• Sonuç bulunamadı

Modernleşme ve Değişim Bağlamında Hüyük Basınının Analizi

V. Araştırmanın Örneklemi

3. MODERNLEŞME SÜRECİNDE HÜYÜK VE ÇEVRESİ

4.4. Modernleşme ve Değişim Bağlamında Hüyük Basınının Analizi

Modernleşme ile basın birbirini en iyi tanımlayan olgulardır. İki olgunun birlikte meydana getirdikleri sonuç ise değişim olmaktadır. Bu bağlamda düşünülecek olursa Hüyük ve çevresinde yayımlanan basın organları bölgedeki değişimin öncüsü konumundadır. Bütün dünyada olduğu gibi Türk modernleşmesinin de taşıyıcı unsuru olan basın, hem Cumhuriyetin ilk yıllarında hem de günümüzde etkili olmuştur.

Basın olarak incelenen bölgede ancak 1960-70’li yıllarda yerini alabilen Aktepe Çavuş Köyü dergisi, Hüyük ve çevresinin ilk basın kuruluşu olarak sayılabilir. Ayrıca Türk modernleşmesi sürecinin de ilklerinden olan dergi, köyde ve köylüler tarafından yayımlanan ilk dergi olması nedeniyle de önemli bir yere sahiptir.

Aktepe Çavuş Köyü dergisi, Cumhuriyetin modernleştirici elitleri tarafından yayımlanan bir dergi değildir elbette. Ancak, modernleştirici ideologların çerçevesini belirlediği düşünceler, yine onların açtığı okullarda okuyarak öğrenen ve onlar tarafından yüklenen ideal düşüncelerle köye dönen ya da köylerde görev yapan memurlar tarafından yayımlanan bir dergidir. Bu nedenle ve derginin çıktığı dönemde Türk modernleşmesinin ‘panorama’sını görebilmemiz yönüyle Aktepe Çavuş Köyü dergisi önemlidir.

Bilindiği gibi köy ve köylü kavramı, Türk modernleşmesinin inkılâpların kendisi kadar önemsediği kavramlardır. Çünkü inkılâpların amacı, köylüyü modernleştirmektir. Daha önce de değinildiği gibi, bu nedenle Halkevleri, Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okulları açılmış; ayrıca devrimleri yayabilmek için dergiler çıkarılmış ve devrimler, halka en iyi şekilde anlatılmıştır. Bu dönemde (1930–1950) söz konusu yayınları okuyarak bu okullardan mezun olan köy çocukları, “Tanrının kutsadığı meslek” olarak gördükleri öğretmenliği seçerek, köylerine dönüyorlar ve bu bilinçle köylerini kalkındırmaya girişiyorlardı.

Aktepe Çavuş Köyü dergisi bir Halkevi dergisi değildir. Cumhuriyet devrimlerinin heyecanlı bir şekilde yayılmaya çalışıldığı ilk dönemlerde de yayımlanmamıştır. Ancak, gücünü Cumhuriyetin devrim yıllarından almakta ve içeriği de o dönemki toplum hafızasıyla doludur. 1940’lı yıllardan sonra ülkemizde kök salmaya başlayan ABD liberal düşüncesi, aynı yıllarda sürekli yükselen sosyalist düşünce ve bu düşüncelere karşı yükselen milliyetçi- muhafazakâr düşünce ile birlikte zengin bir düşünce/ideoloji ortamı oluşmuştur. İşte Aktepe Çavuş Köyü dergisi, böyle bir ortamda, ülkemizde yaşanan bütün değişim ve dönüşümlere rağmen hemen hemen eğitimli öğretmenleri dışında hiçbir değişikliğe uğramayan köyleri yazmak için çıkarılmıştır. Aktepe’nin tek ideali, köylülerin kalkınmak mecburiyetinde olduğunu yazabilmektir. Dergi sadece bu ideali anlatmak için “Modernleştirici Devlet Baba”yı bile eleştirebilmektedir.

Aktepe Çavuş Köyü dergisi, bu özellikleri dikkate alınarak modernleşme unsurları bakımından incelendiğinde, aslında modernleşmeye dair pek de fazla bir gelişme bulmak zordur. Modernleştirici elitlerin öğrettiği, modern insan ve toplum olmaya dair kavram ve bu konuda gereken bilinç vardır. Lakin ne modern denebilecek bir yaşam şekli vardır, ne de böyle bir şeyin varlığından bahsedilir. Sadece modernleşme düşüncesi, sorun tespitleri ve çok az olmak üzere de çözüm önerileri vardır Aktepe Çavuş Köyü dergisinde.

