• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: OSMANLI MERKEZ TEŞKİLATINDA DANIŞMA

2.1. Merkez Teşkilatı ve Danışmaya Verilen Önem

2.1.1. Osmanlı Toplumu ve Merkez Teşkilatı

Osmanlı idare teşkilatının kurulduğu toplum düzeni temelde yöneten ve yönetilen ayrımı üzerine kuruludur. Padişah, padişahın kulu hükmündeki idareciler ve reaya imparatorluğu meydana getiren beşerî unsurdur (Findley, 2014, s. 6-7). Yönetici sınıfı Padişah ve “kul” statüsündeki ricalden meydana gelirken, yönetilen geniş halk kesimlerine reaya adı verilmiştir. Yönetilenlere tabi olan (tebaa) reaya; ticaretle, tarımla, dönemin şartlarında sanayi ile uğraşarak üretmekte ve vergiyi de bu kesim vermektedir (İnalcık, 2013, s. 45). Reaya, dini ve etnik bakımdan homojen bir yapıda değildir. Ayrıca bu kesim içerisinde şehirlerde veya köylerde yerleşik olarak yaşayanlardan yahut göçebe insanlardan bahsetmek mümkündür (Belge, 2008, s. 248, 249). Şehirler, daha çok Müslim ve gayrimüslimlerin birlikte görüldüğü alanlardır. Ancak iş yaşamı haricinde, değişik dine mensup olanların kentin ayrı bölgelerinde yaşadıkları görülmektedir (İnalcık, 2003, s. 156, 157). Köyler ise, farklı dinî kökenden olanların ayrı köyler meydana getirmesi sebebiyle, şehirlere göre daha homojen özellik gösterir (Belge, 2008, s. 250).

Klasik dönemi itibariyle Osmanlı idaresi, bütün geleneksel devlet modellerinde olduğu gibi (Ortaylı, 2016, s. 66, 469), halkı koruyup asayişi sağlayan ve bunun için de toplumdan vergi alan bir mekanizmadır (Ortaylı, 1994a, s. 284). Bu mekanizmayı işleten yöneticiler padişah ve diğer devlet ricalidir. Yönetim hiyerarşisinin en üstünde mutlak yetkilerle donatılmış, devlet işlerine ait kararlarda son söz sahibi ve egemenliğin temsilcisi padişah yer almaktadır (İnalcık, 2017c, s. 43, 57). O halkın arasında çıkabilecek kargaşaları önleyerek nizâm ile adaleti temin etmek ve böylece sistemin işleyişini sürdürmekten sorumludur (İnalcık, 2011, s. 49-50). Bu sorumlulukları yerine getirmek için de geniş yetkilere sahiptir. Klasik Dönemde tüm egemenlik hakları padişahın şahsında toplanmıştır. Padişahın herhangi konuda son söz sahibi olarak aldığı kararlar kanun hükmünde yürürlüğe girmiştir (Akçura, 1988, s. 4).

Padişah sorumlu ve yetkili olduğu yasama, yürütme ve yargı erklerini merkezdeki yardımcıları eliyle kullanmıştır (Nalbant, 2012, s. 121). Nitekim bu anlayış XVI. yüzyıl alimlerinden Gelibolulu Mustafa Ali’nin eserinde görülebilmektedir. Burada padişahların sahip olduğu yetkilerini, halkın durumunu incelemek ve onlardan gelen talepleri değerlendirmek için vezirleri ile vekillerine havale etmesi gerektiği belirtilmektedir (Gelibolulu, 2015, s. 57).

48

Osmanlı’da yöneticiler başlarda, Selçuklunun dağılmasıyla Anadolu’da egemenlik kurmuş Türkmen ailelerinin önde gelenlerinden, toprakların genişlemesiyle birlikte Bizans ve çevre İslam devletlerinin idarecilerinden ve devşirme usulüyle toplanıp yetiştirilen kesimden meydana gelmiştir (Shaw vd., 2000, s. 149-150). İleriki yıllarda ise Batı tarzı eğitim veren okullarda yetiştirilmiştir. İmparatorluktaki bu idareci grup üç sınıfta toplanabilmektedir: (1) Başlarında şeyhülislam bulunan ve dini konularda kararlar alan ulemâ, (2) veziriazamın liderlik ettiği devlet idaresinde çalışanlar ve (3) bu yöneticilerin de içerisinden çıktığı ordu mensupları (Karpat, 2014, s. 165). Bunlar yönettiği halkın halini iyileştirmekle, işlerini düzene koymakla ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı onları korumakla görevli sayılmışlardır (Defterdar Sarı Mehmet Paşa, 1992, s. 8).

