• Sonuç bulunamadı

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İKTİSAT FAKÜLTESİ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İKTİSAT FAKÜLTESİ"

Copied!
138
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ÜNİVERSİTESİ

İKTİSAT FAKÜLTESİ

SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ARAŞTIRMA MERKEZİ

Bahar 2021

COVİD 19 PANDEMİSİNİN KÜRESEL SİYASETTE ULUSAL VE ULUSLARARASI ÖLÇEKTE GÜVENLİK ALGISI VE PRATİKLERİNE YARATTIĞI ETKİLER

(2)

Katkıda Bulunanlar:

Prof. Dr. Namık Sinan Turan Prof. Dr. Burak Samih Gülboy Prof. Dr. Ahmet Öztürk Doç. Dr. Pınar Erkem

Dr. Öğretim Üyesi Gizem Bilgin Aytaç Araş. Gör. Caner Kur

Araş. Gör. Aybüke Evranos Araş. Gör. Gözde Söğütlü Araş Gör. Gizem Balcı Araş. Gör. Galip Yüksel Ali Ercan

(3)

SUNUŞ:

Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı adlı denemesinde insanlığın gözümüzün önünde başkalaştığına işaret ederek, insanın serüveninin hiç bu kadar vaatkâr ve hiç bu kadar tehlikeli olmadığını kaydeder. Ona göre dünya tarihçi için büyüleyici bir manzara sunarken bunun sıkıntılarına ve kaygılarına da alışabilmek tarihçinin karşı karşıya olduğu ikilemi oluşturuyor. Bu yalnızca tarihçilerin değil sosyal bilimcilerinde aşmak durumunda oldukları bir ikilem.

COVİD 19 pandemisi ezberleri bozan, yerleşik kalıpları sorgulamaya açan yepyeni bir dönemin habercisi oldu.

Dünya ülkeleri hazırlıksız yakalandığı ve ortak çözüm üretmek durumunda kaldığı salgınla mücadele ederken birçok açından siyasetin, ekonomik yaşamın ve gündelik hayatın yeni koşullarda şekillenişine tanıklık etti. Söz konusu süreci yorumlamak ve geleceğe yönelik bir projeksiyon sunabilmek akademisyenler için bir zorunluluk haline geldi.

İktisat Fakültesi Dekanlığı’na bağlı Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi olarak içinde yaşadığımız olağanüstü dönemde siyasetin ve uluslararası ilişkilerin yönelimlerini, COVİD 19’un toplum alanda yarattığı travmayı farklı boyutlarıyla analiz edebilmek amacıyla bu raporu hazırladık. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün değerli hocalarının ve genç akademisyenlerin işbirliğiyle hazırlanan raporda COVİD 19’un uluslararası sisteme, ulus devletler üzerindeki etkileri farklı ölçüt ve parametreler üzerinden değerlendirilmiştir.

(4)

Raporu kamuoyuna sunarken gerek emeği geçen tüm Akademisyenlerimize ve gerekse desteklerini esirgemeyen dekanımız sayın Prof. Dr. Sayım Yorğun’a teşekkürlerimizi sunarız.

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi

(5)

İÇİNDEKİLER:

Giriş:

“Covid 19 Pandemisinin Uluslararası Yapı ve Ulus Devlet Boyutunda Güvenlik Kavramına Etkileri”- Prof. Dr. Burak S.

Gülboy

Pandemi ve Tarih:

“Tarihin Seyrini Biçimlendiren Süreçler olarak Salgınlar”- Prof.

Dr. Namık Sinan Turan

Pandemi ve Ulus Devlet:

“Covid 19 Pandemisi ve Ulus Devletin Geri Dönüşü”- Araş. Gör.

Caner Kur

“Covid 19 Pandemisi ve İktidar: Pandeminin Biyopolitik Analizi”- Araş. Gör. Aybüke Evranos

Pandemi ve Uluslararası Sistem:

“Covid 19 Pandemisi Sonrası Çevre, Toplum ve İnsan Merkezinde Güvenliği Yeniden Okumak”- Dr. Öğretim Üyesi Gizem Bilgin Aytaç

“Covid 19 Pandemisinin Terörizm Olgusu Üzerindeki Etkisi”- Araş. Gör. Gözde Söğütlü

“Covid 19 Pandemisinin Küresel Enerji Güvenliğine Etkileri”- Araş. Gör. Gizem Balcı

Pandemiyle Mücadele:

“21.Yüzyılın Küresel Virüsü Olan Covid 19’un Gelişim Süreci Üzerine Genel Bir Analiz”- Ali Ercan

“Balkanlarda Covid 19 Sürecinin Etkisi ve Yönetimi”- Doç. Dr.

Pınar Erkem

Pandemi ve Uluslararası Güvenlik: Şimdi ve Gelecek Üzerinde Düşünmek

“Covid 19 Pandemisinde Devletler ve Uluslararası Toplum:

‘Başarısız Devlet’ Kavramı Üzerinden Bir Değerlendirme’’- Prof.

Dr. Ahmet Öztürk

(6)
(7)

GİRİŞ

COVİD 19 PANDEMİSİNİN ULUSLARARASI YAPI VE ULUS DEVLET BOYUTUNDA GÜVENLİK KAVRAMINA ETKİLERİ

Prof. Dr. Burak Samih Gülboy

COVİD 19 Virüsünün 2020 yılının ilk aylarında dünya nüfusunun aşağı yukarı tamamını etkileyecek bir biçimde yayılması, basit anlamda bir salgın sürecinin ortaya çıkmasının ötesinde, günümüz uluslararası yapısının üzerine kurgulandığı bütün temel taşları yerinden oynatmakla kalmadı, aynı zamanda, Soğuk Savaşın ertesinde yeniden şekillenmiş olan güvenlik olgusu ile ilgili tanımları da tartışmaya açık hale getirdi. Bu çerçevede güvenlik talep edici ve güvenlik sağlayıcı arasında bir tanım olarak kurgulanan güvenlik kavramı, bu iki uç arasında hızla açılan bir uçuruma yuvarlanırken, ortaya çıkan bunalım birey ile devlet arasındaki güç-rıza uzlaşmalarını da zorlamaya başladı.

Halen etkisini sürdürmekte olan COVİD 19 Pandemisinin ortaya çıkardığı “güvensizlik” de tıpkı salgının kendisi gibi devam etmekte olduğundan, söz konusu “güvensizlik” durumunun anlamlı kılınması ancak pandemi süreci tarafından açığa çıkartılan “güvenlik” olgusunun analiz edilmesi ile mümkün olacağı düşünülmektedir.

