• Sonuç bulunamadı

bir biçimde ben kentleşme süreçlerinin daha uzun dönemler üzerinden (binli yıllar) düşünmenin de gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu yukarıda söz ettiğim kısa vadeli kavramlarla olan çıkmazlarımızla baş etmek açısından önemli bir çıkış gösterebilir. Çünkü şöyle bir sorunla karşı karşıyayız: Biz kapitalizmin belli bir zaman kesitini ve belli bir coğrafyasını deneyimledik ve oraya yönelik varsayımlar yaptık. O kapitalizm ve işleyişi çok hızlı biçimde, hiç beklenmedik ya da bizim beklemediğimiz biçimlere dönüştü. Aslında kendi tarihi içinde var olan ama bizim çok kendi dönemlerimiz nedeniyle çok kanıksamadığımız biçimler alıyor. Bundan şunu kastediyorum: Biz ulus devlet dönemine denk geldik büyük ölçüde kapitalizmin ve kuramlarımız da doğal olarak biraz o tür bir perspektifin içine sıkıştı. Ama geldiğimiz noktada görüyoruz ki, kapitalizm bugün geldiği aşamada hiçbir dönemde görmediğimiz, ancak her zaman ipuçlarını bulabileceğimiz bir vahşilik kentleşme süreçleri de dahil olmak üzere üretiyor. İçinde bulunduğumuz dönem, geçmiş dönemlerin o düzenlenmiş kapitalizmden daha farklı bir biçim sunuyor.

Şimdi kapitalizmin bu yeni aşamasında ve yarattığı gerçeklikle başetmeye yönelik olarak planlamadan ne anlamalıyız? Bu koşullarda planlama ne demek? Bu kavramlar önümüzdeki döneme yönelik olarak nasıl kullanılacak?

Yani düzenlenmiş bir kapitalizmden sonra, giderek o düzenlemenin dışına çıkan ve işte Harvey’in falan “ilkel birikim” diye önümüze koyduğu biçimleri birikim açısından çok da derin hale getiren, çok daha geniş hale getiren bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Şimdi bu, siyasetin tanımına da yeni bir müdahale demek. Bundan şunu kastediyorum: Kapitalizm iki biçimde bir iş biriktiriyor değil mi? Bir tanesi üretim, meta üretimi yoluyla; diğeri el koyarak. İçinde bulunduğumuz aşama sadece Türkiye’ye özgü olarak söylemiyorum ama genel olarak kapitalizmin bu el koyma biçimiyle, bir anlamda birikim yapma hali çok daha geniş ve kapsamlı bir hale geldi.

Bu ne demek? Bu aslında başka bir düzeyde siyasetin bir savaş mantığıyla yapılır hale gelmesi demek. Çünkü fetih mantığı bu. Öyle ya da böyle, yani Suriye’de ya da coğrafyaların başka ülkelerine yönelik müdahalelerden söz etmiyorum sadece. Ülkelerin kendi içindeki, daha önce vatandaşı, kendi coğrafyası olarak tanımladığı yerlerde de yönetimler savaş mantığıyla, fetih mantığıyla davranıyorlar. El koyuyor. Yani gecekondu alanlarına el koyuştan tutun, kamu arazilerine el koyuş biçimine kadar bir fetih mantığıyla karşı karşıyayız.

Şimdi bu, siyasetin savaş biçiminde yapılır hale gelmesi Türkiye’ye özgü bir şey de değil dedim ama Türkiye bunun iyi örneklerinden bir tanesi haline geldi. Ama burada eğer bu tanımlama doğruysa-ki bunu ben yapmıyorum, Prusyalı bir general yapıyor. Yani aslında savaş, siyasetin bir başka yapılış biçimidir” diyor. Dolayısıyla aslında bir siyaset biçimi olarak görüyor savaşı ya da tersine çevirirseniz, siyaseti bir savaş formu içinde bir şeye

yerleştiriyor. Bu böyle yapıyorsa bunu demokrasi açısından da bir anlamı var. Yani bizim alışageldiğimiz demokratik formların ya da demokratik siyaset tarzının da bir biçimde, en azından öngörülebilir gelecekte sonuna gelmiş olabiliriz.

