• Sonuç bulunamadı

Geç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Salgınların Devletin Kamu Sağlığı Siyasetine Etkileri

Osmanlı kaynaklarında taun ya da pestis olarak anılan veba 18. yüzyıldan önceki dönemde tifo, tifüs, kolera gibi nerdeyse bütün bulaşıcı hastalıkların genel adı olarak kullanılmıştır. 18.

yüzyılda nispeten daha hafif olan veba salgınları 19. yüzyılda da Osmanlı idarecilerini meşgul etmeyi sürdürür. Bu dönemde son büyük veba salgını 1835-1838 yıllarında yaşanandır. Sonrasında veba yavaş yavaş kaybolmuştur. Bu düzelmede 1837’den sonra uygulanan karantinanın etkisi büyüktür.

İmparatorluktaki son veba vakası 10 Ekim 1844’te kaydedilecekti. Bu tarihten itibaren vebanın yerini kolera başta olmak üzere diğer salgın hastalıklar aldı. Vibrio cholerae bakterisinin neden olduğu bu hastalığın en az 2000 yıllık bir geçmişi olduğu düşünülse de konuyla ilgili açıklık yoktur. Ancak 1817 yılından itibaren kolera endemik bir hastalık olmaktan çıkıp epidemik (lokal salgın) hatta pandemik (kıtalararası salgın) bir hastalığa dönüştü. Bunun temel nedeni Hindistan nüfusu ve bunu kaldıramayan şehir altyapısıydı. İnsanların Ganj’la olan ilişkilerinde hijyen kurallarına bağlılık her zaman çok yüksek değildi. Bu pandeminin bir diğer nedeni 1814’te Kalküta’ya gelen İngiliz birliklerinin, askerî ve ticari varlığının artmasıydı. Söz konusu hareketlilik vibrio cholerae’nın limandan limana, şehirden şehre taşınmasına neden olacaktı. Nitekim 1817’de Kalküta’da patlak veren kolera salgının kısa sürede tüm Bengal eyaletine sıçraması zor olmamıştı. Hastalık Siri Lanka ve Burma’nın ardından Endonezya’ya yayılmış 1818’de sadece Java’da 100.000 kişi koleradan ölmüştü. 1820’de salgın Filipinler ve Çin limanlarına erişmişti. Aynı yıl Hindistan’dan Umman’a yardım amacıyla gönderilen İngiliz askerleri kolerayı Basra Körfezi’ne taşıyacak, Bombay’dan Şiraz’a gelen bir başka grup asker ise İran’a getirecekti. Dicle üzerinden Bağdat’a ulaşan ve kuzeye doğru yayılan salgın 1821 Osmanlı-İran savaşı esnasında galip gelen İran birliklerini mağlup edecekti. İran’ın ticaret ağı hastalığı Hazar ve Astrahan’a yayarken 1823’te Kahire’de de salgın baş gösterecekti. 1826’da Bengal’de başlayan ikinci büyük pandemi 1831’e kadar olan dönemde Moskova ve Kharkov’a kadar yayılırken bu defa Hicaz’ı, İstanbul, İzmir ve İskenderiye’yi vuracaktı.

Aynı dönemde Hicaz’a hac için gitmiş olanların yarısı koleradan yaşamını yitirecekti. Bununla da kalmayan salgın Ağustos 1831’de Berlin ve Viyana’yı sarstıktan sonra Hamburg üzerinden İngiltere’ye ulaşacaktı. İngiliz askeri faaliyetleri hastalığı Afganistan’a kadar yaymıştı.11 1851 ve 1892 yılları boyunca Kuzey Afrika, Güney Amerika ve Avrupa’da salgınlar yaşanmış özellikle 1854 salgını Osmanlı topraklarını kuvvetli biçimde vurmuştu. 1863 ve 1881’de patlak veren pandemiler Osmanlı ülkelerini olumsuz etkiledi. Özellikle 1865 hacc mevsiminde Hicaz’daki Müslümanlar

11 Edward Bascome, A History of Epidemic Pestilences from the Earliest Ages, 1495 Years Before the Birth of Our Savior to 1848 (Kessinger Publishing, 2008), 137, İsmail Yaşayanlar, “Bir Hastalık Olarak Kolera ve Tarihte Kolera Pandemileri,” Toplumsal Tarih 269 (Ağustos 2018): 52-53.

bundan büyük zarar gördü. 1881’deki ise Mısır’ı sarsarak az da olsa Kuzey Afrika ve Güney Avrupa kıyılarına sıçradı. 1831-1853 arasında Londra’da çıkan dört salgın ardında binlerce ölü bırakmıştı.