21. Yüzyılda Güvenliğin Yeni Formasyonu

Soğuk Savaşın sona ermesi ile beraber, bu döneme damgasını vurmuş olan ve ulus-devleti monoblok bir yapı olarak hemcinslerinin tehditlerin caydırmak ya da bertaraf etmek için örgütlenmiş bir model çerçevesinde algılayan realist uluslararası güvenlik yaklaşımı da tartışılmaya başlandı. Söz konusu tartışma iki boyut üzerinde şekillendi. Bunlardan ilki klasik realizmin ve neo realizmin uluslararası güvenlik sorunları konusunda güncel ortamın karşılaştığı yeni güvenlik sorunlarını açıklamada yetersiz olduklarını ve uluslararası güvenliğin ve dahası realist paradigmanın farklı disiplinlerden alınacak modellerle geliştirilmesini öngörmekteydi. Böylece realist paradigmanın temel aktör olarak ulus-devlete odaklanması korunacak ama ulus-devletin soğuk savaş sonrası ortamda karşısına çıkmakta olan güvenlik sorunları, kendisinin güvenlik vizyonuna ve davranışına

(8)

uygun olarak yeniden formüle edilebilecekti. Realizmin bu yeni formülasyonuna karşı argüman ise eleştirel teori olarak kolektif bir başlık içine taşınan ama gerçekte realizmin farklı metotlarla eleştirileri üzerinden formülasyona giden mikro güvenlik teorizasyonlarından oluşan bir meydan okuma dalgasından geldi. Bu dalga güvenlik konusunda ulus-devleti temel ve birincil aktör konumundan çıkarmakla kalmadı, çoğu zaman ulus-devleti de içe doğru açan ve toplumu, bireyi, çevreyi ve hatta cinsiyeti birer güvenlik objesi ve aktörü olarak tanımlayan yeni başlıkları da tartışmaya açtı.

Akademik alanda güvenliğin yeniden tartışmaya açıldığı bu dönem her ne kadar realist ve eleştirel paradigmaların karşı karşıya geldiği bir tartışma alanını ortaya çıkartsa da, bunu mümkün kılan durum 1990 sonrasında uluslararası yapıda meydana gelen değişiklikler ve bunların uluslararası ve ulusal yapılara etkileriydi. Bir taraftan dünya küreselleşmenin hızını inanılmaz bir boyuta çıkartan iletişim devrimi ile dönüşmekte ve ulus-devletin fiziksel sınırları ve egemenlik yetileri daralırken kozmopolit bir kimlik kazanan birey yeni bir aktör olarak bağımsızlaşmaktayken; diğer taraftan ise Yugoslavya’nın dağılış sürecinin gösterdiği gibi ulus-devletin içe çöktüğü durumlarda kimliksizleşen birey de temel güvenlik ihtiyaçlarından yoksun bir duruma düşmekteydi. Böylesine iki uç içinde ulus- devletler Soğuk Savaşın güvenlik tanımları ile devam edemeyeceklerini anlamakla kalmadılar; aynı zamanda, uluslararası ve ulusal güvenliğin gittikçe artan karşılıklı bağımlılığının etkilerini de hissetmeye başladılar.

Soğuk Savaş ertesinde uluslararası ve ulusal boyutlarda güvenliğin içine girmiş olduğu değişim sürecini en başarılı şekilde değerlendiren çalışmaların başında gelen Barry Buzan’ın 1991 yılında yayınlanan “21. Yüzyılda Güvenliğin Yeni Kalıpları” (New Patterns of Global Security in the Twenty First Century) başlıklı makalesi oldu.1 Bu makale dahilinde Buzan, ulus-devleti monoblok bir yapı olarak yalnızca uluslararası yapıda güvenlik peşinde koşan bir birim olmasının ötesinde, hem egemenlik alanında bir güvenlik sağlayıcı ve hem de uluslararası alanda bir güvenlik arayıcı olarak yeniden formüle eden bir anlatım geliştirmekteydi. Bu çerçevede devlet yakın gelecekte yalnızca dış politikasını güvenlik tehditleri üzerine formüle etmeyecek ama hem içte ve hem de dışta “tehditlerin mevcut olmadığı bir durum”un inşası için aktive olacaktı. İç ve dış boyutları kapsayan bu yeni

1 Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty First Century”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Vol 67, No:3, 1991, ss. 431-451.

(9)

“güvenlik” konsepti ise Buzan’ın belirlediği beş güvenlik sektöründen oluşmaktaydı. Bu beş sektör şu şekilde tanımlanmaktaydı:

1. Devletlerin karşılıklı algılamaları ve sahip oldukları kapasitelerinin etkisinde olan iki yönlü bir ilişki olarak saldırı-savunma yeteneklerini içeren Askeri Güvenlik.

2. Devletlerin hükümet sistemlerinin ve bunların organizasyonlarının ve bunlara meşruluk kazandıran ideolojilerin sağlamlığı ile ilgili olan Politik Güvenlik.

3. Devletin piyasalara ve finansal girişimlere erişimini mümkün kılan kaynakların devletin gücünü ve kamu yararını sağlayacak biçimde kullanabilmesine ilişkin Ekonomik Güvenlik.

4. Toplumların kendi gelenek ve göreneklerini, kültürlerini, dillerini, dinlerini ve milli kimliklerini üretebilmeleri ve egzersiz edebilmeleri ile ilgili olan Toplumsal Güvenlik.

5. İnsanlığın ortak olarak faydalandığı bütün kaynaklar sisteminin yerel ve küresel anlamda korunması ve bakımı ile ilgili olan Çevre Güvenliği.

Buzan’ın 1991 yılında vurgulamış olduğu bu beş güvenlik sektörü gerçekte Soğuk Savaş döneminde devletin bütün bir birim olarak düşünüldüğü güvenlik yapısının, Soğuk Savaşın ertesindeki iletişim devrimi ve küreselleşmenin etkisiyle dönüşmeye mahkûm olduğuna ve devletin egemenlik alanının “toplumsallaşan” uluslararası yapıya karşı duyarlı hale geldiğine işaret etmekteydi. Bu çerçevede Ulus-devlet artık mono blok bir yapı olarak kendi güvenliğini öne çıkartan bir varlık değil, aynı zamanda egemenlik alanında sorumlu olduğunun farkına varması gereken bir güvenlik sağlayıcı aktör haline gelmekteydi. Bu hali ile ulus-devlet hem içe doğru tekil ve hem de dışa doğru bir topluluğun üyesi olarak güvenliği yeniden algılamalı ve bu kimlik ile güvenlik sağlayıcı eylemlerini düzenlemeliydi.

Bu beş sektörü derinine tanımlamak yerine, yazıldığı yıl itibariyle, uluslararası yapının gelişmelerinin bu sektörleri nasıl etkileyeceğinden bahseden Buzan, bu konuda eleştiri almış olsa da, gerçekte bu sektörlerin tanımını sabitleştirmek yerine değişen zamana uygun olarak kullanılabilir bir metodoloji haline getirmeyi amaçlamaktaydı. Söz konusu sektörlerin her biri bağımsız olarak değerlendirilebilecek, ya da farklı kombinasyonlar içerisinde çoklu olarak da ele alınabilecek

(10)

başlıklardı ve bunun yanında Buzan’ın halen temel aktör olarak gördüğü ulus-devleti içe ve dışa doğru boyutlandırarak incelemeyi mümkün kılmaktaydılar.

