• Sonuç bulunamadı

Necip Fazıl’ın Şeyh Abdülhakim’e Bağlanması

Bir Bilgin Ve Mutasavvuf Olarak: Seyyid Abdülhakim Arvasi

111 Helal ve Haramın Tarifi (I, 448-449) İman (I, 449-450)

Kaza ve Kader (I, 450-451)

Şeriat, Tarikat, Hakikat (I, 456-457) Semâ (I, M 502-504)

Kur’an-ı Azimu’ş-Şân’ın Tilâveti (I, 504-509) Şeriat, Din, Kur’an (I, 511-513)

Cin risâlesi (I, 530-535) Esmâü’l-Hüsna (II, 11-24)

Ebeveyn-i Rasulüllah. 2015 yılında Büyük Doğu Yayınları arasında çıkmıştır.

Abdülhakim Arvâsî’nin Ahmed Râşid Efendi’ye zikir konusundaki Mektubu (II, 25-28).

Diğer Mektupları

Bunlar dışında, Abdülhakim Arvâsî’nin Medresetü’l-Mütehassısin’de tasavvuf dersi hocası iken üniversite öğrencisine yazdığı mektupları vardır. Hüseyin Hilmi Işık tarafından Tam İlmihâl Saadet-i Ebediye adlı eserinde Abdülhakim Arvâsî’nin bu mektuplarına yer verilmiştir. İlgili kısımlar şöyledir:

Üniversite öğrencisine yazdığı Bir Mektup (s. 73-76)

Adâlet, aklın tefsiri, helâl ve haram, iman, kaza ve kader ile ilgili risâle (s. 402- 412) Tefsir kitapları ve Hadis-i Şerifler ile ilgili Mektup (s. 413-421)

Abdülhakim Arvâsî’nin Yemek Duası (s. 651) Cin hakkında bir Mektup (s. 735-742)

Ruhların hazır olması hakkında Mektup (s. 743-744)

Mucize, keramet, firâset ve sihir hakkında yazılmış Mektup (s. 747-748) Zikir ve râbıta konularının ele alındığı Bir Mektup (s. 921-923)

Necip Fazıl’ın Şeyh Abdülhakim’e Bağlanması

Cumhuriyet döneminin önemli ilim, fikir ve sanat adamlarından biri olan Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışması, ondan etkilenmesi, sohbetlerinde bulunması Abdülhakim Arvâsî’nin geniş kitleler tarafından tanınmasına vesile olmuştur.

Dönemin İslâmî oluşumları içinde yer alan ve “Büyük Doğu” diye adlandırılan hareket, Necip Fazıl Kısakürek’in Abdülhakim Arvâsî’den aldığı feyiz ile daha da güçlenmiştir.

1. Uluslararası Ankara Sempozyumu

Yaşadığı bohem hayattan bıkmıştı Necip Fazıl, entelektüel bir kriz yaşıyordu.

Toplumdan uzaktı, daha çok kendi iç dünyasıyla meşguldü. Korku, kaygı, karamsarlık ve tedirginlik ruhuna bir karabasan gibi çökmüştü. Bu halet-i ruhiye içinde bir gün vapurda farklı bir adamla karşılaşır. Adam, “elden giden dinden” bahseder ona. Kendisi pek oralarda değildi, dinin bir yere gittiği de yoktu, sen tasavvuftan bahset bana! Adam, ona bir adres gösterdi: “Beyoğlu Ağa Camii’ne gideceksin, orada vaaz veren Şeyh Abdülhakim Arvasi diye âlim bir zat var, ne duymak istersen emin ol ondan duyacaksın!”

Mektepten felsefe hocası Mustafa Şekip Tunç’un da birkaç kez bahsettiği bu isim, hafızasının bir yerinde duruyordu. Necip Fazıl Beylerbeyi’nde oturmaktadır. Eminönü’nden vapura binerken karşısında biri oturmakta ve kendisiyle tanışmasını şu şekilde anlatmaktadır.

“Adam:

-Birbirimizi selamlayalım…

Dedikten sonra Müslümanca selam verdi. Selamını aynı kelimelerin karşılığıyla aldım.

Konuşmaya başladı. İsmini, cismini, işini, mesleğini bildirmek zahmetine düşmeden konuştu. Sanki o ismiyle, cismiyle ve mücerret manada Allah’tı. Allah’ın kulu… Hepimiz gibi…

Yolcular Üsküdar'a çıkmaya başlarken girdiği bahsi, vapur kalkmaya hazırlanırken hulasalandırmıştı. (Konuyu özetlemişti.)

Din, İslamiyet... Dine bağlılık günden güne zayıflıyor herkes gaflette... Ecel de her an tepemizde... Ölüm anının dehşeti... Bir günahkâra ait korkunç ölüm sahnesi...

Böyle şeyler anlattı ve mümkün olduğu kadar basit anlattı bütün bir "malumlar" zinciri...

Geri çekti, durdu...

Sıkılıyor muydum? Hayır, bir şey, bir netice bekliyordum.

