• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 5: KÜRESELLEġMENĠN EKONOMĠK SONUÇLARINA CHP’NĠN

5.1. KüreselleĢmenin Ekonomik Yüzü

Ġki dünya savaĢı arasındaki dönemde uygulanan liberal iktisadi mantık devletleri pay kapma rekabetine sokmaktaydı. Bundan ötürü II. Dünya SavaĢı‟ndan sonrada devletler, aynı sorunları bir daha yaĢamamak ve ekonomik geliĢmeyi sağlamak adına ekonomik alanda korumacılığa teĢvik eden Keynesyen ekonomileri benimsemiĢlerdi. Ancak belirli bir geliĢmenin ardından ekonomik parametrelerde gözlenen gerileme ve durgunluk yeni bir iktisadi program arayıĢını baĢlattı. Ġlk olarak Reagan ve Thatcher‟in uygulamaya koyduğu politikalar, Keynesyen ekonomiye göre tam istihdama yönelik politikaların sonucu olan enflasyonun yarattığı olumsuzlukları kaldırıp, sosyal devlet harcamalarında kısıtlamaya giderek devletin küçülmesi ve piyasanın özelleĢtirilmesi anlamına gelmekteydi. Böylece klasik liberal politikalardan sonra sosyal nitelikli devlet politikasına geçen dünya ekonomisi Anglo-Sakson‟ların itici gücü ile neo-liberal politikalara dönüĢ yaptılar (Erdoğan, 1998: 14).

Sosyal devlet politikalarını süreç içerisinde özgürlükleri kısıtlamaya yönelik bir tutum gösterme potansiyeline sahip ve sosyalist devletin ilk aĢaması olarak değerlendiren liberal iktisatçılar ve yeni sağ politikalar, demokratikleĢme kavramını özelleĢtirme, yerelleĢme ve küreselleĢmeye dayandırmaktalardı. “Yeni Dünya Düzeni” olarak isimlendirilen bu sistem özellikle teknolojinin de geliĢmesi ile birlikte oluĢan “bilgiye ulaĢımdaki kolaylık” sonucu sınırları aĢındıran sermaye ve üretim faktörlerine dayalı bir sistem kurma ihtiyacı hissetti. Kapitalizme dayanan ve kısaca sermayenin uluslararasılaĢması anlamına gelen bu ekonomik sistemin dayandığı siyasi sistem ise küreselleĢme olarak varlığını resmetti (ġaylan, 2003: 242). Kısacası küreselleĢme, ulusal ekonomileri zayıflatma iddiasında olup, ulusal pazarları aĢındırarak tek bir dünya pazarı oluĢturma gayesinde olan salt üretim esaslı değil mali-finans sektörlerinin de sınırsız dolaĢıma sahip olduğu iktisadi mantığa sahip bir sistemdir (Ölmezoğulları, 1999: 269).

Baskın Oran‟ın deyimiyle Batı‟nın alt ve üst yapı kurumları ile dünyaya yayılmasını (Oran, 2001: 4) ifade eden küreselleĢme, neo-liberal politikalar ile sermayenin

108

akıĢkanlığını sağlayan, ulus devletlerin sermayenin çerçevesi içerisinde faaliyetlerini gerçekleĢtirebileceği, uluslararası örgütlerin her alana yayılabilecekleri ve hâkim ekonomik güçler olabilecekleri bir düzen meydana getirmektedirler. Bu algı çerçevesinde özelleĢtirmeler yolu ile “bürokratik yapısı ile özgürlüklerin gelişmesinin

önündeki en büyük engel devletin” piyasadan çekilmesini öngören ve sosyal politikaları

tamamen dıĢlayan neo-liberal bir düzen “demokrasi” çerçevesinde kurulmaktadır. Bu süreç öncelikle jeo-ekonomik alanı ortadan kaldırmaktadır.

KüreselleĢme ile birlikte hâkim devletlerin egemenliklerini uluslararası alan ile paylaĢmaları klasik ekonomik pazar alanlarını ortadan kaldırdı. Küresel bir ekonomiden çok Avrupa-Japonya-K. Amerika üçgeninde egemen olan uluslararası dünya ekonomisi farklı bir jeo-ekonomik alan yarattı. Ulus devletlerin hala en önemli aktör olarak sayılabileceği ancak uluslararası örgütlerin sistem içindeki öneminin attığı ekonomik düzen, üretim zincirini artık firma-firma, firma-devlet ve devlet-devlet yollarıyla Ģekillendirmektedir. Buradaki en önemli kilit nokta ise denetleyici olarak devletlerden ziyade uluslararası ekonomik örgütlerin ön plana çıkmasıdır. Devletin denetimi ikinci düzeyde kalmaktadır. Bu süreç ekonominin ulusal düzeyden bağımsızlaĢtırılarak ve mekânsızlaĢtırılarak yerele dayandırılmasına sebep olmaktadır. Teknolojinin geliĢmesi ile birlikte her ne kadar sermaye ve mali\finans alanları coğrafyadan bağımsız olarak kendilerine yer açsa da üretim iliĢkileri hala toprağa bağlıdır. Bu noktada ise ciddi bir istihdam alanı açan üretim araçları önem kazanmaktadır. Ancak üretim ölçeklerinin küresele yayılmasında etkin olan önemli üretim araçlarının esas olarak G-3‟lerin hattında parsellendiğini belirtmek gerekir. Bu ise bizlere küreselleĢme ile birlikte jeo-ekonominin klasik düzenden farklılaĢtığını gösterse de üretim araçlarının küreselleĢmediğini sadece bölgeselleĢtiğini gözler önüne sermektedir (Dicken, 2008: 358-365).