Buzan’ın öne çıkarttığı beş sektör 1990’lardan 2000’lere geçişte güvenliğin ihtiyaç duyduğu yeni formasyonu oluşturmakla kalmadı, bu sektörlerin içeriği üzerinde çalışan farklı ekoller de yeni güvenliğin yeni formasyonunu tartışmaya açarak derinleştirdiler. Yeni tartışmalar Soğuk Savaş dönemine ait olan ve devleti Hobbesçu bir anarşik ortamda “tehdit” odaklı bir güvenlik algısına (güvenlik paradoksuna) iten ve güvenlik aktörü olarak tekilleştiren mantığını kırmakla kalmadılar, uluslararası ve ulusal olanı yeniden tartışmaya açarak “tehditsizlik” ortamına odaklı bir çerçevede devleti ve devlet dışı aktörleri yeniden tanımladılar. Bu anlamda bir taraftan Yapısalcı Realistler, İnşacı Realistler gibi realizmi temel almalarına karşılık yapısal anlamda revize eden ekoller ile Kopenhag Okulu, Galler Okulu, Feminist Teori ve Yeşil Teori gibi realizmi bütün olarak eleştiren ekoller Buzan’ın önerdiği sektörleri derinleştirdiler.2

21. Yüzyılda Güvenliğin İki Boyutundaki Değişim

1990’ların sonunda uluslararası yapıdaki gelişmelerin işaret ettiği üzere güvenlik kavramının içeriği önceki dönemlerden hızla farklılaşmaktaydı. Soğuk Savaşın ertesinde uluslararası sistemin tek kutupluğa yakınlaşan bir ABD hegemonyasında ilerleyeceği beklentileri ve bu hegemonyanın önerdiği liberal demokratikleşme ve küreselleşen ekonomik sistem modelleri milenyumun dönüşümünde istikrarlı bir uluslararası düzenin oluşumuna katkı sağlayamamıştı. 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları sonrasında uluslararası terörizmin uluslararası yapı içerisinde temel tehdit olarak lanse edilmesi, uluslararası sistemin yapısını hızla birçok kutupluluğa sürükledi. Bu durum ise devletleri yalnızlaştırarak yeni bir güvenlik paradoksu durumu ortaya çıkartırken, doğal olarak da devletler arasında uluslararası yapının istikrarlı bir iş birliği içinde bütünleşmesi için gerekli olan gönüllülük ortamını önemli ölçüde ortadan kaldırdı. Söz konusu ayrışmayı dolaylı olarak yavaşlatan ve çatışmayı dizginleyen unsurlar gerçekte Soğuk Savaş sisteminden miras kalan emniyet supaplarıydı. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Basit anlamda başta Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerin işbirliği kanallarını canlı tutabilmesi ve Detant sonrasında Soğuk Savaşın sıkı kutupluluğundan kurtulan uluslararası bölgesel alt sistemlerdeki bölgesel güçler ile küresel yeteneklere sahip süper güçlerin aralarında kuvvetlenmiş olan jeostratejik karşılıklı bağımlılığın kutup yapılarını gevşetmesi.

Bu iki durum bir yandan bloklarına ortaklaşan güvenlik tanımları öneren blok liderlerinin hegemonik

2 Pınar Bilgin, “Individual and Societal Dimensions of Security”, International Review, No: 5, 2003, ss. 203- 222.

(11)

alanlar oluşturmalarını mümkün kıldı, diğer taraftan da bu liderlerin bölgesel alanlardaki bağımlılıkları kendilerinin bencil politikalar üretmelerini engellerken, bölgesel güçlere de kendi çıkarlarını gözeten politikalar takip etme fırsatını verdi. Bu süreç ise 2010’larda çok kutupluluğun rekabetçi ama çatışma yoğunluğu düşük versiyonunun uluslararası sistemin yapısına hâkim olmasını getirdi.

2010’ların başından itibaren oluşan bu gevşek çok kutuplu yapı güvenlik kavramının üzerine kurgulandığı iki boyutu, ulusal ve uluslararası boyutları da yeniden şekillendirdi. Bu anlamda ilk sonuç uluslararası güvenlik konusunun içeriğinin artık devletlerin tekil evreninden çıkıp, devletlerin içinde bulunduğu yapının temel problemi haline gelmesiydi. Ayrı bir deyişle önceden bir devlet güvenliği kendi dış politika vizyonu içinde, kendine uygun bir yapıda değerlendirirken, uluslararası güvenliğin içeriğindeki değişim devletlerarasında ortaklaşan bir algı-tanım-eylem bütünü içinde her birimin birbirine bağlandığı bir ortaklıkta her birimi ilgilendiren bir problematiğe dönüşüyordu.

Bunun en önemli örneği “terörle mücadele” üzerinden tanımlanan uluslararası güvenlik sorunsalıydı.

Tekil anlamda her devlet terör ile ilgili sorunlar yaşamasına karşın, terörle mücadele olgusu teröre karşı uluslararası ortamda ortaklaştırılan bir tanım çerçevesinde topyekûn bir eylemselliği anlamlandırmaktaydı.

Terörle mücadelede olduğu gibi uluslararası güvenliğin dayatması çerçevesinde devletlerin ulusal güvenlik tanımlarını aşan bir üst tanıma katılmaya zorlanmaları, ister istemez ulusal güvenlik boyutunda kendi tanımlarını koruma endişesini de beraberinde getirdi. Özellikle 2003 sonrasında uluslararası müdahale olgusunun eylemselliği üzerinde uluslararası ortamda ortaya çıkan tartışmalar çok kutupluluğun hacmini arttırmakla kalmadı, aynı zamanda, devletlerin ulusal alanlarını korumak adına siyasal rejimlerini otoriterleştirmelerine de neden oldu. Değişik seviyelerdeki bu otoriterleşme dalgasından 2010’lar sürecinde uluslararası yapının içinde bulunan bütün devletler etkilendiler.

Anlaşılacağı üzere söz konusu otoriterleşme süreci güvenliğin ulusal boyuttaki görüntüsünü temsil etti.

Covid 19 pandemisi uluslararası yapıyı, güvenliğin uluslararası ve ulusal boyutlarındaki yukarıda bahsedilen değişimin içindeyken yakaladı.

Covid 19 Pandemisi ve 21. Yüzyılda Sağlık Güvenliği:

Covid 19 virüsünün küresel ölçekte yayılma hızı ve bu virüsün yayılma hızının, önlem alma çalışmalarından daha hızlı olması uluslararası yapı dahilinde mevcut olan pek çok olgunun içeriğinin değişmesini de beraberinde getirdi. Bu değişim listesinin başında yer alan olgu ise güvenlik oldu.

