• Sonuç bulunamadı

7. TARİHTE BÜYÜ

7.2. İslamiyette Büyü

İslamiyet büyünün varlığını kabul etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de3 sırasıyla Bakara, Mâide, En’âm, A’râf, Yûnus, Hûd, Hicr, İsrâ, Tâhâ, Furkân, Şuarâ, Neml, Kasas, Sebe’, Sâffât, Sâd, Mü’min, Zuhruf, Ahkâf, Zâriyât, Tûr, Kamer, Saf, Müddessir sûrelerinde büyü (sihir) ile ilgili ifadeler geçmektedir. Ayrıca Mukaddime adlı eserinin üçüncü cildinde İbn Haldun, büyünün etkisinin gerçekte mevcut olduğu inancından yola çıkarak akıl sahiplerinin büyüyü şüphe götürmez bir gerçek olarak kabul ettiğini bildirmektedir (İbn Haldun 1988/3: 5). Fahruddîn er-Râzî, Ehl-i Sünnet’in, büyücülerin gökte uçmak ve insanları hayvana, hayvanları insana dönüştürmek gibi güçlere sahip olduklarını ancak bunları özel dualar ve belirli sözcüklere başvurarak Allah’ın izniyle gerçekleştirebildiklerini söylediklerini aktarmaktadır (er-Râzî, 1988: 274). İslam âlimlerinin çoğu, büyünün varlığını kabul etmektedirler (Özbek, 1994: 21-23). Genel olarak İslamiyette büyünün varlığı kabul edilmiştir.

Mutezile, büyünün varlığını kabul etmemekte, büyünün şaşırtıcı olaylar ve hilelerden ibaret olduğu görüşünü savunmaktadır. Aksi takdirde hak ile bâtıl karışır, peygamberler ile büyücülerin gösterdikleri birbirinden ayrılamazdı. Onlara göre 7:116 ((Mûsâ), “Siz atın.” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca

insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar.),

3

Kur’an’da büyü ve sihir ifadelerinin geçtiği ayetler sırasıyla şöyledir: 2:102, 5:110, 6:7, 7:109, 7: 112, 7:113, 7:115, 7:116, 7: 120, 7:127, 10:2, 10:76, 10:77, 10:79, 10:80, 10:81, 11:7, 15:14, 15:15, 17:47, 17:101, 20:57, 20:58, 20:60, 20:62, 20:63, 20:65, 20:66, 20:69, 20:70, 20:71, 20:72, 20:73, 25:8, 26:34, 26:35, 26:37, 26:38, 26:40, 26:41, 26:45 26:46, 26:49, 26:50, 26:153, 27:13, 28:36, 28:48, 34:43, 37:15, 38:4, 40:23, 40:24, 43:30, 43:49, 46:7, 51:39, 51:52, 52:15, 54:2, 61:6, 74:23, 74:24.

55

20:66 (Mûsâ: “Yok, (önce) siz atın.” dedi. Bir de ne görsün, onların ipleri ve

değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor.) ve

20:69 (“Sağ elindekini (değneğini) at ki, onların yaptıklarını yutsun. Şüphesiz ki

yaptıkları bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”)

ayetleri bu görüşlerini desteklemektedir. Varlığı, hayatı, rengi ve tadı Tanrı’dan başkasının yaratamayacağı inancı da onların büyünün gerçekliğini kabul etmemelerinin bir başka delilidir (Er-Râzî, 1988/3: 262-264; Özbek, 1994: 23-24). Mutezile, dine bu rasyonel yaklaşımı nedeniyle diğer gruplardan ayrılır.

Ehl-i Sünnet büyünün gerçekliğini Kur’an’ın A’raf 116, Bakara 102, bakara 102, Felak 4 ayetleriyle kanıtlamaktadırlar. İlk ayette büyünün gerçekliği, ikinci ayette büyünün etkisi ve öğretilebilirliği, üçüncü ayette büyünün Tanrı’nın iradesi olmaksızın gerçekleşemeyeceği, dördüncü ayette ise büyücülerin şerrinden Tanrı’ya sığınılmasından söz edildiğine göre büyü gerçektir. Ehl-i Sünnet’in bir başka delili de bir Yahudi’nin Hz. Muhammed’e yaptığı büyü ve Tanrı’nın bu büyüyü gönderdiği melekler aracılığıyla haberdar etmesidir. Bu haberin ardından kuyuya atılmış olan büyü materyalinin çıkarılmasıyla peygamber sağlığına kavuşmuştur. Bu büyünün peygamberin cesedini bile etkilediği bilinmektedir (Özbek, 1994: 24-25).

