• Sonuç bulunamadı

Mehmed Fahreddin Dinçkol, Telhis (Meani-Beyan-Bedî) Kur'an Edebiyatı

2.3. Telhîsü’l-Miftâh’ın Türkçe Tercümeleri

2.3.7. Mehmed Fahreddin Dinçkol, Telhis (Meani-Beyan-Bedî) Kur'an Edebiyatı

2.3.7.1. Eserin Tanıtımı

Eski Adalar vaiz ve müftüsü Mehmed Fahreddin Dinçkol tarafından yapılan bu tercümeyi Medine Balcı neşre hazırlamıştır. 1990 yılında İstanbul'da Ebrar Yayınları tarafından basılan eser, 221'i tercüme ve 60'ı Arapça metin olmak üzere toplam 281 sayfadan oluşmaktadır. Eser, "içindekiler", "yayıncıdan", "tercüme" ve "Arapça metin" başlıklarıyla toplam 4 bölümdür.

2.3.7.2. Eserde İzlenen Usul

Eserin ön söz mahiyetindeki "Yayıncıdan" bölümünde M. Fahreddin Dinçkol’un Telhîs'i açıklamalı bir şekilde talebelerine okuttuğu; ancak talebelerin artmasıyla söz konusu tercümenin daha fazla talebeye ulaşması için kitap hâlinde neşredilmesinin iktiza ettiği vurgulanmış ve eserin neşrinde nasıl bir yol izlendiği şu cümlelerle dile getirilmiştir:

Fahreddin Dinçkol Hoca Efendi'nin açıklamalı olarak okuttuğu bu ilim, bu yolda artan talebelerin hepsine ulaşamadığından, bir kitap haline getirilme zarureti hasıl oldu. Fesahat ve Belagat'ın daha iyi anlaşılması için, Meani'nin bazı bölümleri sorulu-cevaplı hazırlandı. Meani, beyan, bedi, Telhis'teki sıraya göre, talebelerin anlayacağı biçimde tercüme ve izah edildi. Gaye, Telhis'i okuyan talebe ve okutan hocaya yardımcı olmaktır. Bunun için Telhis'in şerh ve kayıtlardan arınmış Arapça metni de kitaba eklendi (Dinçkol, 1990: 7).

58

Mütercim, Telhîsü'l-Miftâh'ın mukaddime ile meânî bölümünün bir kısmında yer alan terimleri soru-cevap usulüyle tercüme etmiştir. Söz gelimi, kaynak metnin garâbetten bahsedilen kısmını şöyle tercüme etmiştir: "Soru: Garâbet nedir? Cevap: Kast olunan manaya açıkça delalet etmeyip, fesahatda o kelimenin o manada kullanılmamasıdır." (Dinçkol, 1990: 13).

Eserde kimi zaman kaynak metnin ilgili kısmı tercüme edildikten sonra söz konusu kısım hakkında birtakım ilavelerde bulunulduğu görülmektedir. Örneğin, kaynak metinde fesâhat terimi "َُمِ لَكَتُمْلا َوَ ُمَلاَكْلا َوَ ُد َرْفُمْلاَ اَهِبَ ُفَصوُيَ ُةَحاَصَفْلا (Fesâhat: Onunla müfred, kelâm ve mütekellim vasıflanır)." şeklinde tarif edilirken Dinçkol'un eserinde bu kısım şu şekilde tercüme edilmiştir:

Soru: Fesahat nedir?

Cevap: Kelimede, kelamda ve mütekellimde kavaidi ilmiyyeye mutabık bulunan ahvali beyan eden sıfattır.

Bu teknik ifadenin dışında şu şekilde de tarif edilebilir. Doğru ve düzgün söyleyiş, açık ve güzel ifade ile konuşmaya fesahat denir. Bir başka ifadeyle; lafızların söylenişinin tatlı, manasının da hemen söylenirken zihne girmesidir (Dinçkol, 1990: 12).

Mütercim, eserinde kaynak metinde misal getirilen ayet, cümle, mısra ve beyitlerin evvela Arap alfabesiyle yazılmış hâllerine yer vermiş ve ardından söz konusu kısımları tercüme etmiştir.