(12)

Adından da anlaşılacağı üzere Covid tipi pandemi eğilimli virüslerin 19. olan Covid 19 virüsü ulus- devletlerin temel aktör olduğu uluslararası sistemin güvenlik yapısına karşı ciddi bir meydan okuma üretmekle kalmadı, aynı zamanda ulus-devletlerin kendi bireysel sınırları içinde egzersiz ettikleri egemenliği de ciddi bir teste tabi tuttu. Covid 19 pandemisi ile güvenlik olgusu özelinde ortaya çıkan uluslararası ve ulusal düzeydeki bu meydan okumayı analiz edebilmek için Buzan’ın beş güvenlik sektörüne dönmek ve bu beş sektörü yeni bir değişken ile yeniden açıklamak gerekiyor.

Covid 19 virüsünün hızlı yayılmasının bir pandemiye dönüşmesi, ulus-devletlerin gündemlerini dolduran pek çok sorunu modası geçmiş bir hale getirmekle kalmadı, aynı zamanda bu zamana değin devletlerin güvenlik belgelerinde paragraf aralarına sığdırılmış olan sağlık güvenliğini de bağımlı bir değişken olmaktan çıkartarak, güvenlik ile ilgili bağımsız değişkenler listesinin başına yerleştirdi. Bu anlamda Covid 19 pandemisinin uluslararası ortama etkilerini şu şekilde belirleyebiliriz:

• Politik, askeri, ekonomik, toplumsal ve çevre alanları dışında sağlık güvenliğinin de bu beş güvenlik sektörünü hep birlikte veya tek tek etkileyebilecek bir yeni sektör olarak ortaya çıkması ve bundan evvel sağlık ile ilgili olan güvenlik tanımlarını tamamen modası geçmiş hale getirmesi

• Ulus-devletlerin mevcut yapılanmalarının bu hız ve boyutta ilerleyen bir sağlık tehdidine karşı önlem almak ya da hizmet sağlamak konusunda yetersiz kalmaları ve aynı zamanda yukarıda bahsedilen güvenliğin değişen içeriğine uygun olarak birbirleriyle etkileşime giren güvenlik sektörlerini algılama yeteneklerinin sınırlılığının ortaya çıkışı (örneğin ekonomi-pandemi ilişkisi çerçevesinde sokağa çıkma kısıtlamalarının ekonomideki sektörlere negatif etkileri)

• Uluslararası yapının temel aktörü konumundaki ulus-devletlerin bu tür büyük ölçekli salgınlara karşı etkili bir uluslararası örgütlenme (Dünya Sağlık Örgütü dahil) sağlayamamış olduklarının açığa çıkması

• Sadece uluslararası alanda değil, ulusal alanda da ulus-devletlerin sağlık güvenliğini sağlamakta operasyonel ve stratejik inisiyatiflerde yetersiz kalmaları

• Uluslararası sistem içerisinde devletlerin güvenliği kendi bekaları üzerinden değerlendirmelerine uygun olarak, politik, askeri ve ekonomik güvenlik sektörlerini de bu beka perspektifine uygun olarak şekillendirmiş olmaları ve bu şekillendirmenin toplum ve insan güvenliği seviyelerini kapsayamamasının pandemi sürecinde iyice açığa çıkması

• Küreselleşmenin hızla yavaşlaması ile ulus devletlerin uluslararası toplumsallaşma için ortak değer üretiminde işbirliğinden kopmaları

(13)

• Yukarıda öne çıkartılmış olan tespitlere karşın, ulus-devletlerin bireysel çıkarlarını gözettikleri uluslararası güvenlik modellerini hala canlı tutmamaları ve bu durumun pandemiye karşı uluslararası bir örgütlenmeye engel olması

Yukarıda sıralanmış olan tespitler açıkça göstermektedir ki, pandemi süreci uluslararası yapının ulus-devlet için kurgulanmış bir sistem olarak işleyişinde yalnızca ulus-devletleri bencil birer aktör değil, aynı zamanda kamu hizmeti anlamında yetersiz örgütlenmeler olarak da belirginleştirmiştir. Bunun en güzel örneği uluslararası sistemdeki mevcut bütün devletlerin savunma bütçelerinin milli gelire oranlarının sağlık bütçelerine kıyasla kat kat üstün olmalarıdır. Bu durum pandemiye rağmen büyük bir değişiklik göstermemiştir ve hatta devletler pandemi ile ilgili aldıkları sağlık önlemlerinin getirdiği yükü farklı bütçelere paylaştırırken, savunmaya ayrılan bütçe payları gene en önemli kalemi oluşturmaktadır. Bu durum pandeminin ulus-devlet ile sağlık güvenliğinin ikinci baskı alanını bir sorunsal olarak açmaktadır: ulus-devletin ulusal güvenlik boyutu ya da toplum ve insan güvenliği.

Covid 19 Pandemisi ve Toplum-İnsan Güvenliği

Gerek toplum seviyesinde ve gerekse de birey seviyesinde devletin temel işlevi güvenlik sağlamaktır ve bu anlamda birey, toplumun bir parçası olarak devletin güvenlik sağlayıcılık işlevini rızası ile onaylamaktadır. Böylece devlet egemenlik alanını bireyler topluluğu olan toplum için güvenlikli hale getirme sorumluluğunu üstlenir. Böylece ulus-devletin ulusal güvenlik konsepti de ortaya çıkar.

Ulus-devletler için formüle edilmiş klasik güvenlik literatürü Soğuk savaş süresince devletin egemenlik alanındaki bu güvenlik sağlayıcılık unsurunu göz ardı ederek, devletin uluslararası sistemdeki konumuna odaklanmasına karşın, 1990’larda bu klasik anlayışa olan eleştiriler güvenliğin ulusal boyutunu ve ulus-devletin bu alandaki sorumluluklarını tartışmaya açtı. Özellikle neoliberal üçüncü dalganın liberal demokrasiyi öncülleyen yaklaşımı ve küreselleşmenin bireyin kozmopolitleşmesini mümkün kılan iletişim devrimi söz konusu eleştirilerin itici gücünü vermekteydi.3 Bu anlamda devletin bir güvenlik sağlayıcı olarak eylemlerinin yanı sıra ödevlerinin de olduğu ve aslında kendi bekasını koruma endişesinde bu eylemleri düzenlerken, ödevlerinden de önemli ölçüde uzaklaştığı vurgulanmaktaydı. Bu anlamda liberal demokrasi ulus-devletlerin eylemleri ile ödevleri arasındaki ilişkiyi dengeleyebilmelerini sağlayacak bir düzen olarak bireyi