Yani bugün meclisin işlevsizleşmesi, belediyelerin seçilmiş başkanlarının görevden el çektirilmesi, hatta kendi cenahında belediye başkanının görev süresi dolmadan istifaya zorlanmalar gibi formlar da alıyordu. Bu efendim metal yorgunluğu konusu nedir? Savaş yorgunluğu var. Yani daha hızlandırılmış bir zaman-mekan sıkışmasına ve yeniden yapılandırılmasına da tekabül ediyor bu durum! Dolayısıyla bir biçimde bizim planlama açısından öngördüğümüz demokratik planlama ne demek böyle bir ortamda? Ya da hakkaniyet bu tür koşullarda bir anlam taşıyor mu?

Kapitalizmin tarihi içinde emek gücünün özgürleşmesi, mekânsal dolaşımının serbestleşmesi, özgür emek olarak alınıp satılabilmesi, kapitalizmin demokrasi ile olan bağı açısından çok önemsendi. Bu anlaşılabilir bir durum. Ancak geldiğimiz noktada başka tür bir ilişkiden söz ediyoruz. Fetih; el koyma, yerinden etme, zorunlu göç, emeğin kronik olarak emek pazarı dışına itilmesi gibi süreçlerin bu derece öne çıktığı bir dönemde kapitalizm demokrasi ilişkisi son derece problemli hale geliyor. Fransız Marksist felsefeci Ranciere, siyaseti aşağı yukarı şöyle tanımlar: Siyaset, belli kesimlerin ve nesnelerin görünür ve duyulur, belli nesnelerin ise görünmez ve duyulmaz hale getirildiği bir dağıtım sürecini içerir. Aynı tanımı hiç değiştirmeden planlamayı tanımlamak için kullanabiliriz. Yani planlama yoluyla bir müdahale yapıyoruz, belli kesimler görünür ve duyulur, belli kesimler görünmez ve duyulmaz hale geliyor. Ama bu mesele savaş biçimini aldığı zaman görünürlük ve duyulurluk açısından, planlamanın kendisini de bir savaş aracı ya da tekniği haline geldiği bir durum söz konusu olduğunda, plancının konumu da bir hayli ilginç hale geliyor

Ne yapıyorsunuz? Bir kentin içinde çok tarihi bir alanı bir anda boşaltıyorsunuz, yıkıyorsunuz, orada başka bir şey yaratmaya başlıyorsunuz. İnsanlar başka coğrafyalara itiliyorlar; bunlar savaşlarda olur. Şimdi İstanbul’un kuzeyinde olan şey bir boş alana yapılmış gibi görülmesin orada. Yani çok ciddi bir doğa, işte su havzaları vesaire ile aslında o objelerin ve yaşamın bir parçası olduğunu biliyoruz. Bir anda inanılmaz büyük bir havaalanı inşa edildi o bölgede; bir anda doğanın, ormanların ve su havzalarının küçük yerleşme birimleriyle birlikte yerinden edilip görünmez hale gelişine şahit olduk. Yerinde şimdi görünür ve yüksek ses çıkaran bir havalimanı var. O kadar görünür ki dünyanın en büyüklerinden biri olarak övünülüyor. Bunlar demokratik sistemlerin içinde bu kadar olay olabilecek işler değil. Dolayısıyla ÇED raporu düzenlemiyor, onu askıya alıyor, işte kamulaştırmayı hızlandırıyor, el koyma biçimlerini tanımlıyor planlama mevzuatının içinde. Bunlar bizatihi savaş teknikleri içinde değerlendirmesi gereken şeyler. Yani hani böyle bir itiraz süreçlerinin bile yapılamadığı, sonradan yapabilirseniz şanslı olduğunuz bir el koyma biçimi planlama açısından da kendi kavramlarını tanımlamaya başlıyor.

Dolayısıyla burada bu yeni geldiğimiz durum bize başka türlü siyasete işaret ediyor. Burada siyasetin geldiği form bambaşka bir şey!, İlhan Hoca uzun süredir tabii bir çoğulculuk arayışı içinde; geçmişte Habermas çerçevesinden yapıyordu bunu, şimdilerde Deleuze’a referans veriyor. Habermas demokrasi için ön şartlardan biri olarak bir ideal konuşma ortamı öngörür. Siyasetin savaş halini aldığı bir ortamda kaybettiğimiz ilk şey, eğer vardıysa, bu tür konuşma ve müzakere ortamları oluyor. Şimdi ben hala çoğulculuğa vurgu yapan arayışların önemine inanmakla birlikte, bir başka siyaset mantığı üzerinden de düşünmenin önemli olduğunu düşünüyorum; O mantık ve kavram benim açımdan popülizm.