Büyünün ve büyücünün sınırları hakkındaki görüşler çeşitlidir. Bu görüşler doğrultusunda büyü aracılığıyla bir insanın mizacı değiştirilebilmektedir. Büyü, cansız bir varlığı hayvana ya da bir hayvanı cansız bir varlığa; insanı eşeğe, eşeği insana dönüştürebilmektedir. Büyüyle insanları hasta etmek, seven insanları ayırmak, aklı izâle etmek, bir uzvu felç etmek mümkündür. Bir büyücü, vücudunu anahtar deliğinden geçebilecek kadar küçültebilir, sopa üzerinde durabilir, ip üstünde ve suda yürüyebilir, havada uçabilir, köpeğe binebilir (Özbek, 1994: 28-29). Büyü ile her türlü isteğin gerçekleşeceğine inanılmıştır.

Kur’an’da açıkça varlığı kabul edilen büyü, yasaklanmış, haram kılınmıştır. 2:102’de büyüyü satın alanlar4, ahirette nasibinin olmamasıyla cezalandırılmışlardır:

Andolsun onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini

4 Fahruddîn er-Râzî, “sihri satın almak” ifadesini üç şekilde yorumlamaktadır: Birincisi, Yahudilerin Tevrat’ı bir kenara bırakıp şeytanların okudukları sihre sarılarak Allah’ın kitabına karşılık sihri satın almışlardır; ikincisi, sihir yapanlar âhirette elde edecekleri menfaatlere karşılık dünya menfaatlerini satın almışlardır; üçüncüsü, sihir yapabilenler sadece zahmet yüklenmişlerdir ve bu yüke karşılık sihir yapabilme yeteneğini satın almışlardır (Bkz. Er-Râzî 1988/3: 291).

56

karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi. Büyünün İslam hukukunda

zararlı görülmesinin nedeni, Tanrı’nın yardımına başvurmaksızın yıldızlara ve başka varlık ve unsurlara yöneltmesi olarak görülmektedir. Tanrı’dan başkasına tapmakla bir sayılan büyü, küfürdür (İbn Haldun, 1988/3: 1-5, 17). Büyünün gizlice yapılmasının nedenlerinden biri küfür sayılmasıdır.

İslamiyet büyüyü katı bir biçimde yasaklamıştır ki büyü yapanın tövbesinin kabul edilmeyeceğine inanılmaktadır. Bir rivayete göre, büyü yapan bir kadın Hz. Aişe’ye tövbe edip edemeyeceğini sorar. Hz. Aişe kadına, yaptığı büyünün ne olduğunu sorar. Büyücü kadın, büyü öğrenmek için Babil’e Harût ile Marût’a gittiğini, onların “Ey Allah’ın kulu, dünyevî işlerden dolayı ahiret azabını tercih etme.” diyerek kendisini uyarmalarına karşın büyü yaptığını anlatır. Kadın, hayal ettiği şeylerin gerçekleştiğini söylemesi üzerine Hz. Aişe “Senin tevben yoktur.” der5 (er-Razi, 1988/3: 275, 278). Büyü yapmak, tövbe ile bile arınmanın mümkün olmadığı bir eylem olarak algılanmıştır.

İslam hukukunda büyücünün cezalandırılma biçimiyle ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. İbn Haldun, büyücünün, taparak ve secde ederek Tanrı’dan

başkasının yardımına başvurarak kâfir olmasından ya da etkisiyle varlıklarda bozukluğa sebep olmasından dolayı cezasının ölüm olduğunu belirtmektedir (İbn

Haldun, 1988/3: 5). Er-Râzî, büyücünün tövbe etmemesi ve bu işlerinde ısrarcı olması durumunda öldürülmesi gerektiğini ifade etmektedir6. Bununla birlikte Hz.

5 Harût ile Marût, büyü ilmini öğrenmek isteyen kadına “Git ve şu külün üstüne bevl et.” der. Kadın söyleneni yapmaktan vazgeçmesine rağmen onlara yaptığını söyler. Kadın, ne gördüğünü sorduklarında hiçbir şey görmediğini söyler. Melekler, “Allah’tan kork, daha işin başındasın, yapma.” Diyerek kadını tekrar uyarır. Kadın bu kez gider ve ilk söylenileni yapar ve yüzü demirden miğferle örtülü bir süvarinin fercinden çıkarak gökyüzüne yükseldiğini görür. Durumu meleklere haber verdiğinde onlar, imanının çıktığını ve herhangi bir şey istediğinde, hayal ettiğinde gerçekleşeceğini söylerler. Kadın bir buğday tanesi hayal ettiğinde karşısında buğday tanesi görür. “Ekil.” dediğinde ekilir, başak olur; “Un ol.” dediğinde un olur; “Ekmek ol.” dediğindeyse ekmek olur (Bkz. Er-Razi 1988/3: 275).