Bu yıllarda şehrin hijyen konusundaki zaafları, kirli kanalları ve kalabalık nüfusu kolera salgıları için ideal bir alt yapı oluşturuyordu.

Osmanlıların kolerayla olan mücadelesi İstanbul’da 26 Temmuz 1831 günü tespit edilen ilk vakalarla başlamıştır. Henüz karantina teşkilatının kurulmadığı bu dönemde ilk kolera salgını 5.000-6.000 can almıştır. Ekim 1847’de başlayıp Kasım 1849’a kadar süren salgında ise kayıp sayısı 4.275 olarak belirlenmiştir. İstanbul’un imparatorluğun başkenti olması yanında zengin bir ticari liman şehri özelliği salgınların şehre gelişini kolaylaştırıyordu. 30.000 kişinin ölümüne neden olan 1865 yazındaki büyük kolera Muhbir-i Sürur gemisinin tayfalarıyla Mısır’da gelmiştir. İstanbul’un dağınık yerleşimi nedeniyle sokakların temiz olmaması, düzensiz kanalizasyon sistemi ve içme sularında hijyenin yeterince önemsenmemesi kolerayı sürekli beslemekteydi. Bu nedenle 1871, 1873, 1876 yıllarında sürekli tekrarlanan salgınlar yaşandı. Kolera salgınlarının yarattığı tehdit devletin bu konuda çözüm üretmek için kurumsal ve idari önlemler geliştirmesini zorunlu kılmıştır. Kolera karşısında alınacak önlemleri belirlemek üzere Dr. André Chantemesse, Dr. Maurice Nicolle, Dr.

Karlinski ve Dr. Rodolf Emmerich gibi Avrupa’nın tanınmış uzmanları İstanbul’a davet edilmiş, bu uzmanların hazırladıkları sular hakkındaki raporlar dikkate alınarak uygulanmıştır. Ancak bazı kısımları Bizans’tan kalma yüzlerce yıllık su şebekesini tamamen değiştirmek mümkün olmamıştır.

Mali kaynaklar ve bütçe imkânları dahilinde onarım ve yenilemelerle yetinilmiştir. 1893-1894 İstanbul’daki kolera salgınıyla hizmete giren Bakteriyolojihane-i Şahane, Dr. Nicolle gibi uzmanlar sayesinde suların kimyasal ve bakteriyolojik analizlerinin yapıldığı çağdaş bir eğitim ve kamu sağlığı kurumu haline geldi.12

Salgın hastalıklar kamu otoritesinin hıfzıssıhha konusunda müdahalelerini artırıp, devleti önlemler almada daha etkili hale getirirken karantina uygulaması da Osmanlıların gündemine giren yeniliklerden biri olacaktır. Osmanlıların ilk karantina deneyimi 1831’deki büyük kolera salgını sırasında Rusya’dan gelen gemilere İstanbul limanında karantina uygulanması yolundaki büyük devletlerin taleplerine karşılık olarak yaşandı. Koleradan korunmak için başvurulacak karantina usulüne dair Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi’nin kaleme aldığı risâle ücretsiz olarak dağıtıldı.

12 Marie-Pietre Verrolot, İstanbul’da Kolera 1848 Salgını Üzerine Bir İnceleme, yay. haz. Özgür Yılmaz (İstanbul: Libra Yayınları, 2019), Gülden Sarıyıldız, “19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolera Salgını,” Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Afetler ve Deprem Semineri (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, 2002), 309-318, Nuran Yıldırım, “Su ile Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul,” Toplumsal Tarih 145 (Ocak 2006): 18-28.