3 Samuel Huntington, The Third Wave, Oklohoma University Press, 1991.

(14)

bilinçli kılacak ve özgürleştirecekti. Bu beklenti 2010’larda ulus-devletlerin rejimlerinde artan bir otoriterleşme dalgası ile kesildi. Kopenhag Okulu’nun öne sürdüğü “güvenlikleştirme” yaklaşımının da vurguladığı üzere otoriterleşme yalnızca siyasallaştırılarak güvenlik tehdidi haline getirilen sorunların toplumlara sunulması üzerinden ödevlerinin gereği yerine eylemlerini meşrulaştıran hükümetleri ortaya çıkarmakla kalmadı; aynı zamanda bu hükümetler mutlak eylem yeteneklerine sahip olduklarını iddia ederek vazgeçilmezliklerini de meşrulaştırdılar. Bu süreç liberal demokrasinin hızlı erozyonu ve illiberal demokrasinin yükselişini de beraberinde getirdi.4

Covid 19 pandemisinin şüphesiz ki en önemli etkilerinden biri uluslararası sistemde ulusal güvenlik alanlarında eylemleri ile ödevleri arasındaki dengeyi farklı şekilde oranlayan devletlerin mevcut sağlık güvenliği sorunsalına yaklaşımları ile ilgili oldu. Bu anlamda şu tespitler belirginleşmiştir:

• Rejim yapısı ne olursa olsun tüm hükümetler Buzan’ın beş sektörünün sağlık güvenliği üzerinden yeniden değerlendirilmesi gereken bir süreç ile karşı karşıya gelmişlerdir.

• Hükümetlerin en önemli ikilemi sağlık güvenliğinin tanımı konusundadır. Bu anlamda hastalığın yayılmasının durdurulması ile sağlık hizmetlerinin rahatlatılması arasında kalan devletler, hastalığın tedavi edilmesi konusunda bir çözüme ulaşma konusunda da başarısız olduklarından temel güvenlik sağlayıcı rolündeki meşruiyetlerinde hem eylem hem de ödev anlamında ciddi bir güven ve rıza kaybına uğramışlardır.

• Bu anlamda pandemi için ulusal alanda alınması gereken önlemlerin başta ekonomi ve siyaset alanları ile çakıştığı görülmüştür. Sokağa çıkma kısıtlamaları, eğitim kurumlarının uzaktan eğitime geçmesi pandeminin yayılması olduğu kadar, sağlık hizmetlerindeki yığılmayı da engellemeyi öngörmektedirler. Buna karşılık hükümetler yavaşlayan ekonomi üzerinden etkilenen diğer hizmet ve üretim sektörlerinin beklentileri ile karşı karşıya kalmışlardır.

• Gene ulusal alanda hükümetler tarafından alınan önlemler toplum ve birey seviyesinde temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasını getirmektedir. Bu paradoksal bir biçimde toplumlar ve bireyler tarafından da talep edilen bir durum olsa da, pandemi ile mücadele konusunda tatmin ve çözüm üretemeyen hükümetler güven konusunda sıkıntı yaşamaktadırlar.

• Devletlerin ulusal güvenlikteki başarısızlıkları saptırılmış verilerden oluşan bilgiler üzerinden ulusal ve uluslararası toplumu bilgilendirdikleri bir süreç yaratmış ve bu pandemi ile ilgili

4 Fareed Zakaria, The Future of Freedom, 2. Basım, New York, WW. Norton and Co., 2007.

(15)

süreci negatif etkilemekle kalmamış hükümetlerin ulusal alandaki güvenilirliklerini de yaralamıştır.

• Rejimlerin liberal ya da otoriter niteliklerinin pandemi ile mücadele sürecinde etki yarattığını vurgulayacak istatistikler mevcut değildir. Bu anlamda yönetim biçiminden çok hükümetlerin bireyin sağlığını öncülleyen iradeleri önemli olmuştur. Bu anlamda her hükümet pozitif ve negatif olarak görülebilecek önlemler aldıkları bir süreç içinde pandemi ile mücadeleye girişmişlerdir. Diğer taraftan uluslararası alanda zayıf kalan işbirliği daha etkin olabilecek bir eylemselliğin önüne geçmiştir.

Ulusal güvenlik alanında pandeminin yaratmış olduğu dalgalanmayı gösteren bu bulgular, ulus-devletlerin güvenlik sağlayıcı olarak egemenlik alanlarındaki unsurlara karşı ödevler üstlendiği bir tanım içerisinde kapladığı alandaki yetkinliklerini sorgulanır hale getirmiştir. Söz konusu sorgulama ulus-devletin otoritesine yönelik bir sorgulama değil, daha çok ulus-devletin sağlık alanında bir güvenlik sağlayıcı olarak yeteneklerine yönelik bir güven kaybıdır. Bu güven kaybı pandeminin yaratmış olduğu sağlık güvenliği sorunsalı ile diğer güvenlik sektörlerinin etkileşimini başlattığında söz konusu güven kaybı toplum ve insan güvenliği seviyelerinde daha da artmaktadır.

Ulus-devletler sağlık güvenliği sektörü ile etkileşen diğer sektörlerin ulusal seviyede yaratmış olduğu güven kaybını, çıkar ve beka argümanlarına dayanan uluslararası krizlere hızlı dönüşler yaparak, bu tür uluslararası sorunları ulusal seviyede güvenlikleştirerek ya da Buzan’ın önerdiği güvenlik sektörlerini sağlık güvenliğinin etkileşiminden bağımsız olarak güvenlikleştirerek atlatma yolunu seçmektedirler. Bu anlamda uluslararası yapı Covid 19 pandemisinden önce ulaşmış olduğu sistem yapısından çok da farklı bir konuma evrilmiş gözükmemektedir.

Covid 19 Pandemisi ve Üçüncü Dünya Güvenliği

2020 yılının sonuna gelinirken Covid 19 virüsüne karşı geliştirilmekte olan pek çok aşıdan deneme fazlarını, aşının kullanılırlığını sağlayacak ölçüde ilerletmiş olan en az üçü ulusal alanlarda kullanıma açıldı. Zaman içinde virüse karşı geliştirilen daha çok aşı da araştırma fazlarını tamamladığında kullanıma açılacaklardır. Diğer taraftan söz konusu aşılar arasında farklı teknolojilerin kullanımı ve farklı bağışıklık süreleri gibi faktörlerin varlığı ama daha önemlisi Covid 19 virüsüne karşı etkin bir ilacın geliştirilememesi önemli ayrıntılardır.

Pandemiye karşı aşı üretimi ve bu aşıların devletler arasında ticari değişimi büyük bir hızla ilerlemektedir. Diğer taraftan aşı üretiminin belli firmaların tekelinde bulunması, bu firmaların hala sınırlı yetkinlikte üretimlerinin ancak kendilerine aşı geliştirme sürecine katkı vermiş ülkelere öncelik

(16)

verilerek arz edilmesi ve nihayetinde aşının birim bazında pahalılığı uluslararası yapıya içkin olan merkez-çevre ya da Birinci Dünya-Üçüncü Dünya tartışmalarını yeniden gündeme getirmiştir. Birinci Dünya Ülkelerinin aşıya ulaşma kolaylığına karşı, üçüncü dünya ülkelerinin aşı edinme sırasında gerilere düşmesi uluslararası sistemdeki yapısal eşitsizliği bir kere öne çıkartmaktadır. Bu anlamda pandemi ve aşı ilişkisi dünya üzerindeki toplumlar arsındaki eşitsizlikleri daha da ileri boyutlara taşıyacak bir küresel krizi tetikleyebilir.