Niye öyle? Şu nedenle öyle: Eğer savaş mantığı siyasetin mantığı oluyorsa, ki bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, bütün Avrupa’da yer yer Latin Amerika’da popülist sağın ve yer yer de solun yükselişine şahit oluyoruz. Başarılı başarısız Syriza ve Podemos gibi soldan formüle edilen çıkışları da ayrıca hatırlayalım. Popülizm şöyle bir şeydir: Toplumu siyasi bir ufuk çizgisi boyunca ikiye ayırırsınız, biz, dostlar bir tarafta, ötekiler, düşmanlarımız diğer tarafta olmak üzere! Siyasi proje ve liderlik olarak, ezildiğini düşündüğünüz bizin temsilciğine soyunursunuz. Toplumdaki sıkıntılardan ve beklentilerden yola çıkarak, bir talebi toplumsal alandaki tüm taleplerin temsilcisi haline getirirsiniz ve bu talebi yerine getirmenin sözünü verirsiniz. Bu, bizatihi savaş tanımıyla çok paralel bir siyaset tanımlaması da. Beğenelim ya da beğenmiyelim, Türkiye’den ABD’ye, İspanya’dan Yunanistan’a birçok yerde bu tür bir siyaset mantığı yaşama damgasını vuruyor.

Şimdi burada kritik mesele şu: Yani sol ya da toplumcu bir perspektiften baktığınızda ya da toplum yararına bir planlama perspektifinden baktığımızda, eğer siyaset popülist bir forma alıyorsa, yani dost-düşman diye ayrılıyorsak, burada toplumcu bakan bir anlayış kendisi nasıl konumlanacak? Ben yani bu yerleştiğimiz noktada doğrudan bir Habermas’çı ya da benzer türden anarşizme doğru kayan bir Deleuz’cü çerçevenin ilk etapta bize çok şey veremediğini düşünüyorum. Bunun önemli bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Yani İlhan Hoca’yla konuşmamız gereken önemli meselelerden biri olarak çoğulculuğun karşısına popülizmi koyuyorum. Bu iki siyaset mantığı arasındaki çelişki, gerilim ve ilişkinin iyi analiz edilmesi gerekir.

Şimdi burada popülizmin, yani bir karizmatik liderlik, o liderliğin toplumu ve coğrafyaları ikiye bölüşü, bir kesimi dost ilan edip bir kesimi düşman ilan etmesi, sonra o düşman seçkinler karşısında toplumun temsilcisi haline dönüşmesi meselesi bir dayatma olarak kaçınmadık haline geliyorsa, “bunun içinde toplumcu bir perspektif nasıl pozisyon alır?” sorusu İlhan Hoca’nın da kendi perspektifinden çoğulculuk açısından sorduğu soruya çok paralel bir soru burada sorduğum. Nasıl konumlanacağız? Toplumcu perspektiften savunulabilir bir popülist siyaset inşa edilebilir mi sorusu büyük bir soru ve yanıtını

burada vermeyeceğim. Ancak genel olarak bu tür bir siyasetin mümkün ve sanılanın tersine demokrasi ile diyaloğu olabileceğini düşünüyorum. Bu konuda bir örnek vererek konuşmamı tamamlayayım.

Karizma kavramı Max Weber’de anlamlı ifadesini bulur. Aslında Weber çok dikkatle okunursa, erken çalışmalarında karizmayı bir lidere atfedilmediğini görürsünüz. Erken yazılarında, karizmayı özellikle dini hareketlerinin liderlerine değil hareketin bütününe atfetmiştir. Bu çerçevede sorduğum soru şu: O zaman bugün Weber’e benzer biçimde bu tür bir karizma meselesi bireye yani güçlü liderlere değil de hareketlere atfedilebilir mi? Bu mümkünse, popülist görünen hareketlerin demokratikleştirilmesi mümkündür. Gezi, bunun örneklerinden bir tanesidir. Dünyanın dört bir taraflarında, en son Şili’de şekillenen hareketlenmeler bu anlamda karizmatik hareketlenmelerdir. Fakat karizmatik ve tekil liderliklerin sürüklediği parti ve hareketlerden farklı olarak bu tür hareketlerin en önemli sorunu sürdürülebilirliğinin sağlanması olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal hareketlerde sık karşılaştırdığımız türden bir gelişme içinde bir noktada tükenip, görünürlüklerini yitiriyorlar.