Cezayirli Hamdan Efendi karantinanın haram olmadığına dair İthâfü’l-üdebâ adlı bir risâle yazdı, Takvîm-i Vekāyi‘de karantinanın faydaları hakkında yazılar çıktı. Karantina uygulamasıyla ilgili uzman olmayışı Osmanlıların Avusturya’dan yardım istemesine neden olduğu gibi yapılan anlaşmaların sonucunda Zemun Karantinahânesi başdirektörü Doktor Minas ile tercümanı ve yardımcısı İstanbul’a geldi. Uygulama kısa sürede yayıldı. 1896’da Hicaz Karantinası hariç 125 karantina noktasında 511 kişi çalışırken sıhhiye idaresi lağvedildiğinde idarede kırk iki doktor, 425 memur ve müstahdem çalışmaktaydı. Karantina uygulaması zaman zaman salgınları bahane ederek uluslararası müdahaleye kapı açmaya çalışan Avrupalı devletlere karşı da engelleyici bir tedbir olarak kullanılmıştı. Her yıl milyonlarca hacının ziyaret ettiği Hicaz’da İngiltere’nin siyaseti ve talepleri Babıâli’yi daha dikkatli olmaya itiyordu. Osmanlı hükümeti 19. yüzyılın ortalarından itibaren bölgenin güvenliği ve sıhhî koşullarıyla ilgili önemli adımlar atmıştı. Bu itibarla 1865’de Mekke’de meydana gelen kolera salgınından sonra Kızıldeniz sahillerinde sağlık kurumları oluşturulmuştu.

Böylelikle gelen hacıların sağlığı güvence altına alındığı gibi dış güçlerin müdahale olanakları engellenmişti. 1893 yılında meydana gelen ve 30.000 kişinin yaşamını yitirdiği kolera salgının ardından 1894 yılı başında Paris’te toplanan uluslararası bir kongrede Osmanlı heyetine şiddetli taarruzlarda bulunulmuş ve hükümetin üzerine düşen ödevi yerine getirememesi halinde Basra Körfezi ve Hicaz üzerinde kendilerinin gerekeni yapacakları bildirilmişti. Madrid sefiri Tarhan Bey’in başkanlığındaki heyet ise Babıâli’nin üzerine düşen önlemleri bir an evvel alacağına dair güvence vererek, Osmanlı’nın bu bölgeler üzerindeki tasarruf hakkını kısıtlayıcı maddelerin antlaşmadan çıkarılmasında etkili olmuştu.13

Anadolu 1893’te hafif ve kısmen, 1894 yılında ise şiddetlice nerdeyse tamamen kolerayla sarsıldı. 1893 yazında İzmir, Amasya, Trabzon, Tokat ve Eskişehir, Kütahya gibi yerlerde aralıklarla kolera görüldü. 1894’te Orta Anadolu’da ilk defa Sivas’ta patlayan kolera Anadolu’nun tüm vilayetlerinde on binlerce insanın yaşamını kaybetmesine yol açtı. 1895 başlarında yalnızca Antalya ve İstanbul’da görülen kolera havaların ısınmasıyla imparatorluğun Bursa’dan Halep’e kadar olan nerdeyse tüm büyük vilayetlerine ulaştı. Yeterince hekimin bulunmayışı ve yerel yöneticilerin mücadele gösterdikleri zaaflar nedeniyle salgının taşradaki etkisi artmıştı. İstanbul’da 1893-95 aralığında özellikle kayıpların orta sınıflar arasından olması Osmanlı otoritelerinin hastalığın yıkımını

13 Sinan Kuneralp, “Osmanlı Yönetimindeki (1831-1911) Hicaz’da Hac ve Kolera,” çev. Münir Atalar, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi: OTAM 7 (Ankara, 1996): 503 vd.; Kāsım İzzeddin, Hicaz Sıhhıyye İdaresi-Hicaz’da Teşkilât ve Islâhât-ı Sıhhıyye 1329 Yılı Hac Raporu (İstanbul, 1328), Gülden Sarıyıldız, Hicaz Karantina Teşkilatı 1865-1914, (Ankara:

Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1996), özellikle II. Bölüm., Gülden Sarıyıldız, “Hicaz’da Salgın Hastalıklar ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı Bazı Önlemler,” Tarih ve Toplum 18/104 (İstanbul 1992): 20-21.

hafifletmek için bir takım sosyal politikalar izlemesine neden oldu. Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu en önemli karar merciine dönüşürken belediye daireleri bünyesinde oluşturulan merkezler, nöbet hastaneleri, özel kolera hastaneleri tıp biliminin gelişmesine katkı sağladı. Kolera salgınları su kaynaklarının hijyeni konusundaki hassasiyeti artırırken şehir yönetiminde alt yapı meselesinin önemi konusunda uyarıcı olmaktaydı. Derelerin, bataklıkların ıslahı, mahallelerin düzenlenmesi, İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılmış durumdaki muhacir ve fukara barakalarının kaldırılması, amele ve bekâr takımının en azından bir kısmının şehirden uzaklaştırılması hastalıkla mücadele konusunda atılan adımlardı.14

