“Benden sonra geleceklere, Ebû Bekir ile Ömer’e tabi olun”45 rivayetlerinin izahı mesabesindedir.

Yukarıda da belirtildiği gibi, Ahmed Naim çeşitli eserlerinde yer verdiği hadis yorumlarında da önde gelen sahabenin hadis bilgisini vurgulamaktan geri durmamıştır. Onun bu eğilimini Mukaddime’den çok daha önceleri, ilk halini 1912 yılında hazırladığı bir çalışmasında yer verdiği değerlendirmelerinden de yakalamak mümkündür.

Ahlak-ı İslamiyye Esasları adıyla basılan çalışmasının bir başlığında, Allah

Rasûlü’nün hadislerinde bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirli olunması gerektiğine dair tavsiyelerin bulunduğunu ispata çalışan Ahmed Naim; bu bağlamda Hz. Ömer’in (ö. 23/644) Şam ordusuna yardım etmek maksadıyla çıktığı seferin anlatıldığı bir hadisi de zikretme gereği duymuştur. Sözü edilen hadiste, Hz. Ömer’e Şam mıntıkasında veba salgını olduğu haberi ulaştırılınca ordunun hareket güzergâhı hakkında ihtilafa düşüldüğü; hatta komutanlardan Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’ın (ö. 18/639), “(Ey

Ömer!) Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” istifhamının vârit olduğu uzunca

anlatılmaktadır. Burada üzerinde durulması gereken husus; uzun istişarelerden sonra geri dönme kararı alındığı sırada oraya başka bir yerden gelen Abdurrahman b. Avf’ın (ö. 32/652), ihtilafa düşülen konuyla alakalı kendisinin bilgi sahibi olduğunu belirterek naklettiği “Bir yerde veba salgını olduğunu duyarsanız oraya girmeyiniz,

sizin bulunduğunuz yerde baş gösterirse de kaçarak oradan dışarıya çıkmayınız”

rivayeti46 üzerine düşülen yorumdur.

Uzun istişarelerden sonra sahabenin vardığı karar ile akabinde İbn Avf’ın naklettiği hadisin mutabık çıkmasını dikkat çeken Ahmed Naim; “Demek ki hadis rivayet edilmemiş de olsa kadere iman ile sorumluluğa taalluk eden ayet ve hadislerin toplamından, öğretilen dinin ruhundan istinbat edilmesi gereken netice, zaten bu olacakmış” değerlendirmelerine yer vermiştir. Onun ifadesiyle, kaydedilen

44 Ebû Dâvûd, “Sünne”, 6; İbn Mâce, “İftitâhu’l-Kitab”, 42. 45 Tirmizî, “Menâkıb”, 16; İbn Mâce, “İftitâhu’l-Kitab”, 11.

Açıklamalar için bk. Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Mukaddimesi, 60-61.

hadis, İslam’ın ilk kuşağı olan ve dini en iyi anlama imkânına sahip olmuş kimselerin bilgi birikiminden çıkmış olan ortak kararı bu olayda yalnızca teyit etmiştir.47

Ahmed Naim’in aynı yaklaşımı yıllar sonra, Kırtâs hadisesi olarak bilinen gelişmenin anlatıldığı bir hadisin yorumunda da koruduğu görülmektedir. İlgili rivayette; Rasûl-i Ekrem’in vefatıyla sonuçlanan hastalığı esnasında yanında bulunan kimselerden yazı malzemesi istediği, Hz. Ömer’in “Nebi’nin (a.s) hastalığı ağırlaştı.

Elimizde ise Allah Teâlâ’nın kitabı vardır. O bize yeter” dediği, ihtilaf çıkması

üzerine Hz. Peygamber’in bu fikrinden vazgeçtiği anlatılmaktadır.48

Ahmed Naim, Şiîlerin bu olay vesilesiyle Hz. Ömer’in müdahalesini Hz. Ali’nin (ö. 40/661) hilafetine engel olma kastına yormalarına yedi madde ile itiraz etmiştir. Yer verdiği diğer ayrıntılar bir tarafa Ahmed Naim, Hz. Ömer’i İslam’a girmesiyle birlikte Hz. Peygamber ile sürekli bir arada bulunan, aralarındaki akrabalık ve yakınlık bağı dolayısıyla bir nevi onun sırdaşı olan, zor meselelerde güvenilir bir danışman payesine erişen, hususi reyi indirilen vahiyle defalarca örtüşen bir kimse olarak takdim etmektedir. Burada kaydedilen öncüller dolayısıyla Hz. Ömer’in müdahalesini ve sözünü, kendisi tarafından bilinen karineler yardımıyla yazı yazma emrinin yeni bir teşrî ya da vaciplik durumu taşımadığını anlamasına ve zaten hasta olan Rasûlullah’ı ek bir zahmetten kurtarma isteğine bağlamaktadır.49

Kaydedilen mütalaalardan anlaşılacağı üzere Ahmed Naim, özellikle önde gelen sahabenin hadis birikimini, günümüze ulaşan rivayet sayılarından çok, asr-ı saadette yaşamaları dolayısıyla edindikleri sünnet tecrübesi ve istinbat melekesi ile birlikte değerlendirmeye meyillidir. Onun ön plana çıkardığı bu olgusal durumun, sahabenin hadis rivayeti noktasında oryantalist bakış açısının sayısal verilerden hareket etmekten öte rivayet sisteminin bütününe çok daha geniş bir zaviyeden bakması gerektiği yönünde doğrudan bir mesaj taşıdığı söylenebilir. Yine elde edilen bu hareket alanının, bir adım ötesinde, sahabe içtihadı ve mevkuf haberin değeri gibi konulara yaklaşım tarzına yeni açılımlar getireceğinden bahsedilebilir.

47 Ahmed Naim, İslam Ahlakının Esasları, s. 32-33. 48 Buhârî, “İlim”, 39.

Yusuf Ziya Yörükan’ın da, Ebû Hüreyre ve İbn Abbas’ın rivayetlerini Ehl-i Kitap bilgisiyle ilişkilendirmeye çalışan L. Caetani’nin iddialarına karşı çıktığı anlaşılmaktadır. İlgili şarkiyatçının, mezkûr iddiasını muksirûndan olan bu iki sahabî ile sınırlandırarak mesela Hz. Âişe’nin rivayetleri için benzeri bir değerlendirmeye girişemediğini düşünen Yörükan; bu iki sahabînin toplam rivayetlerinden

Sahîhayn’da çok azının tahriç edilmesinin, bizâtihi kendilerinden değil müsnid

ravilerin durumlarından kaynaklandığını ifade etmiştir.50 Ahmed Naim’e benzer olarak; Yörükan da, Rasûlullah ile uzun müddet birlikte kalarak nübüvvet terbiyesiyle yetişmiş olan yakın ashâbın, elde ettikleri sünnet birikimiyle İslam’ın ruhunu ve teşrinin hikmetini iyice kavradıklarını, bunun sonucu olarak da aralarından rey ve içtihada girişenler olduğunu belirtmiştir.51

Mehmet Şerefettin Yaltkaya (ö. 1947) da, kaleme aldığı bir makale serisi ile nakilde önde gelen belli başlı sahabîlerin rivayet özellikleri, istinbat kabiliyetleri ve fikrî tesirlerine temas etmiştir.52 Ancak yukarıdaki iddialara ilişkin bir değerlendirmede bulunmamıştır.