Yukarıda da belirtildiği gibi, Aktepe Çavuş Köyü dergisinde, modernleşme unsurları bakımından ne dünyevileşme, ne kentleşme, ne demokratikleşme çarpıcı bir şekilde işlenmiş ne de bir modern Türk insanı portresi dergi sayfasına yansımıştır. Ancak dergideki yazılarda da görünen o ki taşra insanı, o dönemde her şeyin farkında; gelişmenin, kalkınmanın ve kısaca modern toplum olmanın bütün yollarını bilmektedir. Sorun burada değildir. Taşra, gücünü cazibe merkezleri olan kentlere kaptırdığından, kalkınma hamlesini gerçekleştirecek kudreti kendisinde bulamamaktadır.

1960 ve 1970’li yıllarda, temelinde Türk modernleşmesinin etkili olduğu fikirsel çatışmalar nedeniyle, modernleşme projelerinin heyecanı kaybolmuş ya da ilk dönemin heyecanı yoktur. Okuyan köy çocuklarının büyük çoğunluğu, kentlere yerleşmektedir. Ayrıca kentlerdeki renkli hayatın cezbesine kapılan gençliğin, taşradan ayrılması nedeniyle gittikçe işgücü azalan taşranın kalkınmasının yavaşlaması, taşra insanını çözüm aramaya yönlendirmiştir. Dergide sıkça görülen ve vaktiyle köyden çıkanların köylerine duyduğu özlemi anlatan şiir ve öyküler, köyü kalkındırmak için kurulan dernek vasıtasıyla “Köyünüze sahip çıkın” şeklindeki çağrılar, taşradaki durumu net bir şekilde ifade etmektedir.

Günümüz Hüyük basını ise Türk modernleşmesi bağlamında düşünüldüğünde, Türk modernleşmesinin ilk yıllarıyla arada bir bağlantı kurmak oldukça zordur. Belki de Türk modernleşmesi projesi çerçevesinde uygulanmaya çalışılan köylülerin eğitilmesi ve modernleşme sürecinde etkili kılınması düşüncesiyle gerçekleştirilen eğitim çalışmalarının,

toplumun bugünkü eğitim ve kültür seviyesinde etkili olduğu düşünülebilir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, 100 yıla yakın olan Cumhuriyet tarihi boyunca üç nesillik bir değişimin yaşandığı bir süreçte, Türk modernleşmesi projesi olmadan da toplum bugünkü noktaya gelebilirdi. Hatta Türk toplumu geleneklerine bağlı olarak, Japonya örneğinde olduğu gibi, hiçbir iç çatışma olmaksızın kalkınabilirdi.

O halde denilebilir ki, Türk modernleşmesinin bugünkü toplumsal gelişmede olumlu etkileri, katkıları olmakla beraber, yine bugün halen devam etmekte olan tartışmalı ve çatışmalı toplum yapısının oluşmasında ve dolayısıyla geri kalmışlık konusunda da olumsuz etkileri vardır. Diğer yandan Türk modernleşmesi başka bir açıdan da etraflıca tartışılmalıdır: Türk modernleşmesi, Batı değerlerini alıp Türk toplumunu yeni bir kalıba sokarak modernleştirmektense, geleneksel değerlerine müdahale etmeden Türk toplumunun kalkınması için projeler geliştirmiş olsaydı acaba bugün sonuç ne olurdu? Bizim öngörümüz, Türk toplumu modernleştirici elitlerin baskısına rağmen yaşamaya ve korumaya çalıştığı yüzlerce yıllık değerlerini muhafaza etmek ve bu süreçte enerji kaybetmek yerine, üst yapının da öncülüğünde kültürel, ekonomik ve siyasal olarak her yönden kalkınma çabasına girerdi. Ancak Türk modernleşmesi projesi bu öngörünün tam tersi olarak toplumu yüzlerce yıllık değerlerinden soyutlamaya ve tutma ihtimali zor bir değeri topluma aşılamaya çalışmıştır. Üstelik bu uygulamayı, toplumsal değerlerine en sıkı şekilde bağlı olan taşra insanı üzerinden başlatmış ve bana göre elbette başarısız olmuştur. Dolayısıyla Türk modernleşmesi, Anadolu’nun birçok taşra bölgesinde derin izler bırakmayı başarmış olmasına rağmen, 1940’lardan sonra Türkiye’de başlayan ve farklı yönlerden esen değişim rüzgârlarıyla birlikte toplum bastırılmış olan değerlerine dönmeye başlamıştır.