Devrimlerle sarsılan Avrupa’da şehirlere yığılan nüfus kişisel hijyen ve kamu sağlığı uygulamalarının hayata geçirilmesi için tetikleyici bir unsurdu. Bu durum aynı zamanda modern devletin doğasının bir gereğiydi. Modern devlet asker ve vergi kaynağı olarak sağlıklı bireyler istiyordu. Bireyin üretim kapasitesine ihtiyaç hisseden yeni devlet anlayışı modern tıbbın gelişimi sürecinde insan bedeninin toplumsal bir meta olarak görülmesinin de yolunu açmıştı. 1827’de Tıbhane-i Âmire, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının sonrasında modernleştirilmeye çalışılan ordunun hekim ve cerrah ihtiyacını karşılamak için kurulmuştu. 1867’den sonra Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye’nin kurulmasıyla sivil hekimler yetiştirilmeye başlandı. Tanzimat sonrasında “asker ve vergi” öznelerinde birleşen ve şekillenen nüfus politikaları kamu sağlığının temini ve sağlık hizmetlerini devletin zorunlu görevi haline getirdi. Örneğin 1869 tarihli İdare-i Tıbbıye-i Mülkiye Nizamnâme’sine göre kurulan Nezaret-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye adlı yeni kurum önemli bir adımdı. Nezaret-i Umûr-ı Tıbbiye nezdinde genel sağlıkla ilgilenmek, salgın hastalık çıktığında gerekli tedbirleri almak konusunda yetkili olan Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye adlı bir komisyon kurulmuştu. Kamu sağlığının kurumsallaşmasında atılan önemli bir başka adım ise belediye hekimliğinin kurulmasıydı. 1913’ten sonra hükümet tabii/hekimi olarak anılacak olan bu kişiler yalnızca tedavi edici hizmetlerle ilgilenmeyecekler, bunun yanında başta salgın ve bulaşıcı hastalıklar olmak üzere kamu sağlığı hizmetlerinde görev alacaklardı.

Salgın hastalıklar ve modern devletin fonksiyonlarının dönüşümü sürecinde kent hijyeni büyük önem taşımaktaydı. Belediyelerin görev kapsamında sokakların temizlenip, çöplerin

14 1892-95 salgın döneminde uygulanan karantina çerçevesinde örneğin İstanbul’da Anadolu tarafı için Tuzla, Rumeli tarafı için de Kalikratya ve Çatalca’da olmak üzere üç yeni tahaffuzhane yapıldı. Hastalığın yayılmasının engellenmesinde bunlar bir hayli fayda sağladı. Bu konuda yapılmış detaylı bir araştırma için bkz. Mesut Ayar, Osmanlı Devleti’nde Kolera İstanbul Örneği (1892-1895), (İstanbul: Kitabevi, 2007).

toplanması, gıda maddesi üretenlerin denetlenmesi ve lağımların inşa edilmesi öncelikliydi, ayrıca bireysel mülkler dahilindeki kuyu ve tuvalet çukurlarını düzenli bir şekilde muayene edeceklerdi.

Vilayetlerde kurulan Meclis-i Sıhhiye-i Mahalliyeler aslında bir tür kolera komisyonu gibi görev yapıyorlardı. Yerel kriz yönetim merkezi konumundaki bu komisyonun başlıca amacı salgınlar karşısında alınacak tedbirleri belirlemek ve hastalığın diğer vilayetlere bulaşmasını engellemekti.

Oluşturulan komisyonlar, yayınlanan talimatnameler, belediye hizmetlerine verilen önemin artması, taşrada sivil ve askeri hastanelerin hizmet vermesi kamu sağlığı politikasının açık tezahürüydü.

Özellikle Sultan II. Abdülhamid döneminde sağlık hizmetleri salt asker-vergi ekseninde uygulanmamıştı. Ölüm getiren salgınların kaosu da getireceğini bilen II. Abdülhamid devletin, özellikle başkentin salgınlardan korunması konusunda büyük titizlik gösteriyordu. Başkentte oluşacak bir salgının neden olacağı kaos ortamının imparatorluğun sonuna yol açabileceği endişesi bunun başlıca nedeniydi.15

Salgınlar mücadele 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu gibi modernleşme sarmalındaki devletlerin yapısal yenilenmesinde etkiliydi. Ancak bu yalnızca kamu sağlığı konusundaki kurumsal hizmetlerle sınırlı değildi. Söz konusu durum aynı zamanda bir zihniyet değişiminin, hatta medeniyet vizyonunun uzantısı olarak kabul ediliyordu. Sıtma ile olan mücadele bunun yansımasıydı.