Dinçkol, Telhîs'te bazı konulara misal getirilen ayet, cümle, mısra ve beyitlerdeki hangi kelime veya ibarelerin hangi açıdan bahsedilen konuya misal teşkil ettiklerini izah etmiştir. Söz gelimi, kaynak metinde muhâlefet-i kıyâs konusuna misal olarak "َِلَلْجَلْاَِ يِلَعْلاَ ِللَ ُدْمَحْلَا" mısrasının seçilme sebebini şu şekilde açıklamıştır: "Muhalefeti kıyas َِلَلْجَلْا kelimesindedir. َ لَجَأ şeklinde şeddeli gelmesi gerekirken, şiirin veznine uydurmak için şeddesiz geldi, fakat fesahata uymaz." (Dinçkol, 1990: 13).

Bazı konular tercüme edilirken mütercim tarafından Türkçe örnekler ilave edildiği görülmektedir. Örneğin, tenâfür-i kelimât konusuna "Kartal kalkar dal sarkar, dal sarkar kartal kalkar." (Dinçkol, 1990: 14) tekerlemesi örnek verilmiştir.

Ana ve alt başlıkların büyük harflerle koyu/bold olarak yazıldığı bu eserde, sadeleştirilmek istenen kelime ve ibareler, daha önce geçen bazı konulara göndermeler ve bazı açıklamalar için parantez işareti kullanılmıştır. Bu hususa şu cümleyi örnek vermek mümkündür: "Ta'kid ya nazımda (lafızları takdim ve tehiri gibi dizilişinde) olur, ya da intikalde (yani lugat yönüyle önceki mananın zihne intikalinde bir kapalılık) olur." (Dinçkol, 1990: 14).

Mütercim; kasr, vech-i şebeh, teşbîh, teşbîhin kısımları, garîb-i mübtezel, baîd-i garîb, mecâz, istiâre, kinâye, cinâs ve reddü'l-acüz ale's-sadr gibi konuları şekiller üzerinde tasnif ederek tercüme etmiştir.

59

Tercümede tamlamalar izafet kesresiyle gösterilmemiştir. Bu hususa eserden seçilen şu iki tamlama örnek olarak gösterilebilir: "ahvali isnadi haberi" (Dinçkol, 1990: 19), "istiareyi temlihiyye" (Dinçkol, 1990: 146).

Mütercim, kimi zaman kaynak metinde şâhid gösterilen bazı mısra veya beyitlerin, kaynak metinde yer almayan diğer mısra veya beyitlerini de tercümeye dâhil etmiştir. Örneğin, kaynak metinde isnâdın kısımlarından mecâz-ı aklî konusuna Ebü'n-Necm'in

َُزْنُقَ ْنَعَاًع ُزْنُقَُهْنَعَ َز يَم ٍَع

يِع ِرْسَاَ ْوَاَِئِطْبَاَىِلاَي للاَُبْذَج ىِعُلْطُاَ ِسْم شلِلَِاللَُليِقَُهاَنْفَا

mısraları misal getirilmişken, tercümede bu üç mısranın yanı sıra şiirin dört mısrası daha yer almaktadır.

Tercümede bazı konuların tertibinin kaynak metinden farklı olduğu görülmektedir. Söz gelimi, isnâdın kısımlarından mecâz-ı aklî mevzusunda değinilen mecâz-ı aklînin kısımları konusu diziliş bakımından kaynak metin ile tercümede birbirinden farklıdır.

Kaynak metinde sirkat-i şi'r, iktibâs, tazmîn, akd ve hal, telmîh, berâ'at-ı istihlâl gibi konular hatime başlığı altında eserin sonuna ilave edilmiştir. Tercümede ise bu konular için ayrı bir başlık açılmayarak bunlar bedî ilmine dâhil edilmiştir.

2.3.7.3. Muhteva Analizi

Eser, "içindekiler" kısmıyla başlamaktadır. "İçindekiler" kısmından sonra "yayıncıdan" başlığıyla Ebrar Yayınları'nın eser hakkındaki iki sayfalık girişi yer almaktadır. Bu kısımda yayıncı, evvela Telhîs'in yazılma sebebine değinmiş, ardından eserin neşrinde takip edilen usul hakkında bilgi vermiş ve daha sonra eserden en çok kimlerin faydalanabileceğinden bahsetmiştir.