Çok zamandır söylediğim gibi bu tür hareketlerin kendi iç stratejilerini Habermas ya da Deleuz’cü çerçeveler üzerinden düşünebilir miyiz diye soruyorum. Bu türden karizmatik hareketler nasıl sürdürülebilir kılınabilir kaygısı son derece önemli kanımca. Bu toplumun içinde filizlenen, plancıların zaman zaman kendilerine ait hissettikleri bu türden karizmatik hareketlenmeler, başkaldırılar, bunların kendisi demokrasinin yeniden ya da bir başka biçimde böyle bir savaştan çıkışın da araçlarını sağlayabilecek biçimde yeniden düşünmesine aracılık edebilir mi? Bu tür örgütsüz hareketlenmelerle, TMMOB gibi somut olarak ŞPO gibi kurumsallaşmış yapıların ilişkisi nasıl kurulabilir? Bu tür ilişkiler sürdürülebilirliğe katkı yapabilir mi türü arayışları önemli buluyorum. Şehir Plancıları Odası, TMMOB, başka birtakım yapılar, bu türlü nüveler açısından bu enerjiyi belli anların ötesine götürüp, geleceğe sürekli olarak taşıyabilen depolama alanları olarak işlev görebileceği kanısındayım. Dolayısıyla o anlamda da buradaki 50 yıllık birikimin, toplumsal yaşamın eşitlikçi ve demokratik kuruluşuna çok önemli katkı yapabileceği kanısındayım.

Ben başlayayım bir yandan da, ömrümde dünyayı kurtarmaya çalışmıştım 1960'lı yıllarda; sonra vazgeçtim. Dünya yerine bana görev verilen yerlerde yapabildiğimi yapmaya çalıştım. Bugün size onun hikayesini anlatmak istiyorum aslında. Göreceğiniz şeyler benim meslek yaşamımdır ve meslek yaşamımın bir öyküsüdür. Diyeceksiniz ki, amma kendini... Yo, kendime eleştiririm de.

Bu bugünkü tartışmanın başlığı biraz benden çıktı. Çünkü o kadar çok konuyla ilgileniyor ki, yani planlamada 50. Yılınızı kutluyorsunuz. Bir meslek alanının odasısınız, meslek odasıdır burası ve ilgi alanınız planlamadır. Tabii planlama tek bir konu değil, onun farkındayım ama ben kendi alanımda neler yaptım, nerelerde başarılı olabildiğim, nerelerde o başarıyı sağlayamadım? Onu aktarmaya çalışacağım.

Şimdi Raci'ye arada sırada gönderme yapmak isterim. Bir ara Raci çok kuramsal bir dünyadan Büyükşehir İmar Dairesi Başkanı olduğu zaman, büyük sıkıntılar yaşadı ve de şöyle bir soru sordu: Anlama mı, planlama mı? Bu aslında kritik bir soruydu. Çünkü akademiyi anlamaya çalışıyordu ama neyi anladığı belli değildi. Bana sorarsanız hala öyle. Bu arada da akademyanın hor gördüğü bir meslek grubu var. Bugün çoğunu burada görüyorum. Bu ikisi arasındaki çelişki giderek büyüdü bana sorarsanız. Biz mezun olduğumuzdaki hocalarımız, meslek alanının hocaları idi, biz yabancılık çekmedik. Birlikte ürettik bir şeyleri. Şimdi ise çok yabancı; bir tarafın deyimleriyle, diğer tarafın deyimleri örtüşmüyor bence. Onun için bu öykü size hızlıca, hocam yirmi dakika dedi. Çok insan bilmez Şehir Planlama, Mimar ve Mühendisler Odasıydınız. Daha önce ise ilk kurulduğunda Mimarlar Odası'na kayıtlıydık ve benim bir kaydım Mimarlar Odası’ndadır.