Kaynak: Our World in Data, https://ourworldindata.org/covid-vaccinations, 06.04.2021

Covid 19 Pandemisi ve Uluslararası Yapının Geleceği

Daha öncede belirtildiği üzere uluslararası yapı Soğuk Savaş sonrası değişen güvenlik yapısının etkisiyle yeniden şekillenmekteyken, Covid 19 Pandemisinin meydan okuması ile karşılaştı.

Bu durum ister istemez uluslararası yapının ve bu yapının işleyiş mekaniğini temsil eden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devlet için hem uluslararası ve hem de ulusal boyutta bir meydan

(17)

okuma oluşturdu. Söz konusu meydan okumaya temel güvenlik sağlayıcı olan ulus-devlet kurumsallaşması ne uluslararası alanda, ne de ulusal alanda etkin bir cevap veremedi. Pandemiyi bir uzun vadeli sorun çözümü çerçevesinde değerlendirmekten çok, anlık bir kriz yönetimi olarak benimsemek aşağı yukarı her hükümetin temel seçimi olduysa da, bu iki çözüm ucu arasında açılan yelpazede asıl önemli belirleyicinin zaman olduğu artık daha net ortaya çıkıyor.

Uluslararası alanda pandemi ile olan mücadeleyi yürütmek üzere kolektif bir bilinç oluşturmaktan uzak kalan ulus-devletler, egemenlik alanlarında da sorun çözme konusunda başarısız gözüküyorlar. Hatta yavaş ama giderek ivmelenen bir süreçte uluslararası ilişkiler, pandemi öncesindeki çıkar ve beka çatışmalarına geri dönüyor. Böylece ulus-devletler tarihte pek çok kez olduğu gibi toplum ve insan güvenliği ile ilgili sorumluluk alanlarındaki başarısızlıklarını güvenlikleştirilen çıkar ve beka argümanları ile maskeliyorlar.

Buzan 1993’te yeni yüzyılın güvenlik sektörlerini tanımlamaya çalışırken sağlık güvenliği bu günkü gündemi kaplayan anlamına sahip olmadığından nispeten önemsiz bir ayrıntı olarak algılanmaktaydı. Günümüzde sağlık güvenliği hem yeni bir sektör olarak güvenlik literatürüne girmiş durumda ve hem de diğer güvenlik sektörlerini etkileme ve kimi zaman belirleme yeteneğine de ulaşmış bulunuyor. Buna karşılık güvenliğin uluslararası ve ulusal temel aktörü konumundaki ulus- devlet henüz sağlık güvenliği ile ilgili bir yetkinlik üretme konunda yetersizliğini maskelemeye çalışıyor. Pandemi ile ilgili etkin bir çözümün bulunamaması, çözüm ile ilgili zamansallığın belirsizliği uluslararası yapı, ulus-devletler, onların egemenlik alanındaki toplumlar ve bu toplumu oluşturan bireyler arasında gelecek beklentilerini bulanıklaştırıyor ya da en azından belirsizleştiriyor.

Güvenlik literatüründe güvenliğin zaman ile ilişkisi önemli bir etken olduğundan ve güvenlik sağlayıcının hem kendi güvenliği ve hem de güvenlik sağladığı alan ile olan ilişkisi bu zamansallığa bağlı olduğundan; belirsizleşen gelecek bir yandan güvenlik sağlayıcıya olan güvenin azalmasına neden oluyor, diğer yandan da güvenlik sağlayıcının da sorunlu hale gelmesine neden oluyor.

Pandemi süreci içinde belirginleşen ve güvenliğin yapısındaki değişimler ile belirginleşen bu zaman paradoksu uluslararası yapının ve bu yapının temel aktörünün tarihsel anlamda karşılaştığı meydan okumalardan birini oluşturacak gibi gözüküyor.

(18)

PANDEMİ VE TARİH

TARİHİN SEYRİNİ BİÇİMLENDİREN SÜREÇLER OLARAK SALGINLAR

Prof. Dr. Namık Sinan Turan*

Salgın hastalıklar tarihin hemen her döneminde toplumların yaşamlarında kalıcı izler bırakacak sonuçlar doğurmuşlardır. Yalnızca toplumsal ve sıhhî anlamda değil siyasi ve ekonomik süreçleri de sarsıcı biçimde etkilemişlerdir. Andrew Nikiforuk’un işaret ettiği gibi bir ay ya da bir yıl içinde milyonlarca insanın ölümüne neden olan salgın hastalıklar, imparatorlukları çökertmiş, orduları kırmış, yaşama ve sevme biçimlerini sürekli değiştirmiştir. Çiçek hastalığı Yeni Dünya’yı öylesine bir büyük güçle işgal etmiştir ki, Kızılderili kültüründe açtığı politik yaralar hala iyileşememiştir. Veba, feodalizmin sonunu getirmiş, kapitalizmin tohumlarını atmış ve ekonomistlerle doktorları halâ motive eden, doğaya karşı güvensizlik yaratmıştır. Sıtma, köle ticaretiyle birlikte yayılmış, Karayiplerin rengini belirlemiştir.5

Eski dünya ülkeleri arasındaki ilişkilerin yoğunlaşmasının salgın hastalıkları beraberinde getirmiştir. Salgınlar mallar, düşünceler ve teknoloji gibi sınırları aşmayı başarmıştır. İlişkilerin sıklaşması önce büyük ölçüde Avrasya ve Afrika’nın çeşitli bölgeleriyle sınırlı kalmış salgın hastalıkları öteki bölgelere yaymıştır. Mikroplar daha önce hastalığın uğramadığı yerlerde yüksek oranda ölümlere neden olmuştur. Hem Çin hem Roma kayıtları İS. I. ve II. yüzyıllarda bir dizi salgın hastalığın bu toplumları kırıp geçirdiğini ortaya koymaktadır. Dünya tarihi uzmanı William MacNeill, Avrasya’nın bir ucundan öbürüne sıralanan ülkeler arasında ve Afrika’nın çoğu bölgesinde sıklaşan ilişkilerin yaydığı salgın hastalıkların, Roma ve Han imparatorluklarının yıkılmalarının başlıca nedenlerinden olduğunu ileri sürmenin hayal gücüne fazlaca dayanan bir varsayım olmadığını belirtir.6 Örneğin Plasmodium parazitinin neden olduğu sıtma tarih boyunca farklı coğrafyalarda

5 Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, çev. Selahattin Erkanlı (İstanbul: İletişim Yayınları, 2016), 15.