Eser, tercüme metni ile Arapça metin olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Tercüme metninin olduğu kısım, kaynak metnin sıralanışı esas alınarak I. kitap me'anî, II. kitap beyân ve III. kitap bedî olmak üzere üç kısımdan oluşmaktadır.

Eserin 11 ile 17. sayfaları arasında dibace ve mukaddime kısımlarının tercümesi yer almaktadır. Dibace kısmı tercüme edildikten sonra mukkadimme kısmındaki konulara geçilmeden önce meânî ilmi hakkında verilen şu bilgiler kaynak metinde bulunmamaktadır:

60

Soru: İlmi Meani nedir?

Cevap: Arapça lisanının hal ve durumunu (ahvali Arabi) muktezayı hale (icap eden durum-zaman-zemin ve muhatabın hali yönünden) uygun olarak bildiren bir ilimdir. Bir başka ifadeyle Arapça'nın (dilin) sırları ve incelikleri meani ilmi ile bilinir.

Soru: Bu ilmin mevzuu (konusu) nedir? Cevap: Arapça terkiplerdir.

Soru: Meani'nin faydası nedir?

Cevap: Kast olunan mananın yerine gelmesini engelleyecek hatalardan kurtarır. Fasihi gayri fasihten ayırır. Mütekellimin hitabının anlaşılmasını sağlar. Arzu edilen gayeye ve lugata uygun düzgün cevap hazırlamaya yardım eder.

Soru: Arapça lisanının hal ve durumu (ahvali, Arabi) nedir?

Cevap: Lafza; takdim, tehir, tarif, tenkir ve benzeri durumların ariz olması (sonradan gelmesi) halleridir.

Soru: Arapça lafızların hallerinin muktezayı hale (icap eden durum) mutabakatı (uygunluğu) ne sebeple mevsuf oldu (sıfatlandı)?

Cevap: Uygun olmayandan sakınmak için.

Soru: Meani, beyan ve bedi'de kaç şeye ihtiyaç vardır?

Cevap: Üç ilme mukaddime olan fesahat ve belağat'a ihtiyaç vardır (Dinçkol, 1990: 11-12).

Kaynak metinde mukaddime kısmında yer alan tenâfür-i hurûf, garâbet, muhâlefet-i kıyâs, za'f-ı te'lîf, tenâfür-i kelimât ve ta'kîd konuları tarif edilmemiş ve bu konulara yalnızca misaller getirilmiştir. Tercümede ise söz konusu terimler, mütercim tarafından evvela tarif edilmiş ve ardından bu konulara dair Telhîs'teki misaller aktarılmıştır.

Mütercim, kaynak metinde za'f-ı te'lîfe misal getirilen "اًدْي َزَ ُهُمَلاُغَ َب َرَض" cümlesinde za'f-ı te'lîfin nasıl mevcut olduğunu şu şekilde izah etmiştir:

َُهُمَلاُغ'daki َُه zamiri Zeyd'e racidir. İsmi zahirden önce ona ait zamir zikredilmiştir. Nahivcilere göre, lafzen ve rütbeten muahher olan bir kelimenin zamirinin kendinden evvel gelmesi za'fı telif olduğundan fesahatı bozar.َِه ِراَدَيِفَörneğinde Zeyd mübteda olmakla rütbeten mukaddem sayılır, lafzen geri kalması caizdir. Her ne kadar izmar kable zikir" olsa bile (Dinçkol, 1990: 13-14).

Telhîs'te nazımda ta'kîde misal getirilen

اًك لَمُمَ لاِإَ ِسا نلاَيِفَُهُلْثِمَاَم َو َُهُب ِراَقُيَُهوُبَأٌَّىَحَِهِ مُأَوُبَأ

beyti hakkında Dinçkol tarafından şu açıklama yapılmıştır: "Mübteda ile haber arasına sıfat olan ٌَّىَح kelimesi, sıfat ile mevsuf arasında haber olan َُهوُبَأ kelimesi girdiğinden, dizilişte bir karışıklıktan dolayı sözde ta'kid (düğüm) meydana gelmiştir. Aslında bu cümlenin sıralanışı şöyledir: َ لاِإَُهُب ِراَقُيٌَّىَح

َ ك لَمُم َ

َُهوُبَأََِهِ مُأَوُبَأ " (Dinçkol, 1990: 14).