6 Er-Râzî, eserinde, büyücünün cezasının ölüm olduğunu ileri sürenlerin görüşlerine yer vermiştir. Şafiî’ye göre, haram olduğunu bildiği hâlde büyü yapanın hükmü cinayetin hükmüyle aynıdır: Eğer o

kimse, ben sihir yaptım; benim ishrim de genelde öldürür, derse, o kimseye kısas uygulamak vâcib olur. Eğer, ben sihir yaparım; sihrim de bazan öldürür, bazan da öldürmez, derse, bu “şibh-i amd” (kasta benzer bir şekilde) olur. Eğer, ben başkası için sihir yaptım, ama ona rastgeldi derse, bu da bir hatadır (hataen öldürmedir); hüküm hafifletilerek, o kimsenin malından diyet almak vâcib olur. Çünkü bu vücûb, o kimsenin ikrarıyla sâbit olmuştur. Ancak “âkılenin (diyetini verebilecek akrabaların) bunu tasdik etmesi müstesna… Bu durumda diyet, onun “âkıle”sine gerekir (Bkz. Er-Râzî 1988/3: 278-279).

Ebu Hanife’nin şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Bir kimsenin sihirbaz olduğu bilindiği zaman,

57

Muhammed’in kendisine büyü yapan kadını öldürmediği bilinmektedir (er-Râzi, 1988/3: 278-279).

Bakara Sûresi 102. ayette Hz. Süleyman’ın hükümranlığı hakkında söylenen yalanlara7 karşılık onun büyü yaparak küfre girmediği, şeytanların, Hârût ile Mârût adındaki iki meleğe ilham edilen büyüyü insanlara öğrettikleri için küfre girdikleri anlatılmaktadır. Kendilerine büyü ilham edilen bu iki melek yeryüzüne imtihan için gönderilmiştir:

… Hâlbuki o iki melek “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz.(Sihri cazip görüp de) sakın küfre girme.” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı (2:102)

Felak ve Nâs sûrelerinin indiriliş sebebi büyüyle ilgilidir. Hz. Muhammed, bir tarak, taraktan alınan kıllar ve hurma çiçeğinin kabuğuyla yapılmış ve Zervan kuyusuna gömülmüş bir büyüden etkilenmiştir. Bunun üzerine “De ki: Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” (113:1-5) anlamına gelen Felak Sûresi ile “De ki: Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlah’ına sığınırım.” (114:1-6) anlamına gelen Nâs Sûresi indirilmiştir (İbn Haldun 1988/3: 6; er-Razi 1988/3: 275). Hz. Muhammed’in Felak sûresini okuduğu büyülü düğümlerin kendiliğinden çözüldüğü bilinmektedir:

vazgeçtim, demesi de kabul edilmez. O, kendisinin sihirbaz olduğunu ikrar ettiğinde kanını akıtmak helâl olur. Eğer iki şahit onun sihirbaz olduğuna şehadet ederler veyahut da onu sihirbaz olduğu bilinecek bir sıfatla nitelerlerse, o kimse öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Eğer: “Ben bir kere sihir yaptım, ama şu zamandan beri yapmıyorum” diye ikrarda bulunursa onun bu sözü kabul edilir ve o kimse öldürülmez (Bkz. Er-Râzî 1988/3: 279).

7

Fahruddîn er-Razî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb adlı eserinde,Hz. Süleyman’a nisbet eden birtakım insanların, çeşitli büyüler ve sihirler içeren bir sayfayı onun tahtının altına gömdüklerinden, ölümünden sonra bu sayfayı çıkarıp bunun kendisine ait olduğunu söyleyerek iftirada bulunduklarından söz etmektedir (Bkz. Er-Razî 1988/3: 259).

58

Ayşe: “Peygamber sihirlenmiş olan düğümlerden hangisinin üzerine bu âyeti okursa o düğümler kendi kendine çözülüyordu.”der (İbn Haldun 1988/3: 6).