Hüyük ve çevresi de bahsedilen bu taşra bölgelerinden birisidir. Türk modernleşmesinin yayılma dönemi olan 1925–1940 yılları arasında yetişmeye başlayan Cumhuriyet çocukları, bu dönemde aldıkları kalkınma bilinciyle 1960–1980 döneminde köylerini kalkındırmak için çalışmışlar ve bölgede bir dergi çıkarmışlardır. Sürekli kesintiye uğrayan demokratik süreçten etkilenen ve modernleşmenin en temel olgularından olan basın ancak 2000’li yıllarda bölgede yerini alabilmiştir. İçerik ve şekil bakımından farklı olan bu iki dönem bölge basını arasında herhangi bir bağ kurmak zordur. Farklılık olarak da, Türk modernleşmesinin 1970’li yıllara kadar etkisinin sürdüğü; bundan sonraki yıllarda ise küresel manada etkisini gösteren modernleşmenin bölgede de Türkiye arasında etkili olduğu ve basına yansıdığı söylenebilir.

SONUÇ

Türk toplumu, Osmanlı’dan günümüze bir modernleşme süreci yaşamaktadır. Toplumun elit grupları tarafından devlet gücü kullanılarak, kimi zaman merkezden çevreye, kimi zaman da direkt çevreden (Taşra) başlatılan bu sürecin adını, “Türk toplumunun modernleştirilme tarihi” olarak tanımlamak mümkün. Bu uzun tarihi sürecin Osmanlı dönemindeki modernleşme ve modernleştirme çabaları, merkezden başlayarak çok da fazla olmayan çevreye doğru bir seyir izlemişti. Yine bu uzun tarihi sürecin yaklaşık olarak yarısına tekabül eden ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurularak devrimlerin gerçekleştirildiği Cumhuriyet dönemi ise, topyekûn modernleştirmenin başarılı olabilmesi için merkez ile taşra arasındaki farkı kaldırmak üzere çevreden (Taşradan) başlatılan bir modernleştirme süreci olarak başlamıştı.

Türk modernleşmesi tanımlamasına karşılık gelen ve algılarımızda yer eden bu iki dönemle birlikte Türk halkı, modernleştirici elitlerin istediği bir yöne doğru götürülmek istenmiştir. Batı kültür ve medeniyetinin gelişme sürecinde uzun yıllar alan ve aşama aşama gerçekleşen modernleşme sürecinin, Cumhuriyet ile birlikte aniden gerçekleştirilmeye çalışılması; üstelik bu çalışmanın, yüzlerce yıllık Türk toplum kimliğinin yok sayılarak veyahut hafıza kaybı gerçekleştirilerek yeni bir kimlik tasarımı yoluyla yapılması, baştan sakat bir doğumun gerçekleşmesini andırmaktadır. Bu tanımlamaya mecbur bırakan neden ise, Türk toplumu ta üç kuşaklık bir değişim yaşamasına rağmen hâlâ iç çatışmalardan kurtulamamıştır. Başka bir ifadeyle Türk toplumu, Türk modernleşmesi projesinin Batı’ya ait olan pozitivist hayat görüşüyle temellendirilen şablonu reddederek asıl kimliğiyle var olmak istemekte, modernleştirici elitlerin bu talebi reddetmesi nedeniyle de çatışmalar sürüp gitmektedir.