Vapur, Kuzguncuk’a Doğru yol alıyor, kar Durmuş... Üzerlerinde tül ışıklar kanayan yalı pencereleri... Kim bilir bu evlerin içinde neler dönüyor?

Adam anlatmakta… Hali ve anlatışı da bir kabuk kadar sert ve cevhersiz... Zaten anlattığı şeyler de işin kabuk tarafı ama cevher, kabuğun içinden..., O, bu cevherden habersiz gibi.

Yoksa bana öğüt vermek mi istiyor:

Genç adam! Aklı başına devşir. Bütün havailikleri bırak, hemen ibadete başla, dinin bütün emirlerini yerine getir, aradığın bu ruh, bu yalçın emirlerin ötesinde… Ve onlar sımsıkı birbirine kenetli emirlere bağlan ve olmaya çalış.

Böyle mi demek istiyor.

Fakat büyük lezzetten koku almaksızın kabuğa yapışmayı anlamayan ve onun içinde saklı Cevheri görmeyen kör nefis ille de onu kurcalamak gayretinde...

Bir Bilgin Ve Mutasavvuf Olarak: Seyyid Abdülhakim Arvasi

113

Hemen tasavvuf bahsini açtım. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin yalnız bandrol bilgisi halinde birkaç kelimesini ezberlediği ve hep kavanozun camı üzerinde yaladığı büyük dava...

Adam, bu bahiste ah! Çeker bir tavır aldı ve fazla konuşmadı. Davanın yanından, önünden, arkasından dolanır gibi laflar etti.

Dilinin altında bir şeyler saklar gibiydi. Benim bütün merakım da o...

Nihayet bandrol bilgisinin klişeleşmiş en yaman meselesini öne sürüverdim Zamanımızda İrşada ehliyeti bir kimse var mı? Böyle birini tanıyor musunuz?

Güldü.

Vapur Kuzguncuğa yanaşıyor.

Sordu:

-Kuzguncuğa mı çıkacaksınız?

-Hayır dedim: Beylerbeyi'nde oturuyoruz. Ya siz?

-Ben Çengelköy’üne gidiyorum. Beylerbeyi'ne kadar konuşabiliriz.

-Buyurunuz!

-Zamanımızda böyle bir kimse var... Böyle bir kimse değil, büyük bir kimse var…

-Ne diyorsunuz?..

-Evet...

Atıldım.

-Onu nerede görebilirim?..

-Gayet sakin bildirdi:

-Beyoğlu’nda, Ağa Camii’nde-İsmi?

-Abdülhakim Efendi Hazretleri...

-Nasıl bir zat?

-Görürsünüz… Orada dinleyecekleriniz halk için nas için söylenen sözler… Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın...

Dona kaldım. Adam, adeta değişmiş, tebessümü derinleşmiş, bana bakıyor.

Bir zar deliniyordu. Altından, muazzam kâinat çapında muazzam bir vaadin adresi çıkıyordu.

Hep, hep klişe ezberciliği halinde tanıdığım bir sıfatın müşahhas, gözle görülür, elle tutulur zatı… Bir veli, bir mürşit, bir rehber…

Öylesine donmuştum ki, artık adamcağızın anlattıklarını dinleyemez hale gelmiştim.

Biletçinin sesi.

-Beylerbeyi!

Adam verdiği adresi aynı kelimelerle tekrarladı. Ve çımacının “yürüyelim” narası üzerine mırıldandı:

Güle güle, selametle…”

İskeleye son ayak basan bendim.” (Necip Fazıl Kısakürek, O Ve Ben, İstanbul, 1965, s.

81)

1. Uluslararası Ankara Sempozyumu

Bir Cuma günü Uçarı ressam ve şair Abidin Dino’yla birlikte Ağa Camii’ne gitti.

Şeyh hemen “kapıyı” açtı ona… “Kabul edilmiştik. Ama henüz, iç içe giden iç daireye değil... Dış daireye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet, konuşma dairesine avluya…”

Zamanla bu şeyhi ve mürşidi tanıdı. Onun gözünde Abdülhakim Arvasi artık, “kurtarıcısı, müjdecisi, mürşidi, şeyhi, nuru, ruhu, canı, topyekûn hayatıydı.” Durumu şöyle şiire döktü:

“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;

Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”

“Efendi Hazretleri” onu “avlamıştı artık.” Ve bu derin ilişki ve bağlılık ölümüne kadar sürdü. Abdülhakim Arvasi’yi tanıması, Necip Fazıl’ın inanç ve düşünce dünyasında önemli bir kırılma noktasını teşkil eder.

Necip Fazıl düşünce dünyası dağınık, hayatında her şey kördüğüm olmuş vaziyette iken Abdülhakim Arvasi’yi tanır. Bu büyük buluşma hadisesini Necip Fazıl, ruhunun büyük zelzelesi olarak şöyle tanımlar: “Tanrı kulu Tanrı kulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi içinde, Tanrı kuluna açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir sâik diye haber veriyorum!” (Kısakürek, 1997: 6).