İmparatorluğun sıtma ile savaşında öncü bir isim olan Doktor Feyzullah İzmidi “maraz-ı mergazi”

olarak tanımladığı hastalığın yayılımında bataklık arazilerin rolüne işaret ederken bunu tıbbî bir mesele olsa bile sosyal yönüne dikkat çekmekten geri kalmıyordu. Ona göre “sıtma işlenmemiş araziyi tenha hali memleketleri sever. Medeniyet önünde ve mesai-i beşer karşısında dikiş tutturamaz.

Mahvolur.” Bu yüzyılda tarım ve medeniyetin sıtmanın panzehiri olduğuna yönelik düşünce Ahmed Cevdet Paşa ya da nihaî rakibi Midhat Paşa tarafından da kabul görmüştü. Cevdet Paşa Halep Valisi iken iskân politikalarını bu hassasiyetle yönetmişti. Aynı şekilde bütün imparatorluk için prototip bir vilayet haline dönüştürülen Tuna’da ve sonrasında Irak’ta Midhat Paşa aşiretleri yerleşik hale getirirken sıtma ve medeniyet arasındaki bağlantı hakkındaki görüşleri zımnen onaylamış oluyorlardı.

Nitekim bataklıkları “kurutma” ve “tathir” etme Osmanlı döneminin son yıllarında Nafia Nezareti’nin en büyük meselesiydi.16

15 İsmail Yaşayanlar, “Osmanlı Devleti’nde Kamu Sağlığının Kurumsallaşmasında Koleranın Etkisi,” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı içinde, ed. Burcu Kurt-İsmail Yaşayanlar (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2017), 4-12.

16 Chris Gratien, “The Ottoman Quagmire: Malaria, Swamps, and Settlement in the Late Ottoman Mediterranean,” International Journal of Middle East Studies 49/4, 583-604. Yazının kısaltılmış Türkçe versiyonu için bkz. “Toprakla Oynayan Mezarını Kazar:

Osmanlı’da Sıtma ve Medeniyet,” Toplumsal Tarih 296 (Ağustos, 2018): 42-48.

Kamu sağlığı meselesi ve sağlık alanındaki yatırımların II. Abdülhamid döneminde gittikçe siyasallaşmasının anlaşılır nedenleri vardır. Sultanın kamu sağlığı politikaları bir taraftan monarşist, paternalist ve popüler bir padişah imgesi yaratmaya çalışan “iktidar stratejileri” arasında yer alırken yetişen doktorlar halk sağlığı ve hijyen konularında kamusal bir söylemin oluşumuna katkı sağlamışlardır. Yeni tıp uzmanları, Hamidiye rejiminin sosyal refah ve halk sağlığı alanlarındaki siyasetini belirlemede büyük ölçüde etkiliydiler. Modernleşen imparatorluğun tıp eğitiminin eseri olan yeni tıp uzmanı prototipi aynı zamanda doktor/kocakarı ikileminin ya da çatışmasının da tarafıydı. Salgın çocuk hastalıkları difteri ya da kuşpalazı 19. yüzyıl sonlarında çocuk ölümlerini artırdığı gibi buna karşı mücadele yöntemlerinin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Abdülhamid dönemi reformist elitlerinin zihin haritasını göstermek açısından Hekimbaşızâde Doktor Muhyiddin’in 1900 yılında yayınlanan Vâlideyne İhtâr yahud Kuş Palazı adlı eseri ilginç bir örnektir.17