İslamiyette büyü öğrenmek çirkin ve mahzurlu sayılmamaktadır. Bu konuda birleşen âlimlerin dayanak noktası, 39:9’da geçen “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayetidir. Mucize ile büyünün farkını bilmek için büyünün öğrenilmesinin vâcib olduğu kabul edilmektedir. Razi, tasnifindeki ilk üç büyü türünün (Keldâniler ile Kestanilerin sihri, vehim sahiplerinin ve kuvvetli nefislerin (ruhların) sihri, azaim ve cinleri emir altına alma) uygulayıcısının kâfir sayıldığını ancak diğer büyü türleri küfür sayılmadığından uygulayıcısının da kâfir sayılmadığını belirtmektedir. (er-Râzî 1988/3: 276). Büyünün bilinmesi öğrenilmesi hoş karşılanmış ancak uygulanması kesinlikle reddedilmiştir.

Süryaniler ve Keldanlardan oluşan Babil’de ve Mısır’da – özellikle Kıbtîler – sihir ve tılsım bilgileriyle uğraşılır ve bu bilgileri içeren eserler meydana getirilirdi. Bunların pek azı Arapça’ya çevrilmiş, bu bilgilerin terim, kural ve kanunları, İslam bilginleri tarafından ortaya konmuştur. İslamın en büyük sihirbazı olarak bilinen Cabir bin Hayyan, kendinden önce yazılan eserleri inceleyerek uzmanlaşmış, büyü, tılsım ve simya üzerine eserler yazmıştır. Ardından riyazi bilgiler ve büyü hocası olarak bilinen Endülüslü Mesdeme bin Ahmet Mecaritî, Gayete’l-Hakîm adlı eserinde bu bilgilerin terim ve kanunlarını ortaya koymuştur (İbn Haldun, 1988/3: 1- 3, 7).

Büyücülerin, büyüleyecekleri şahsı ikame eden tasvirler hazırladığı bilinmektedir. Bu tasvirlerin hazırlanışında, amaca yönelik olarak çeşitli isimler ve sıfatlar kullanılmaktadır. Hem büyüde hem de karşı büyüde, bu sözcüklerin tekrarı sırasında ağızda biriken tükürük tasvir üzerine üfürülmektedir. Bununla birlikte ipler düğümlenmekte, fal bakılmakta ve cinlerden yardım alınmaktadır:

Sihirbazlardan bazıları sihirlenmiş kimsenin suretini kastedip niyetine göre bazı maddelerin hasiyet ve özellikleri ile tasvir ederler, suret terkip edilirken kullanılan isimler ve sıfatlardan ibaret olan bu mânaların benzerleri birleştirme ve ayırma bakımından sihirlenmiş kimsede bile bulunur, yani sihirlenirken o nesneler, isimler ve sıfatlar kullanılmış olur, bundan sonra sihri çözmek isteyen sihirbaz aynen veya mânen (yani sihrlenmiş kimsenin ruhaniyeti ikame edilmek suretiyle)

59

sihirlenmiş kimsenin benzeri olarak dikmiş olduğu surete hitap edip sözler söyler. Kullandığı o kötü sözlerin harfleri mahreçlerinden, yani boğazdan çıktığı vakit o harfleri tekrarlarken ağzında toplanmış olan tükürükleri suretin üzerine üfürür. Bu maksatla hazırlamış olduğu ipi düğümler; o, bu tükrükleri üfürmek ve bu niyetle hazırlamış olduğu ipi düğümlemekle sihrin çözülmesi ve bunun lüzumu için hayırlı bir fal telâkki eder. Sihir yaparken ve sihri çözerken üfürmesine ortak ettiği cinden söz alır, ona and içirir. Sihirbaz bu işi ile efsunun azimle yapıldığını bildirmek ister. Biz bunları kendi gözümüzle gördük. Üfürdüğü vakit tükürüğü ile ağzından çıkan bu bünye ve kötü ad ve kelimelerin çok kötü olan ruhları vardır; bunun bir sonucu olarak kötü olan bu ruhlar çıkarken sihirbazın kast ve irade ettiği sihirlenmiş olan kimsede vukua gelir (İbn Haldun, 1988/3: 7-8).