Eserin 17 ile 113. sayfaları aralığında meânî ilminin tercümesi bulunmaktadır. Meânî ilminin haberî isnâdın hâlleri konusu, eserin 19. sayfasında başlayıp 27. sayfasında son bulmaktadır. Mütercim, isnâdı şu şekilde tanımlayarak konuyu tercüme etmeye başlamıştır: "Bir kelime veya bir

61

kelime makamına kaim olan bir cümleyi diğerine eklemektir ki; iki kelimeden birinin diğeri için sabit olup-olmadığına hükmedilir." (Dinçkol, 1990: 19).

Kaynak metinde; muhatabın, verilen haberi inkâr etmesinin neticesinde haberin, inkâr ölçüsünde pekiştirilerek ifadesinin gerekli olduğu hususu hakkında misal getirilen "ََنوُلَس ْرُمَ ْمُكْيَلِاَ نِا" (Yasin: 14) ve "ََنوُلَس ْرُمَلَْمُكْيَلِإَا نِإ" (Yasin: 16) ayetlerinin olduğu kısım tercümede bulunmamaktadır.

Dinçkol, Kazvînî'nin mecâz-ı aklînin Kur'ân-ı Kerîm'deki misallerini sıraladığı kısımda yer verdiği "اًبيِشَ َناَدْلِوْلاَ ُلَعْجَيَ اًم ْوَيَ / O günün şiddeti çocukları ihtiyar yapar." (Müzemmil: 17) ayeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır:

Çocukları ihtiyar kılmak fiili ilahidir, mecazen zamana isnat olunmuştur. O günün çocukları ihtiyar etmesi, şiddetinden ve onda olan gam kederden kinayedir.

Soru: Kinaye hakikat halini murat etmek sahih olduğu zamanda idi, hakikatı iradeye mani olmayacaktı?

Cevap: Evet öyledir, fakat bazı kinayeden hakikatı murat mümteni olur, kelamda karine yoktur, bu hale muhalefet vardır. Buna kinaye üzerine müteferri mecaz derler. Burada kelam, "faraza" üzerine mebni olmuştur. Yani faraza sabi olsa o günün dehşetinden ihtiyarlardı demektir (Dinçkol, 1990: 25).

Eserin 27 ile 52. sayfaları aralığında müsnedün ileyhin hâlleri konusunun tercümesi bulunmaktadır. Mütercim, müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesi konusunu tercüme ederken ism-i işareti aklî ve hissî olmak üzere ikiye ayırmış ve bunları şu şekilde tarif etmiştir:

1. İşareti Hissiye: El veya sair azayla işarettir. Esasen ismi işaretlerde asıl olan müşahadedir. Yani mütekellimin yanında hazır olan, görülen, yakın ve uzak bir şey olmasıdır. َ م َلاُغَ اَذَه Bu çocuk gibi.

2. İşareti Akliye: Gözle görülmesi mümkün olup, lakin halihazırda olmayan bir şeye işareti akliye denir. Bu, akliyeyi hissi menzilesine tenzildir. "İşte O Rabbinizdir" ىِ ب َرَُ َاللَُمُكِلَذ (Dinçkol, 1990: 31).

Dinçkol, Telhîs'te iltifât konusunun hitaptan gaybete kısmında misal getirilen "َيِفَْمُتنُكَاَذِإَى تَحَ مِهِبَ َنْي َرَج َوَ ِكْلُفْلا / Siz gemilerde idiniz. Gemiler de onları götürdü" (Yûnus: 22) ayeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "Burada َْمُتنُك ile başlayıp مِهِب ile bitirdi, muhataba hitap ederken gemidekileri gaib sayarak sanki başkalarına onların taaccup edilecek hallerini beyan ediyor. Hatta siz gemide idiniz gemi de kendinde olanları yürüttü, onu hatırlıyor musunuz, demektir." (Dinçkol, 1990: 49).

Eserin 52 ile 64. sayfaları aralığında müsnedin hâlleri konusunun tercümesi yer almaktadır. Mütercim, kaynak metinde müsnedin hazfi konusuna misal getirilen "َ بي ِرَغَلَاَهِبَ را يَقَ َوَىِ نِاَف " cümlesi َ hakkında şu açıklamada bulunmuştur:

Burada َ را يَق kelimesi َ نِا'nin isminin mahalli üzerine atfı caiz olmaz. Çünkü bir cümlenin haberi lafzan veya takdiren geçmeden atıf yapılamaz. Ama cümleye mahzuf haber takdir edersek; َ را يَق kelimesinin َ نِا'nin isminin mahalli üzerine atıf edilmesi caiz olur. Çünkü o zaman haber takdiren mukaddem sayılır. Ve müsned terk edilir (Dinçkol, 1990: 52).