Yukarıda bahsedilen bu sürecin Türkiye’de akademik camiayı en çok meşgul eden konulardan biri olmasına rağmen yapılan çalışmalar yetersiz kalmıştır. Taşranın modernleştirilmesi suretiyle, merkez ile taşranın birleştirilmesi ve pozitivist düşüncenin ön gördüğü seküler bir Türk toplumu var etme projesi olan Türk modernleşmesinin taşra boyutu ise hemen hemen hiç incelenmemiştir. Buradan hareketle Türk modernleşmesinin taşra üzerindeki etkilerini inceleyen bu çalışmada, önce modernleşme kavramsal çerçevede ele alınmış, tarihsel gelişim süreci içerisinde incelenerek yeniden tanımlanmıştır. Daha sonra Osmanlıdan günümüze Türk modernleşme projesinin tamamı mercek altına alınarak, Türk toplumunda günümüzde yaşanan modernleşme kaynaklı sorunlara yeni bir yaklaşım getirilmiştir. Son olarak, çalışmanın konusu olan Türk modernleşmesinin taşrada basına yansıması çerçevesinde, Osmanlıdan günümüze taşra kavramı ve taşra toplumsal hayatı incelenmiş; Örnek olarak seçilen Hüyük ve çevresinde Türk modernleşmesinin etkileri basın taraması yapılmak suretiyle ortaya konmuştur.

Modernleşme denildiğinde aslında, toplumların doğal bir şekilde kendi seyrinde değişmesi, gelişmesi ve ilerlemesi anlaşılmakta. O halde Türk modernleşmesi denildiğinde de Türk toplumunun kendi seyri içerisinde, doğal bir şekilde gelişmesi algılanmalıdır. Bu manada Türk modernleşmesi tamlamasının yanlış kullanıldığını söylemek abartı olmayacaktır. O halde yıllardır Türk modernleşmesi olarak tanımladığımız bu olgunun doğru ifadesi, “Türk toplumunun modernleştirilme tarihi” olmalıdır.

Batı toplumlarının, adlarını sonradan koydukları modernleşme süreci, doğal bir şekilde gelişmiştir. Yüzyılların toplumsal çatışmaları ve bu tarihsel deneyimleri sonucunda modern batı ortaya çıkmıştır. Hiç kimse, ne içerden ne de dışardan Batı toplumlarının modern olmaları için çaba harcamamıştır. Hem Osmanlıda hem de Cumhuriyet Türkiyesi’nde modernleşme süreci, kesinlikle Batı’dakine benzememektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, tarihsel kimlik olarak Batının reddettiği Doğu’ya ait olan Türk toplumu, Osmanlı’dan bu yana zoraki bir yanlış gidişat içerisinde bulunmaktadır: Modernleştirilme. Batılıların istediği ölçülerde modernleşme.

Yanlış tanımlanan modernleşme ve kimlik farklılığından kaynaklanan, ‘kan uyuşmazlığı’na benzer bir karmaşa yaşıyor Türk toplumu. Her toplumda olduğu gibi bu karmaşa, Türk toplumunun kendine özgü gelişme ve değişme sürecinde, devlet gücüyle donanmış olan modernleştirici elitlerin Türk tarihini ve toplumsal hayatını sıfırdan başlatmak istemeleri nedeniyle vuku bulmuştur (İnsel,1995: 13). Ahmet İnsel’in yerinde ve doğru tanımlamasıyla bu durum “ Türk toplumunun bunalımı’nı ifade etmektedir. Kültürel, ekonomik ve siyasal her yönden yüz yıllardır etkileşim halinde olduğumuz Batı toplumlarıyla, çok yönlü alışverişlerimiz olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Medeniyetlerin yarışmakta olduğu bu uzun süreç, bizim medeniyetimiz, İslâm Medeniyeti, adına yenilgi ile sonuçlanmıştır. Bu yenilgi, uzun süren Orta Çağ karanlığı ile dibe vurmuş olan ve çıkış yolu arayan Batı Medeniyetinin, bitişiğinde bulunan Osmanlı Medeniyetine hem içerden hem de dışardan müdahalesinin sonucudur. Bu sonuç, Batı Medeniyetinin nefes alışı; doğu medeniyetinin ise yok olmaktan kurtulma arayışı anlamına gelmektedir.

Batı medeniyetinin fiili müdahalesi ve süresiz gayretleri sonucunda, Osmanlının tarih sahnesinden çekilmesine rağmen dengeler durulmuş değildir. Bir tarafta durağan ve ‘kendi yağıyla kavrulan’ doğu toplumları bulunurken, diğer taraftan ise, dünyaya, her şeye hükmetme felsefesine sahip yeni bir güç, Batı, doğmuş durumdadır. Dünyada 20. yüzyılın başında ortaya çıkan bu durum, ABD’nin tarih sahnesine çıkmasıyla biraz farklı algılanmaya başlansa da değişen bir şey yoktur. Bu yeni durumun adı, ‘Doğu-Batı çatışması’dır. İşte bu süreç, emperyalist bir çıkmaz olarak çözümlemeye çalıştığımız modernleşme olgusu, batı ve uzantıları olan elitler adına modernleştirme, Türk toplumu adına ise modernleştirilme sürecini de ifade etmektedir.