İbn Haldun’un, büyü bilgisine dair yazılmış eserlerden ve bizzat şahit olduğu büyü olaylarından aktardığı örnekler, İslamiyet’te büyüye duyulan inancı ortaya koyması bakımından önemlidir. Buna göre giysi ya da deri büyüyle paramparça olabilmekte, koyunların karınları yarılarak bağırsakları yere düşmektedir. Mütehabbe olarak bilinen harflerin sayılarıyla hazırlanan tılsımlarla iki kişinin birbirini ayrılamayacak kadar sevmesi sağlanmaktadır. Bir çakıl taşını ısırarak ikiye bölmüş olan, yelesi kabarmış bir aslan resmi çizilerek özenle hazırlanan büyüyle, bu resmi taşıyan sultanın aziz ve kuvvetli olacağına inanılmaktadır. Hükümdarlara arkadaşlık etmek, onların hizmetlerinde bulunabilmek ve onlarla görüşebilmek için vefk hazırlandığı bilinmektedir (İbn Haldun, 1988/3: 8-11). Bu uygulamalarda hayvanlara ait unsurların, taşların, çizimlerin ve sözün büyülü etkisinin İslamiyette de kabul edildiği görülmektedir.

İslam bilginleri keramet ve mucize ile büyüyü, kaynaklarının ve amaçlarının farklı olması sebebiyle birbirinden ayırmışlardır. Peygamberlerin kendilerine

inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller (TDK) olarak tanımlanan mucize,

nefislerde etki bırakabilen ilahi bir kuvvettir. Mucize gösteren kişi Tanrı’dan yardım gördüğü için şeytanların yardımına sığınan büyücüden ayrılmaktadır. Bununla birlikte mucize, hayırlı kimseler tarafından hayırlı amaçlarla – Tanrı’nın elçisi olduğunu kanıtlamak gibi – gösterilmektedir. Büyü ise eşlerin aralarını bozmak, insanlara zarar vermek gibi kötü amaçlar için kullanılmakta, kötü niyetli insanlar

60

tarafından yapılmaktadır. İbn Haldun, mucize ile büyü arasındaki farkın hayır ve şer arasındaki farkla aynı olduğu görüşündedir (İbn Haldun, 1988/3: 14-15, 18). Kur’an’da 2:111-118’de Musa ile Firavun’un büyücüleri arasında geçenler, mucize ile büyü arasındaki ayrımı göstermesi bakımından önemlidir.

Ermiş kimselerin gösterdiklerine inanılan, doğaüstü, şaşkınlık uyandırıcı davranış veya durum (TDK) olarak tanımlanan kerametler de Tanrı yardımıyla

gerçekleşmektedir. Keramet sahibi kimseler, imanları ve Tanrı’nın buyruk ve sözlerine uymaları ölçüsünde etki göstermektedirler. Bu mertebedeki kimselerin güçlerini kötülük için kullanabileceğine ancak bunu tercih etmeyeceklerine inanılmaktadır. Çünkü onun amelleri ilahi bir emirle kayıtlıdır ve bu nedenle izinli olmadığı işleri yapmaktan çekinmektedir. Aksi takdirde yolundan sapmış olacak ve bu mertebeden mahrum edilecektir. Nitekim Kadisiyye Savaşı’nda Kisra’nın bayrağı olan Direfş-i Kâviyanî’nin üzerine güven ve yenmek vefki olan Vefk-i me’ini işlenmiş olmasına rağmen Acemlerin savaşı kaybetmesi, Tanrı’nın buyruklarıyla hareket edenlerin karşısında yaptıkları büyünün tesirsiz kalmasıyla açıklanmaktadır (İbn Haldun, 1988/3: 15-16). Menakıpnamelerde örneğine sıklıkla rastladığımız kerametler, bu yönleriyle büyüden ayrılmaktadır.

Büyücüyü, mucize gösteren bir peygamberden ve keramet sahibi bir din büyüğünden ayıran yardımın kaynağıdır. Büyü gücüne sahip olmak şeytana yaklaşmakla, ondan yardım beklemekle gerçekleşmektedir (Özbek, 1994: 21). Peygamberler ve din büyükleri ise Tanrı’nın yardımı ve izniyle hareket etmektedirler.

İslamiyetin Doğu Türkleri arasında yayılmasından bir buçuk yüzyıl sonra, şamanların, yeni dinin şartlarına, şeytanları kaçırmak için yazılan duaları içeren muskalar (bitig) kullanarak uyum sağladıkları bilinmektedir. Peygamberler, melekler, evliyalar ve şeyhler eski şaman dualarına dâhil edilmiş, Hz. Fatma’nın şamanların piri olduğuna dair menkıbeler anlatılmaya başlanmıştır (İnan, 2006: 73). Böylelikle eski Türk inançları, İslami biçimlere dönüşerek varlığını korumuştur.