62

Kaynak metinde müsnedin hazfine misal getirilen "يِ ب َرَ ِةَمْح َرَ َنِئآ َزَخَ َنوُكِلْمَتَ ْمُتنَأَ ْوََلَ لُقَ / De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız ..." (İsrâ: 100) ayetinde müsnedin hazfedilmesinin sebebi mütercim tarafından şu şekilde açıklanmıştır:

Burada َْمُتنَأ mübteda değildir, çünkü şart harfi olan َْوََل'den sonra fiil gelmesi gerekir. َْمُتنَأ mahzuf fiil olan ََنوُكِلْمَت'nin failidir. Lüzumsuz sözden sakınmak için hazf olunmuştur. Çünkü mahzuf fiili tefsir eden müfesser cümle var. Cümlede bulunan َْمُتنَأ ise; ََنوُكِلْمَت'deki zamiri muttasıldan bedel olarak geldi. Burada müsned ya ََنوُكِلْمَتَ ْمُتنَأَ ْوََل şeklinde isim cümlesi veya َْمُتنَأَََنوُكِلْمَتََْوََل şeklinde fiil cümlesidir. Müsnedin hazf olması her iki tarafa meyilli olmasından daha fazla mana kazandırıyor (Dinçkol, 1990: 53).

Telhîs'te َْنِا ve اَذِا gibi geleceği ilgilendiren şart edatlarından bahsedilirken misal getirilen "َاَذِإَفَ َُهَعََمَ نَم َوَىَسوُمِبَْاو ُر يَ طَيَ ةَئِ يَسَ ْمُهْب ِصُتَ نِإ َوَ ِهِذَهَ اَنَلَْاوُلاَقَُةَنَسَحْلاَ ُمُهْتءاَج / Onlara bir iyilik geldiğinde ‘Bu bizim hakkımızdır’ derlerdi. Başlarına bir kötülük geldiğinde de Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı." (A'râf: 131) ayeti tercümede yer almamaktadır.

Mütercim, şart edatlarından َْوَل'den bahsedilen kısmı tercüme ederken kaynak metinde yer almayan "İlim Çin'de de olsa arayın." ve "Ben Kıyamet gününde ümmetimin çokluğuyla övünürüm." (Dinçkol, 1990: 59) hadislerini örnek göstermiştir.

Meânî ilminin konularından ahvâl-i müte'allikât-ı fi'lin tercümesi, eserin 64 ile 69. sayfaları ve kasrın tercümesi 69 ile 78. sayfaları arasındadır.

Mütercim, kasrın lügat ve terim manalarını verdikten sonra konuyu tercüme etmeye başlamıştır. Eserin 72. sayfasında kasr ve çeşitlerini şekil üzerinde şöyle göstermiştir:

KASIR

GAYRI HAKİKİ "İzafi" HAKİKİ

Kasrı saıfat Kasrı mevsuf Kasrı sıfat Kasrı mevsuf ales sıfat alel mevsuf ales sıfat alel mevsuf Hakiki iddiai

İfrad Tayin Kalb İfrad Tayin Kalb İfrad Tayin Kalb İfrad Tayin Kalb Mütercim, kaynak metinde kasr konusuna misal getirilen Ferezdak'ın

اَم نِإَ َوَ ِراَمِ ذلاَيِماَحْلاَُدِئا ذلاَاَنَأ يِلْثِمَ َوَاَنَأَْمِهِباَسْحَأَ ْنَعَُعِفاَدُي

63

beytinde kasrın mevcudiyeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "Burada şair, َُعِفاَدُي fiilinin müsnedi ileyhi (faili) olan َاَنَأ zamirini amilinden kasır için ayırdı ve َاَنَأَ لاِاَْمِهِباَسْحَأَىَلَعَُعِفاَدُيَاَمَ şeklini aldı. Bu kasır, kasrı sıfat alel mevsuftur, burada fiil gaib sigasıyla değil de mütekellim sigasıyla olsaydı tekit olur, kasır olmazdı." (Dinçkol, 1990: 74).