Merkezdeki rical arasında en yetkili kişi veziriazamdır. Veziriazamlık, I. Murad döneminden itibaren fazlalaşan ve çeşitlenen iş yoğunluğuyla paralel olarak vezir sayısının artmasını müteakip içlerinden birinin daha üstün konuma getirilmesi ile oluşmuştur (Halaçoğlu, 2014, s. 13). Padişahın mührünü taşıyan ve ondan sonraki en yetkili kişi olan veziriazam, devlet siyasetini saptamakla görevlendirilmiştir. Fatih kanunnamesinde belirtildiği gibi cümlenin ulusu, vüzera ve ümeranın başı, cümle umurun mutlak vekilidir (Taneri, 1997, s. 66-67). Nitekim Kanuni veziriazamı İbrahim Paşa’yı görevlendirirken, onun ülkenin nizâmından sorumlu olduğunu, mühim meseleler hakkındaki emirlerinin padişah emri niteliğini taşıdığını ve devlet işlerinde hatırlatıcı, sorun çözücü ve hükümdarın mutlak vekili özelliklerini barındırdığını belirtmiştir (Çelebi, 2011, s. 148-149). Ayrıca burada değinilmelidir ki veziriazamların yetkileri, XVII. yüzyılda Köprülü Mehmet Paşa’nın bazı şartlar sunarak göreve gelmesini müteakip daha da artmıştır (İnalcık, 2003, s. 103). Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri’nde ise yapılan reformlarla hükümetin başı olarak şekillenmiştir. Bu bakımdan veziriazamlar idare teşkilatının şekillenmesinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Merkez teşkilatında hiyerarşik olarak veziriazamdan sonra gelen ve farklı görevlerle mükellef vezirler ile diğer yöneticiler de bulunmaktadır. Bunlar, askerî sınıfa ait davalar, veraset işleri ile bazı şerî ve hukukî işlere bakmakla mükellef kazasker; şerî konularda yetkili ve ulemânın başı konumundaki şeyhülislam; malîye haricindeki bürokrasinin (reisülküttab, defter emini ve bunlara bağlı katip daireleri) başı konumunda

49

olan ve fermanlar üzerine padişahın tuğrasını çekmekle görevli nişancı; padişahın malının vekili sayılan ve malî konularda yetkili defterdar; askerî üst yöneticiler olan yeniçeri ağaları ve bu görevlilerin kendi maiyetinde bulunan katipler, çavuşbaşılar, kethüdalar gibi vazifelilerdir (Ahıshalı, 1999, s. 29-32). Bunlar ilgili görev alanında yönetimden sorumlu ve padişahın o konuda faydalandığı kimselerdir.

Klasik Dönem Osmanlı idaresinde devlet işleri, yukarıda genel olarak verilen yönetici kadronun, merkezdeki en üst kurul olan Dîvân-ı Hümâyûn’da toplanıp istişare etmeleri suretiyle yürütülmüştür. Bu bakımdan Dîvân-ı Hümâyûn merkez teşkilatında yer alan ve devletin siyasetini belirleyip danışma ihtiyacını gideren önemli bir organ olmuştur (Başar, 2015, s. 9). Buna ilave olarak daha az ehemmiyetteki işlerin halli için de daha alt kademedeki devlet adamlarının riyasetinde divânlar da oluşturulmuştur. Ayrıca çeşitli nedenlerle idarî işleri sonuçlandırmak üzere meşveret meclisleri teşkil edilebilmiştir. Bunlar Osmanlı’nın Klasik Dönem merkez teşkilatındaki bilgi üretip danışma ihtiyacını gideren kurullardır ve bir sonraki başlıkta ayrıntılı olarak incelenmiştir.

1774 yılında tahta geçen I. Abdülhamid’in ordunun savaştaki başarısızlıklarını gidermek için yaptığı ıslahatlar (Uzunçarşılı, 1972, s. 473) ve III. Selim ile II. Mahmut’la artan reform girişimleri Tanzimat Dönemi’yle hızlanarak devam etmiş ve Osmanlı idare teşkilatı kimi değişiklikler geçirmiştir. Bu bakımdan Tanzimat reformları ve Meşrutiyet’in kabulü, Osmanlı idare teşkilatının değişimi bakımından önemli dönüm noktalarındandır. Bu dönemlerle birlikte devlet yönetiminin işlevsel olması için iyi bir padişahtan ziyade sistemli oluşturulmuş müesseselerin daha önemli olduğuna inanılmış; Devlet’in merkezî örgütünde adliye, askeriye, malîye, içişleri, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi konular uzmanlığa dayalı komisyonlarca yürütülmek üzere örgütlenmiştir (Artuç, 2008, s. 65). Nitekim bu yıllarda yasaların üstünlüğü prensibi ile kamusal alanın kanunlarla düzenlenmesi esası kabul edilmiştir (Tanör, 2017, s. 87-97). Bu yıllarda, Klasik Dönemde padişahın yetkilerini kullanırken faydalandığı mercilerin yerini yeni anlayışa göre oluşturulan kurullar almıştır.