Kimlik ve köken olarak bir doğu toplumu olan Osmanlı-Türk toplumu, yine Doğuya ait bir toprak parçası, Anadolu, üzerinde yeniden var olmaktadır. Bu sürecin başlangıcında ise, iki yüz yıldan fazla süredir Osmanlı’yı hem içeriden hem de dışarıdan parçalamak için çalışan Batılılar aktif olarak bulunmakta, güçlü bir yeniden var oluşa göz yummamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu durum, bugünkü sorunların nedenlerini oluşturmaktadır.

Osmanlının son dönemlerinde gösterilen ayakta kalma, var olma çabaları, her yönüyle gelişmiş ve deneyimli Batılıların kontrolünde gerçekleştiği gibi, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de var olma çabaları yine kontrollü olacaktır. Ayrıca, aslında doğulu olan ancak birçok yönüyle kendine ve toplumuna olan güvenini yitirerek kimliksizleşen; Batı gibi ya da Batı olmaktan başka var olma çaresi bulamayan etkin bir kitle ortaya çıkmıştır. Aydın/İntelijensiya. Bu kitle Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Ülkesi ve tarihiyle. En ciddileri ya Marx’ın şakirdidir, ya Seyyid Kutub’un… Bu gölge aydınların ayırıcı vasıfları, kendi kendilerini küçümsemek. Türk düşünemez bu efendilere göre, düşünemez çünkü kendileri düşünemezler.. Avrupa’nın en sefil yazarı erişilemez bir zirvedir, bu efendiler için. Hakikatte Avrupa’yı da Asya’yı da tanımazlar…”

Diğer taraftan kendilerinin doğulu, doğu medeniyetine ait olduğunu düşünenler, yine bunlar arasından, dönemin yükselen ırkçılık akımının da etkisiyle doğu medeniyeti yerine sadece Türk olduğunu savunanların ortaya çıkmasıyla birlikte toplum bir daha birlik oluşturamayacak kadar parçalara bölünmüştür. Bu bölünme ancak Batı Medeniyetinin bir daha saldırması sonucunda ortaya çıkan vatan olgusu etrafında toplanarak var olma kavgasını kazanmıştır.

Ancak burada hâlâ çözülemeyen yeni bir durum daha ortaya çıkmıştır: Türk toplumunun var oluş şekli yukarıda bahsedilen kavram ve kimlik kargaşasından kurtulamamıştır. Savaş kazanma ve devlet kurma konusunda öncülük edenler, dine, düne ve doğuya ait ne varsa yok sayarak her yönüyle Batı gibi olmayı Türk toplumuna zorunlu kılmışlar ve bunun dışında var olma, yaşama hakkı tanımamışlardır.

Bu durum, bugün hâlâ devam etmekte olan toplumsal çatışmanın temelini oluşturmaktadır. Toplumun bu kargaşayı, bu çatışmayı yaşaması oldukça doğaldır çünkü, toplum bir taraftan fikir karmaşası ve zihin karışıklığı yüzünden kendisini aramakla meşguldür ve huzur bulduğu, haz duyduğu kendine ait kimlik mekânında kendisi olarak yaşamak istemektedir. Diğer taraftan ise her an, yayılmacı ve sömürgeci Batı medeniyetinin saldırısına uğramaktadır. Bu durumda toplumsal olarak bir ortak payede birleşmek ve gelişip güçlenmek mümkün olamamaktadır. Sonuç olarak ise, bugün Türk toplumu ne Doğuya ne de Batıya ait olmadan, kimliğini bulmadan ve bilmeden yaşayan, geleceği tehlikede olan bir toplum durumundadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin belirlediği “millî kimlik” etrafında birleşerek planlı- programlı bir şekilde kalkınma hedefleri, yukarıda belirlediğimiz temel problemlerden dolayı pek fazla başarılı olmamıştır. Bugün hâlâ bu nedenle sıkıntılı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. İşte Türk modernleşmesi olarak tanımladığımız süreç budur.