Meânî ilminin inşâ konusu eserin 78 ile 88. sayfaları arasında, fasl ve vasl konuları ise 88 ile 100. sayfaları arasında yer almaktadır.

Mütercim, kaynak metinde vasl ve fasl konularından bahsedilirken kullanılan cihet-i camia terimi için ayrı bir başlık açmıştır. Burada cihet-i camiayı "tezâyuf, tezâd, adem ve meleke, selb ve icab" olmak üzere dört alt başlıkta izah etmiştir.

Fasl ve vasl konularının tertibi, kaynak metin ile tercüme arasında farklılık arz etmektedir. Örneğin Sekkâkî'nin, iki cümle arasındaki cami'in üç şekilde olduğuna dair görüşlerinin sıralandığı kısım kaynak metinde kemâl-i inkıta, kemâl-i ittisâl ve vasl gibi konulardan sonra yer alırken söz konusu kısım tercümede vasl ve fasl konusunun hemen girişinde bulunmaktadır.

Meânî ilminin son konusu olan îcâz, ıtnâb ve müsâvât, eserin 100 ile 113. sayfaları arasında bulunmaktadır. Telhîs'te îcâz, ıtnâb ve müsâvat konusunun girişinde yer alan Sekkâkî'nin bu terimler hakkındaki görüşleri ve Sekkâkî'nin görüşlerinin eleştirildiği kısım, tercümede bulunmamaktadır.

Itnâb konusunda tezyîl ile îgâl arasındaki farkın belirtildiği tercümedeki şu kısım kaynak metinde bulunmamaktadır: "1. Tezyil iygalden daha umumi mana ifade edebilir. 2. İygal kelamın sonunda bulunur. Tezyil kelamın ortasında da bulunabilir. 3. İygal, tekitsiz ve cümle olmadan da gelebilmesi yönünden tezyilden ayrılır." (Dinçkol, 1990: 104).

Mütercim, Telhîs'te tezyîl konsuna misal getirilen "ََروُفَكْلاَ لاِإَي ِزاَجُنَْلَه َوَاو ُرَفَكَاَمِبَمُهاَنْيََزَجَ َكِلَذَ / Biz, onları küfürlerinin karşılığında işte böyle cezalandırdık. Biz, küfürde bulunanlardan başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe: 17) ayeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır:

ََروُفَكْلاَ لاِإَي ِزاَجُنَ ْلَه cümlesi tezyil ve tekittir, َْلَه nafiyedir. Ceza, nimete ve azaba şumulludur. َ لاِإ'da kasır vardır, yani cezanın küfre tahsisi tekittir, çünkü önceki cümlede bunu ifade eder. Burada "kâfir" demeyip mübalağa sigasıyla "kefur" demesi Allahu Tealanın çok kimselere ikab etmeyip mağfiret ettiğini, ancak şükürden mübalağa ile imtina edenlere ikab ettiğini ilandır ki; bu yüzden mümin buraya dahil olmaz zira, müminin şükürden imtinaı bu hadde ulaşmaz. او ُرَفَكَ اَمِب'daki küfür ise, cezanın azab olduğuna delalet eder (Dinçkol, 1990: 104).

Eserin ikinci ana konusu olan beyân ilminin tercümesi, 115. sayfada başlayıp 164. sayfada son bulmaktadır. Beyân ilminin ilk konusu olan teşbîhin tercümesi eserin 115 ile 138. sayfaları aralığındadır.

64

Dinçkol, vech-i şebeh konusunu tercüme ederken 120 ve 124. sayfalarda konuyu şekil üzerinde göstererek anlatmıştır. Aynı zamanda teşbîhin çeşitleri ile teşbîhin müteaddid ve müfred yönleri itibariyle taksimini de şekille göstermiştir.

Mütercim, kaynak metinde hatime olarak adlandırılan teşbîh hakkındaki son kısmı misaller ilave ederek tercüme etmiştir. Aynı zamanda konunun sonunda teşbîhi garaz itibarıyla, edat itibarıyla ve mübalağa kuvveti açısından şekil üzerinde tasnif etmiştir.

Eserin 139 ile 161. sayfaları arasında hakîkat ve mecâz konusunun tercümesi yer almaktadır.