6 William H. McNeill, Dünya Tarihi, çev. Alaeddin Şenel (İstanbul: İmge Yayınları, 1994), 208.

(19)

milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesine neden olmuş, büyük orduları kırmış, enerji kaynaklarını tüketmiştir. Romalı Tertullianus’un “insan soyunun görkemli gelişiminin ağır ve sabırlı budayıcısı”

olarak tanımladığı sıtma, Antik Yunan ve Roma’nın sonunu hazırlayan etkenlerden biridir. Afrika dışına çıktıktan sonra gitmediği yer ve coğrafya kalmayan sıtma İran’dan Hindistan’a Mısır’dan Arabistan’a kadar ordularını zafere taşıyan İskender’i Babil kapılarında yakalamıştır. Yunan kentlerini harabeye döndüren ve Avrupa demokrasisinin beşiğini anemik insanlarla dolduran sıtma I.

yüzyılda Roma’da korkunç bir salgına dönüşmüş, tarımsal yaşamı ve kentlerin nüfus dokusunu ağır biçimde tahrip etmiştir. Sıtma statü ve katman farkı gözetmeden sonraki beş yüz yıl boyunca Roma toplumunun kâbusu olmayı sürdürdü. İmparator Lucius Verus, MS. 162 yılında Perslerle savaş için gittiği Doğu’dan veba ile dönmüş imparatorluğun Pers sınırından Ren ve Galya’ya kadar devasa bir alana yayılan hastalık yerel nüfusun büyük kısmını yok ederek, İtalya’da “yıkıntılar ve ormanlar”

dışında geriye bir şey bırakmamıştı. Bu salgının sonucunda Roma ordusu önemli ölçüde azalmış, bunun çıkardığı asker ihtiyacı barbar halklara bağlılığı artırmıştı. Öyle ki Roma ünlü lejyonlarını doldurabilmek için Barbarları askere almak zorunda kalmıştı. Köleler ve üretimin ilk halkası olan kesimlerin kaybıyla ortaya çıkan eksiklik üretimi etkilemiş, pek çok soylu aile ortadan kalkmış imparatorluğun ekonomisi büyük bir krize girmişti. Ortaçağa kadar, plazmodyumlar ılıman Avrupa’nın büyük kısmını işgal etmiş ve kıtanın verimli ovalarındaki köylüleri hedef almıştı. Sıtma, Avrupa’da 18. yüzyılda gerileyinceye kadar dünya tarihini biçimlendirici etkilerini ortaya koymuştur.7 Yeni Dünya’ya Afrika’dan gelen köle gemilerinin taşıdığı bu hastalık Karayiplerin ve Latin Amerika’nın alçak kıyı bölgelerinin yerlilerini yok etmiştir. Avrupa halkları arasında eskiden beri görülen çiçek, kızamık, suçiçeği gibi hastalıklara karşı hiçbir kalıtımsal ya da kazanılmış bağışıklığı bulunmayan Amerikan Yerlileri arasında son derece yıkıcı sonuçları olmuştur.

En büyük ekolojik felaketlere neden olan salgınlar arasındaki veba dalgalar halinde Orta Asya'dan başlayarak Çin'e hatta İzlanda'ya kadar nüfusu azalttı. Eski Dünyadaki etkisi öylesine yıkıcıydı ki, bazı tarihçiler etkilerini nükleer bir soykırımla karşılaştırdılar. Kara Ölüm, 1340'ların sonlarında Ortaçağ dünyasını tahrip ederken Orta Asya'dan İtalyan Şehirlerine İskandinavya’nın uzak köşelerine kadar milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Avrupa nüfusunun dörtte biri ile üçte biri

7 Alfred Jay Bollet, Plagues and Poxes The Impact of Human History on Epidemic Disease (New York: Demos Medical Publishing, 2004), 17-30.

(20)

arasında insan öldü. Salgının zirve döneminden sonra bile Avrupa’nın nüfuzu azalmaya devam etti.

Avrupa’nın 13. yüzyıldaki nüfusuna ulaşabilmesi için 16. yüzyıla kadar beklemek gerekecektir.8

Ortaçağ toplumunun yaşamını tümüyle değiştiren veba, ilk olarak feodal kurumların tasfiyesinde etkili oldu. Kırsal alanda ve kentlerdeki kitlesel ölümler emek darlığına yol açıp ücretleri artırdı. Veba sonrası emek pazarı, serfle senyör arasındaki geleneksel ilişki ağını kopardı. Tüccarlar kriz atlatıldıktan sonraki dönemde ürünlerini Afrika, Asya ve Yeni Dünya’ya taşımak için denizler aşırı seyahati geliştirdiler. İngiliz, Hollandalı ve İspanyol tüccarlar yeni pazarlar ve tüketicilerin peşinde koşarken sonraki dönem tarihçilerinin emperyalizm olarak nitelendirecekleri bir süreci başlattılar. Veba, geleneksel ilişki ağını zedelerken zaman kavramını değiştirdi. Kilisenin ve ruhbanın ya da hasat zamanlarının belirlediği zaman kavramı yerini yeni bir anlayışa bıraktı. Brandenburg ve bazı Hollanda kasabalarında yeni ticari ilişkiler sayıları zaten az olan işçilerin kendi çalışma saatlerini belirlemelerini ya da hayatın akışında daha etkin olmalarını gündeme getirmişti. Veba doğanın dengesini değiştirdi. Bakımsız kalan ekilebilir arazinin aksine hayvan sayısı gözle görülür ölçüde arttı. Bu İngiltere gibi yerlerde dokuma sanayinin gelişimi açısından olumlu sonuçlar doğurdu. Bir İngiliz deyişinde işaret edildiği gibi “koyunun ayağı kumu altına çeviriyordu.” Doğanın dengesindeki değişimle 13. yüzyılın başlarına kadar yok edilmiş olan birçok orman yeniden canlandı. Veba sonrası yaşam soylular ve tüccarlar kadar kiliseyi de etkiledi. Din adamlarının vebaya yenik düşmesi bir yana Avrupa hastalığın pençesinde kan kaybettikçe vaazlarında yalnızca teslimiyeti tavsiye eden kilise prestij yitirdi. Luther’in kilise bürokrasisi olmadan Tanrı’ya yakarma teklifinin alt yapısına vebanın neden olduğu toplumsal doku hizmet edecek. Vebayla mücadele halk sağlığı kavramının temellerini atmıştı. Almanya ve İtalya’nın zengin şehirlerinde soylular ve tüccarlar veba evleri kurarken Venedik gibi zengin tüccar devletler başta olmak üzere karantina uygulamasının ilk örneklerini yaşama geçirdiler. Birçok Avrupa şehrinde Venedik ve Milano’da olduğu gibi veba bürokrasisi gelişti. Kamu sağlığının ilk öncüleri arasında belediye hekimleri, ölü kaldırıcılar, mezar kazıcılar, ev bekçileri vardı.