Her ne kadar üretim araçlarının bölgeselleĢerek merkez ülkeler lehine iĢlemesi coğrafya bağımlılığını ve küresel bir ekonominin oluĢmamasını ifade etse de kapitalizmin doğasında bulunan yayılma ihtiyacı, geliĢen teknoloji ve alternatifsizliğin de yardımı ile küresel mali piyasalar oluĢturdu. Sermaye birikiminin boyutları ile doğru orantılı olarak karĢılıklı bağımlılık yetiĢtiren küresel piyasalar, sermayelerin aĢındırdığı yollardan finans iĢlemleri gerçekleĢtirerek ekonomik alanda belirleyici hale geldi. Böylece küresel

109

Ģirketler kendi varlıklarını devlet ekonomilerindeki giriĢ ve çıkıĢlar yolu ile göstererek ulusal ekonomiler üzerinde belirleyici önem kazandılar. Ekonomik sistemin böylesi iĢleyiĢi küresel Ģirketler, uluslararası mekânsız sermayedarlar ve ulusal devletler arasında zorunlu yönetim ağını meydana getirdi. Donanımlı iĢgücünün de dâhil olduğu bu yönetim ağı, kapitalizmin kendini geliĢtirme yolunda çıkardığı her kriz ile birlikte by-pass edilirken herhangi bir kopuĢ yaĢamamaktadır. Çünkü oluĢan bu değerler sistemi içerisinde kopma seçeneği ciddi sonuç/sorunlar çıkarabilecek düzeydedir (Castells, 2008: 367-389).

Ticaretin uluslararası bütünleĢmesi ve çok uluslu - ulus ötesi - uluslararası Ģirketlerin oluĢturduğu küresel ekonominin bir diğer ayağı ise iĢgücü piyasasıdır. ĠĢ gücü piyasasını düĢük maliyetli olması ihtiyacı dolayısıyla iĢ gücünü az geliĢmiĢ ya da geliĢmemiĢ ülkelerden temin etme amacı güden uluslararası ekonomi aynı zamanda o bölgeden geliĢmiĢ ülkelere göç eden kalifiye ya da salt kol gücüne sahip iĢgücü ile de karĢı karĢıya kalmaktadır. Bundan ötürü göç hala küresel bir olgu olarak varlığını korumaktadır. Kısacası sermayeye sahip olmak artık ulus devletlerin milliyet tanımlamalarına girmemekteyken, emek piyasasının serbest dolaĢımı sosyo-ekonomik sıkıntı yarattığı gerekçesiyle ulus devletlerin milliyet tarzı gerekçelerine takılmaktadır (Hirst, Thompson, 2008: 396-408). Açıkça söylemek gerekirse ulus devletler göç konusunda yaptığı planlamalarda iĢgücü piyasasına yönelik gerçek ücret planlama ve sosyal politikaları sadece ulus devlet vatandaĢlarına uygulayacağını ifade ederek göçü fiilen yasaklama yoluna giderek bir nevi bölgeselcilik inĢa etmektedirler (Giplin, 2008: 415).

Bölgeselcilik algısı ile oluĢturulan “çoğulculuk”, “yayılmıĢ milliyetçiliği” ifade ederken geçmiĢ “egemen bölgeselcilik” yerine “özerk bölgeselciliği” ikame etmektedir. Bu durum özgücülükten ziyade evrensel bir konumlamayı teĢvik etmektedir. Çok kutuplu, çok boyutlu ve kimlik tanımlamalarını değiĢtiren bir sistem algısı öngören bölgeselciliğin ilk ortaya koyduğu yenilik öncelikle “bölgesel diyalog” oluĢturmaktır. Bu açıdan bölgeselcilik, dayatılan ulus aĢırı olgulara karĢı kabule dayalı bir sistem oluĢturup, ulusun içe kapanması engellemek ve korumacılığın kalkmasına rağmen kurumların liberalleĢmesini amaç güden, pazar baskısından hareketle bir blok olarak

110

hareket etmeye dayalı, ekonomik olduğu kadar sosyal ve politik unsurlar da taĢıyan ciddi bir alternatif harekettir (Hettne, 2008: 424-432).