Bütün bunlar, tarihî süreç içerisinde incelemeye konu olan “Türk modernleşmesinin taraya etkisi ve basına yansıması”nın anlaşılabilmesi için bilinmesi gerekenlerdir. Bu uzun tarihi süreç anlaşılmadan yapılan incelemeler hep eksik kalmaya mecburdur ve öyle de olmaktadır.

Dolayısıyla, genelde modernleşmenin, özelde de Türk modernleşmesinin tarihi süreçleriyle birlikte temellendirilen bu incelemede ortaya çıkan sonuç, Türk modernleşmesinin taşraya kazandırdığı “Latince okuyup yazmak” olmuştur. Bunun dışında taşralı olan Türk toplumunun kültürel, ekonomik ve siyasi hemen hiçbir iç dinamiği harekete geçirilememiştir. Bugün hâlâ Türk toplumunu yönetme vesayetini elinde bulunduran elitlerin fikirlerinden etkilenen ve aynı güzergâhta taşra kalkınması için ter döken az sayıda modernleşmiş taşralının durumu Türk modernleşmesinin taşrayı etkilediği kabul edilse bile bu etki, ikinci kuşak elitler ya da Cumhuriyetçilerle birlikte etkisini kaybetmiştir.

İncelenen Hüyük basınından çıkarılabilecek sonuç ise, Türk modernleşmesinin en temel devrimlerinden biri olan Latin harflerle okuyup yazma sürecinin başlamasıyla birlikte, taşralı Türk toplumu emperyalist ve küresel batı modernleşmesinin etkilerine daha fazla açık ve savunmasız hale getirildiğidir. Bu noktada denilebilir ki, Cumhuriyet devri Türk modernleştirmesi, taşra üzerinde fikri gelişim bakımından etkili olmuşsa da ki, bu fikir yerli değildir, bu fikir uzun soluklu değildir, uzun vadede de taşranın gelişmesi ve kalkınmasına sağladığı bir yarar yoktur.

Osmanlı döneminde kendi kaderine terkedilmiş olan taşra halkı, Cumhuriyet devrinde merkeze eklemlenmiş; toplumsal değerleriyle var olmak yerine, kimliğinden soyutlanarak, hayranlık duyulan Batı’nın değerleriyle var olan bir Türk toplumu oluşturulmak istenmiştir. Daha sonra bu projenin ABD’nin birçok dünya toplumu üzerinde olduğu gibi, Türk toplumu üzerinde gerçekleştirmeye başladığı yeni, Liberal, toplum mühendisliği (1940’lı yıllardan başlayarak) girişimiyle sonuçsuz kalmıştır. O dönemde Modernleşme projesinin yanlış sonuçları olarak Osmanlı döneminde yaşadığı fakirliğini sürdüren taşralı Türk toplumu ve Cumhuriyetçi bürokrasi elitlerin in kontrolündeki Türk Hükümetleri, Marshall Yardımlarıyla başlayan dışa bağımlılığa mecbur kalmıştır.

2000’li yıllara kadar Türkiye’de sürekli tartışılan ve bugün zirve noktasına ulaşan “rejim taraftarları” ve “rejim düşmanları” tartışmaları, Türkiye üzerinde toplum ve yönetim mühendisliğini sürdüren büyük güçlerin eline geçmiş, içeriği boş ancak hem içeriden hem de dışarıdan kullanılabilen ve her kapıyı açan bir maymuncuk haline gelmiştir.

Bütün bunlar kendine has sistemli, düzenli bir karmaşa olarak sürüp giderken, taşra kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmaktadır. Nasıl Türkiye bağımsız bir devlet olduğu halde, iç dinamiklerini harekete geçirememiş ve dışarıya bağımlı hale gelmişse, taşra da 85 yıldır merkezden teşvik ve yatırım bekleyip durmuştur. Elbette bu 85 yılda merkezden taşraya birçok şekilde yardım, yatırım ve teşvikler olmuştur ancak taşradan önemli ölçüde bir kalkınma hamlesi başlatılamamıştır. Bu gerilik taşrayı, Batı’dan gelen endüstriyel devrimin “küresel Pazar”lama dalgasına bağımlı kılmıştır.

Sonuç olarak Hüyük ve çevresi bugün, Türk modernleşmesinin değil ama artık