Tanzimat Dönemi’nin getirdiği ortam, sonraki yıllarda yapılacak reformların fikrî temellerinin oluşmasını da sağlamıştır. Batı’da savunulan liberalizm, demokrasi, parlamento gibi düşüncelerin etkisinde yetişmiş Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali

50

Suavi gibi düşünürler8, kamuoyu oluşturarak meşruti idarenin kurulmasına

çalışmışlardır (Tanör, t.y, s. 17). Bu düşünürlerce idarenin gerek duyduğu yeniliğin, hem geleneklere uygun hem de ihtiyaçlara cevap verecek bir parlamentonun teşkil edilmesi olduğu belirtilmiştir (Doğan, 2008, s. 135). Genç Osmanlılar olarak adlandırılan bu kesim Meşrutiyet’in ilanı konusunu tartışmak için meşveret meclisi toplanmasını sağlayacak kadar güçlenmiş (Kılıç, 1999, s. 355) ve nihayetinde merkez idare teşkilatında kimi yenilikler barındıran Meşrutiyeti ilan ettirebilmiştir. Böylece yasama görevini üstlenmek üzere temsili bir parlamento teşkil edilmiştir. Bununla birlikte yönetsel danışma ihtiyacının giderildiği mercilerin yöneticiler için yardımcı olma vazifeleri sürdürülmüştür.

Meşruti yönetimi getiren Kanun-ı Esasi ile Osmanlı; padişahlığın irsî olarak devam edeceğinden (md. 3) monarşik, vatanın bütünlüğü savunulduğundan ve hiçbir şekilde ayrılıkçı hareketlerin kabul edilmediğinden (md. 1) üniter, dinini İslam olarak kanunlaştırdığı için (md. 11) de teokratik nitelikte ve resmi dili Türkçe olan bir devlet şeklinde öngörülmüştür (Gözler, 2000, s. 26). Merkez teşkilatının ve yürütme organının başında ise “kutsal ve sorumsuz” sayılan padişahın olacağı kabul edilmiştir (Tanör, t.y, s. 18, 19). Burada padişahın vazifeleri vükelânın göreve getirilmesi, görevden alınması ve rütbelerinin belirlenmesi, para bastırılması ile savaş ve barış ilanı, yabancı devletlerle anlaşmaların yapılması, kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası, kanun hükümlerinin uygulanması, idarî müesseselerin düzenlenmesi, Meclis-i Umumî toplantı için çağrılması veya gerektiğinde yeni seçim yapılmak kaydıyla dağıtılması şeklinde sıralanmıştır (md. 7), (Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, 2014).

Kanun-i Esasi ile Meclis-i Vükelâ ve Meclis-i Umumî’yi meydana getiren Meclis- i Ayan ile Meclis-i Mebusan temel müesseseler olarak belirlenmiştir. Meşrutiyet, II. Abdülhamit’in verdiği aradan sonra değişikliklerle tekrar kabul edilince padişahın yetkileri belirgin şekilde azaltılmış ve hükümetin ön plana çıktığı yeni sistem, imparatorluğun son dönemine hâkim olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin yaklaşık 650 yıllık tarihi boyunca idarî teşkilatında gerçekleşen gelişmeler, ilk yıllardan itibaren önemsenerek kullanılan yönetsel danışma usulünün uygulanma biçimlerini de etkilemiştir. Tanzimat’ın ilanına kadar Dîvân-ı 8 Devlet adamlarından Mithat Paşa ve Süleyman Paşa da bu düşünürlere destek çıkmış ve imparatorluğun

51

Hümâyûn, meşveret meclisleri ve diğer divânlarda istişare edilen meseleler sonraki dönemlerde, bu amaçla kurulan Batı tarzı devamlı kurullarda görüşülmüştür. Meclis-i Vükelâ padişahın danışma organı olarak belirmiş, Meclis-i Âli-i Umumî, Dâr-ı Şûra-yı Bâb-ı Âlî, Şûra-yı Devlet gibi kurullar merkez teşkilatında yaygınlaştırılmıştır. Bunlar Meşrutiyet idaresi ve parlamento için bir temel sunmasına ek olarak yönetsel danışma için meydana getirilen Batı tarzı kurulların da ilk örneklerini temsil etmeleri bakımından önemlidir. Bu bakımdan Tanzimat ve sonrasındaki gelişmeler Osmanlı idare teşkilatında yönetsel danışma usulünün icrası için önemli bir dönüm noktası olmuştur.