19. yüzyılda devletin kamu sağlığı politikaları konusundaki etkinliği artarken salgınlar devlet katında hastalık söylemi üzerinden kontrol mekanizmasının yaratılabileceği düşüncesini hâkim kılıyordu. Özellikle frengi gibi salgınlarda bu durum daha belirgin hale gelebiliyordu. 18. yüzyılda İstanbul’da frengi teşhis ve tedavisi yapan yerlerin varlığı biliniyorsa da frenginin kamu sağlığını ciddi biçimde tehdit etmeye başlaması Osmanlı-Rus Savaşları (1810-1828) sonrasında oldu. Zührevi hastalıkların kontrolü ve fuhuşun denetimi 19. yüzyılda dünya çapında yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu da sürece katıldı. Bu konudaki uygulamalar fuhuşun kayıt altına alınıp, tıbbî ve idari denetim, mekânsal kontrolünün yapılması şeklinde başlıklar olarak düzenlendi. İstanbul’un bir liman kenti olması Rusya, Romanya ve Bulgaristan’dan gelen gemi trafiği, Kırım Savaşı ve Osmanlı-Rus Savaşları sonrasında yaşanan büyük göç dalgalarının neden olduğu demografik dönüşüm İstanbul’da fuhuş olgusunu daha görünür hale getirmişti. Frenginin ilk kez yayıldığı ve mücadelenin başladığı şehir İstanbul olmakla birlikte hastalık salgınlar halinde Batı Karadeniz’deki sahil şehirleri ve hinterlandında Batı Anadolu’da, Kuzey Afrika’da Bingazi’de, Balkanlar’da Edirne’de ve Doğu Anadolu’dan Orta Doğu’ya uzanan kuşak üzerinde Dersim, Maraş, Hakkâri, Halep ve Kudüs’te de görülmüştü. Yüzyılın ikinci yarısında başlatılan mücadele, Ernst V. During gibi isimler öncülüğünde

17 Berrak Burçak, “Hekimbaşızâde Doktor Muhyiddin’in Kaleminden Geç Osmanlı Döneminde Kuşpalazı (Difteri) ile Mücadelenin Zorlukları: Vâlideyne İhtâr yahud Kuş Palazı,” Toplumsal Tarih 296 (Ağustos, 2018): 64-69.

1879 tarihli Emrâz-ı Zühreviye Nizamnamesi, 1897 tarihli Kastamonu Vilayeti ve Bolu Sancağı Frengi Mücadele Teşkilatı Nizamnamesi gibi düzenlemelerle yürütülmüştü.18

Frengiyle mücadelede 1879 tarihli Emraz-ı Sâriye Nizamnamesi’nin ilanıyla başlayan yasal düzenlemeler Osmanlı hükümetlerinin önemle üzerinde durduğu sıhhî tedbirler arasında yer aldı. Bu konuda izlenen strateji, frenginin yayılma şartlarını ortadan kaldırma, frengililerin tespit edilmesi ve tespit edilenlerin tedavisi şeklindeki yasal düzenlemeleri içerirken, tedavi için kurulan özel frengi hastaneleri önemli bir adım oldu. Cem Doğan’ın işaret ettiği frengi gibi hastalıkların ve tedavi süreçlerinin ele alındığı yazınsal repertuvar iki temel özellikle öne çıkıyordu. Bunlardan ilki, neredeyse tüm metinlerde nüfus konusuna vurgu yapılmasıydı. İkincisi ise bu eserlerin ataerkil toplumsal cinsiyet normlarına uygun düşecek biçimde frengi ve benzeri hastalıkların mağduru olarak yalnızca erkekleri muhatap alıp eril geleneğin içinden konuşmalarıydı.19 Özellikle bu gibi zührevi hastalıkların sağlıklı nüfus artışı önünde oluşturduğu engeller dönemin en önemli tartışma başlıkları arasındaydı. Medikal çalışmaların yanı sıra kamu otoritelerinin raporlarında da frengi hastalarının kendi hayatlarını mahvetmekle kalmayıp, ailesinin hatta tüm neslin geleceğini perişan etmiş olduklarına dikkat çekiliyordu. Buna göre frengi yalnızca kamu sağlığını tehdit etmekle kalmayarak toplumun yerleşik ahlak dizgesine de meydan okuyordu. Zührevi hastalıklarla mücadele Jön Türk döneminde de devam etti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında durumun vahametinin artması üzerine İttihatçı hükümet 18 Ekim 1915 tarihli Emrâz-ı Zühreviyyenin Men’-i Sirayeti Hakkında Nizamname’yle zührevi hastalıkların yayılmasını önlemek üzere özel bir teşkilat kuruldu. Yeni yapı İstanbul’da Polis Müdüriyet-i Umumiyyesi’ne, taşradaysa mahallî mülkî makamlara bağlandı.20