Mütercim, kaynak metinde istiârenin karineleri mevzusuna misal getirilen

اَهِبَىِفَكْنَتََِهِلْصَنََْنِمٍََةَقِعاَص َو َِبِئاَحَسََُسْمَخََِنا َرْقََْلْاََ ِس ُٔو ْرََأَىَلَع

(Övülen kişinin kılıcının keskinliğinden öyle saikalar vardır ki, onları beş bulut, muharebe edenlerin başları üzerinde döndürür)" beytinde söz konusu karinelerin nasıl mevcut olduğunu şu şekilde izah etmiştir:

"Bulut" memduhun parmakları için istiare edilmiştir. "Bulut" müstearun minh olmuştur.

Şair; önce memduhun kılıcını ucundan yıldırımların çıkmasını sonra, bu yıldırımların akranlarının başına döndürüldüğü, daha sonra da o kılıcı beş rakamını zikr etmesi ve bulut kelimesinin çoğul sigasıyla gelmesi, parmak manasına geldiğine karinedir.

Memduh; beş parmağı ve avucunun döktüğü mali ganimetler ve düşmana yağan belaların dökülmesine ve parlak kılıçları da o buluttan çıkan yıldırımlara benzetti. Beş parmağını da buluta benzetti. Şairin bulut ile muradı parmak uçları olduğu anlaşıldı. Burada ismi müstearın karinesi müteaddid manalardan husule gelmiştir (Dinçkol, 1990: 144).

Dinçkol, istiârenin kısımları konusuna geçmeden önce nahiv, meânî ve beyân ilimleri ile istiâre bölümünde kullanılan terimlerin birbirinden farklı olduğunu vurgulamıştır. Mütercim, bu görüşünü َ دَسَا َ دْي َز cümlesini örnek vererek misallendirmiştir. Buna göre Zeyd; nahiv ilminde mübteda, meânî ilminde müsnedün ileyh, beyân ilminde müşebbeh ve istiâre bölümünde müstearun leh, esed ise nahiv ilminde haber, meânî ilminde müsned, beyân ilminde müşebbehün bih ve istiâre bölümünde ise müstearun minhi temsil etmektedir.

Mütercim, kaynak metinde istiâre-i mücerredeye misal getirilen "اًك ِحاَضََم سَبَتَاَذِاَ ِءاَد ِ رلاَ ُرْمَغ / O َ gülerek tebessüm ettiği vakit kaftanı katbekattır." mısrasında, istiârenin şu şekilde yer aldığını belirtmiştir:

Burada َُرْمَغ bir şeyi ihata ve o şey üzerinde biriken şeydir. Yani gitgide o şeyin birikerek katmerleşmesidir. Bu yüzden bu kelime hırkadan ziyade ihsana münasip olur. Çünkü hırka "setir" ile sıfatlanır "gamir" ile sıfatlanmaz. Setirde terekküm (üstüste yığılmak) yoktur, gamirde

65

vardır. O halde terekküm, tekessür (çoğalma) manasına olup yığılmanın hırkaya izafeti; yani َ ُرْمَغ َِءاَد ِ رلا denilmesi mecaz olduğuna delildir. Müstearun minh olan َِءاَد ِ رلاَ ُرْمَغ lafzı müstearun leh olan

َ

َِءاَطَعْلاَ ُريِثَك (çok ihsan) makamında kullanılmıştır.

Cami: Sahibinin rızkını korumaktır. Nitekim elbise insanı sıcaktan, soğuktan, kirden muhafaza ettiği gibi mal-mülk para da öylece sıyanet eder. Bu sebebten bu istareyi mücerrede, müstearunleh mülayimdir (Dinçkol, 1990: 153).

Beyân ilmi kapsamında ele alınan son konu kinâyedir. Kinâye konusu eserin 161 ile 164. sayfaları arasındadır.

Mütercim, eserin 163. sayfasında kinâye konusunu ve 164. sayfasında ise Sekkâkî'ye göre kinâyenin tasnifini şekil üzerinde göstermiştir. Mütercim, kinâyeden sonra Allah'a hamd edip Hazret-i Peygamber ve sahabelerine selam getirerek beyân konusunun nihayete erdiğini belirtmiştir.

Eserin üçüncü ana bölümü olan bedî ilminin tercümesi, 166. sayfadan itibaren başlayıp 221. sayfada son bulmaktadır.