Ulusal ekonomik sistemin değiĢimini mecburi kılan küresel ekonomi, ulus devletlerde sadece ekonomik parametreleri değiĢtirmekle kalmaz, diğer yandan ulus devletlerdeki demokratik kurumların da değiĢmesini sağlayarak bundan ekonomik bir yön çıkarır. Ġleri “demokratik” kapitalist ülkelerdeki ekonomik üretkenlik ve karlılıklar, devletlerin kolluk kuvvetleri tarafından doğan yükümlülüklerin yapılmasının yanı sıra kamu hizmetleri çerçevesindeki kamusal alt yapının sağlanmasına da bağlıdır. Böylelikle “demokratik” devletlerin varlıkları seçmenlerinin refah seviyelerini kamu hizmetleri ile geliĢtirmeye dayalı bir hal almaktadır. Küresel ekonomik durumun maddi kazançlarının belli ellerde toplanması ile birlikte yaĢanan sosyal adaletsizlik süreci beraberinde gelir dağılımındaki eĢitsizlikten ibaret gelen krizleri oluĢturacaktır. Bu durum demokratik devletin meĢruiyet gerekçesi olan sosyal adalet ilkesinin kapitalist sistemce aĢındırılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle bir teze göre; demokratik devletler pazar ekonomisinde kaybeden ile kazanan arasındaki farkı azaltmak amacıyla ekonomiyi merkezileĢtirecek ve bilgi-organizasyon yükünü taĢıyamayan merkezi kurumlar da ekonominin dinamizmini felç edecektir. Bu olası durum devlet müdahaleciliğinin bir zararı olacak nitelendirilecek olmasına rağmen asıl itibariyle, dağıtımcı ortaklıkların rant kavgasının sonucudur (Scharpf, 2008: 438).

ĠĢ gücünün ikame edilebilmesine dayalı olarak geliĢen sermaye ekonomisi, iĢçi kesiminin ücret kesintilerine, karĢılıksız mesai fazlalığına ve pazarlık gücünden yoksun kalınmasına dayalı olarak geliĢmektedir. Bu durum beraberinde küresel ekonomiden faydalananlar ve faydalanamayanlar olarak geliĢen sınıfsal ayrımları beraberinde getirme potansiyeline sahiptir. Bu süreç refah devletinin liberal kurumları hayata geçirmesine dayalı olarak geliĢen bir tahakkümü ifade etmektedir. Sermaye sahiplerinin sınırsız sermaye akıĢkanlığı çerçevesinde para politikaları uygulayabilmesi sosyal devleti ve kamu ekonomi politikalarını zorlaĢtırmaktadır (Magdoff, 2008: 25). Sermaye akıĢkanlığının kısıtlanması ya da vergilendirilmesi ile üretime dayalı ekonomik sisteme ihtiyacın artması beraberinde iĢgücüne olan ihtiyacı da arttıracaktır. Bu süreç ise devleti sosyal devlet politikalarını daha rahat uygulayabileceği bir zenginliğe ve iĢgücünün sendikal haklarına dayalı demokratik sisteme kavuĢturacaktır (Garrett, 2008: 454-458).

111

Kısacası ekonomik düzeni sağlamaya yönelik kurumlar, aĢırı ve korumasız liberalleĢmeyi, kendi ülkeleri lehine sonuçlanacak Ģekilde karar aldırdıklarından ötürü küresel ekonomik düzen sosyal algılardan uzaklaĢmıĢ ve gelir dağılımını sıkıntılı bir sürece sokmuĢtur. Neo-liberal bir anlayıĢ güden ekonomik sistem sermaye, mali-finans sektörlerindeki hareketlere sınırsız geçiĢ sağlarken, sosyal devlet ve iĢ gücü hareketlerindeki manevra alanını kısıtlamakta ve ulus devleti krize sokmaktadır (Stiglitz, 2002: 22-75).

Bu durum klasik ekonomik algı ve toprağa bağlılığı ortadan kaldırmaktadır. Devletler ekonomik ve politik manadaki demokratik hak taleplerini karĢılayamaz noktaya gelmektedirler. Çünkü sermayedarlar sadece üretim faktörlerinde yatırım yapmak zorunda değil, finans sektöründe de yatırım yapabilir. Bu olanak sermayenin akıĢkanlığı ile de birleĢince devletler sermayeye muhtaç kalmaktadırlar. Ülkelerin, vergi gelirlerindeki azalmadan dolayı sermayeye ihtiyaç duyması ulus devleti manevra alanı olmaksızın köĢeye sıkıĢtırmaktadır. Ancak, bu süreç aynı zamanda küresel bir yönetiĢim ağı gibi seçenekleri ve çıkıĢ yollarını da beraberinde getirmektedir.