Kaynak metinde îhâm-ı tenâsüb sanatına misal getirilen "َِناَدُجْسَيَ ُرَج شلا َوَُمْج نلا َوٍَناَبْسُحِبَ ُرَمَقْلا َوَ ُسْم شلاَ / (Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar Allah'a boyun eğerler)." (Rahmân: 5-6) ayetinde, söz konusu sanatın nasıl mevcut olduğuna dair mütercim tarafından şu açıklama yapılmıştır:

Burada güneş ve ay manada münasip iki lafızdır. Burada nebat manasına gelen "necim" manada münasib değildir. Fakat bazı kere yıldız manasına da gelir. O zaman güneş ve aya münasip olur. Necim bu ayette kullanıldığı manaya göre "şecer"e mümasildir buna iyhamı tenasub (tenasubu hatıırlatan) denilmesinin sebebi ahirinin evveline tenasubu gizlidir (Dinçkol, 1990: 170).

Telhîs'te mübâlağanın çeşitlerinden gülüvvün, genel olarak makbul olmasa da bazı sebeplerden ötürü mübâlağanın bu çeşidinin makbul kılındığı vurgulanmıştır. Bu hususa misal getirilen "َ راَنَُهْسَسْمَتَ ْمَلَ َوََ يَِضُيَاَهُتْي َزَُداَكَيَ / (... Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir)." ayeti hakkında mütercim şu açıklamayı yapmıştır:

Yani Hz. Peygamberimizin o kadar berrak bir hayatı o kadar güzel bir ahlakı o kadar hoş bir hâli vardı ki, peygamber olduğunu söylemese bile onun hal ve şanı nebi olduğunu tanıtmaya kafidir. Nitekim zeytin yağı da ateş dokunmadan ateş dokunmuş gibi pırıltısı vardır.

Burada zeytin yağının ateş dokunmadan ışık vermesi aklen ve adeten mümkün değildir. Fakat َُداَكَي (yakın oldu) lafzı bu cümleyi mübalağada sıhhate kavuşturdu (Dinçkol, 1990: 182).

Mütercim, Telhîs'te tevcîh sanatına misal getirilen "َ ءا َوَسَِهْيَنْيَعَ َتْيَل" cümlesinin hem hikâyesini anlatmış hem de bu cümlede söz konusu sanatın nasıl yer aldığını açıklamıştır. Mütercimin bu cümleye dair değerlendirmelerinin olduğu kısım şu şekildedir:

66

Mesela bir gözü kör olan terzi Ömer'e: Beşir ibni Berd bir cübbe sipariş vermiş. Terzi de onunla eğlenmek için, sana bir cübbe biçeyim ki cübbe midir kefen midir belli olmasın demiştir. Beşir de sana bir şiir söyleyeyim ki lehine mi aleyhine mi olduğu belli olmasın diyerek şu şiiri söyler:

َ

ََطاَخ ءا َوَسَِهْيَنْيَعَ َتْيَلَُءاَبَقَ َوَو ُرَمُعَىِل Mefhumubeyt: Ömer bana bir cübbe dikti keşke iki gözü musavi olsaydı.

Burada iki gözün musavi olsun sözü; hem ikisi de kör olsun, hem ikisi de açılsın manalarına ihtimallidir. Hem lehine dua hem aleyhine beddua olabileceğinden tevcih olmuştur (Dinçkol, 1990: 189).

Kaynak metinde Sekkâkî'nin, Kur'ân'daki müteşabih ayetleri de iki yöne ihtimalli olmaları cihetiyle tevcîh sanatına misal gösterdiği vurgulanmıştır. Mütercim bu kısmı tercüme ederken söz konusu ayetlerden üç tanesini örnek göstermiştir.

Eserin 194. sayfasında cinâs-ı tâm, 198. sayfasında genel olarak cinâs ve 203. sayfasında ise reddü'l-acüz ale's-sadr konuları şekil üzerinde tasnif edilmiştir.

Dinçkol, secʻin çeşitlerinden tarsî' konusunu tercüme ederken Namık Kemal'in "Eczâ-yı beşer câlib-i ta'cîl-i fenâdır / İbkâ-yı eser mûcib-i tahsîl-i bekâdır" (Dinçkol, 1990: 204) beytini misal