Bunlar hastalığı tecrit edebilmek için ticareti yasaklama, fuar ve sokakları kapama, evleri ilaçlama gibi yetkilere sahiptiler. Kimi zaman tüccarların ve soyluların karşı çıkışlarına rağmen halk sağlığı programları tecrit edilmiş kasaba ve şehirlerde vebanın hızı kesilebildi.9

8 Kara Ölüm’ün Avrupa tarihinde yol açtığı dönüşümlerin tahlili için bkz. John Aberth, Plagues in World History (Exploring World History) (Rowman & Littlefield Publishers, 2011), 19-72; Susan Scott-Christopher J. Duncan, Biology of Plagues Evidence from Historical Populations (Cambridge University Press, 2001), 81-115; Sean Martin, The Black Death, Pocket Essentials (2007), 109- 131; Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü, 78-89, Nardo, The Black Death, 53-75.

9 İngiltere’de nüfus yaklaşık altı milyondan üç milyonun biraz üzerine düşer. Fransa’da nüfusun yarısı kırılır. Kara Ölüm, Avrupa tarihindeki en büyük demografik felaketlerden biridir. Don Nardo, The Black Death (World History) (Lucent Books, 2011), 53-63;

Margaret Healy, Fictions of Disease in Early Modern England Bodies, Plagues and Politics (London: Palgrave, 2001).

(21)

Veba Akdeniz’in batısı kadar doğusunda da sarsıcı sonuçlar doğururken yöneticileri önlemler almak zorunda bıraktı. Osmanlı’da veba üzerine yapılan çalışmalarda birçok yeni yorum ve yaklaşım ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Osmanlıların bu gibi salgınlar karşısındaki kaderci tavrına yönelik sorgulayıcı katkılardır. Genellikle Avrupalı gözlemcilerin anlatılarından yola çıkan tıp tarihi araştırmalarında Osmanlı ulemasının ve toplumun salgınlara kaderci ve teslimiyetçi bir bakışla yaklaştığı aktarılmaktadır. Oysa son araştırmaların sunduğu veriler bunu tamamen tartışmaya açmıştır. 14. ve 15. yüzyıllarda Şeyyad Hamza gibi (ö. 1348’de sağ) mutasavvıfların yazdığı metinlerde kaza-i asuman (semavi kader) görülen veba ve diğer salgınlar İslami gelenekte olduğu şekilde toplumsal ve ahlaki sorunlarla ilişkilendirilmiştir. Bu dönemde vebanın kavrandığı genel çerçeve de İslami kozmoloji söyleminin ilahî söylemiyle, onun güçlü sosyal ve ahlaki veçheleriyle örtüşür ancak 16. yüzyıldaki veba algısı daha önceki çağlardakiyle açık bir tezat teşkil etmektedir.

Gerçi halâ veba bir semavî emrin sonucu gibi görülmekte ve ahlakla ilişkilendirilmektedir, ancak artık Osmanlı zihniyetinde daha rasyonel şeyleri temsil etmeye başlamıştır. Veba imgeleminin doğallaşması Osmanlı yazarlarının dil ve imgeleminde de hissedilmektedir. Veba salgınları 17.

yüzyıldan itibaren Osmanlı dünyasında tıbbileşmenin önünü açmıştır. İlk önce vebayla ilgili belirgin bir bilgi birikimi ortaya çıkmıştır. İkinci olarak bu bilgi birikimi billurlaşmış ve Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmiştir. Üçüncü aşamada ise vebayla ilgili yetki ve uzmanlık ermiş ve mutasavvıfların kerametinden devlet kurumlarının tıbbi alanına geçmiştir. 16. yüzyıldan itibaren veba salgınları ısrarla ve güçlenerek tekrar ederken devlet, başkent İstanbul başta gelmek üzere şehirlerin hijyen ve temizliğinin sağlanması, sağlıklı bir şehir ortamının tesisi için çabalamıştır. Ayrıca ölenlerin tespiti ve sayılması, definlerin kontrol altında yapılması, vergiden muaf seçkinlerin sağlığının izlenmesi, tıp mesleğini ve eğitimini düzenlemek şeklindeki tedbirler devlet fikrinin ve bunun bireylerle ilişkisindeki rollerin tanımlanmasında yeni bir bilinç geliştirmiştir. Nükhet Varlık’ın işaret ettiği gibi sistematik olarak belge üreten, kayıt tutan Osmanlı idaresinin biyopolitikada giderek daha faal duruma geçtiğini gösteren arşiv kaynaklarının varlığı, Erken Modern dönem Osmanlı Devleti’nin doğuşuna ve onun çok yanlı yönlendirme ve yönetme kudretinin genişlediğine bir işaret sayılabilir.10

10 Osmanlı’da veba konusunda bkz. Nükhet Varlık, Plague and Empire in the Early Modern Mediterranean World The Ottoman Experience, 1347-1600 (Cambridge University Press, 2015) ve Türkçe çevirisi için bkz. Akdeniz Dünyasında ve Osmanlılarda Veba 1347-1600, çev. Hazal Yalın (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2017), Maria Conforti, “Metinden Uygulamaya: İslam Dünyasında Farmakoloji, Klinik Tıp ve Cerrahi,” Ortaçağ: Barbarlar-Hıristiyanlar-Müslümanlar içinde, ed. Umberto Eco, çev. Leyla Tonguç Basmacı (İstanbul: Alfa Yayınları, 2010), 501.

(22)

Akdeniz’in oldukça karmaşık ekosistemi ve yoğun ticari ilişkiler ağı her türlü hastalığın salgın haline dönüşmesi için uygun bir ortam yaratıyordu. Bu hızlı yayılmada ticaret kadar savaş ve imparatorluğun organizasyon yapısı da etkiliydi. Böylelikle Akdeniz Afrika, Asya ve Atlantik arasında hastalıkların değiş tokuş noktası haline gelmişti. Virüs ve bakteriler nerdeyse modern öncesi dönemin nükleer silahlarıydı. Amerika kıtasındaki İspanyollar ve diğer Avrupalı devletlerin elinde Portekizlilerin Asya ve Afrika’da sahip olmadıkları bir silahtı bakteriler. Tropik hastalıklar, bunlarla savaşacak ve onları engelleyecek modern ilaçların bulunuşuna kadar Avrupalıların, Afrika’nın Güney Sahra bölgesinin içlerine girmesine engel olmuştu; ancak Amerika’da bunun tersi söz konusuydu.

Avrupalıların beraberinde getirdikleri ve Avrasya’da yaygın olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı Amerikan yerlilerinin hiçbir direnci yoktu. Tabii bu bakteri değişimi karşılıklıydı. Kolomb’un denizcilerinin Amerika’dan Eski Dünya’ya taşıdığı treponema pallidum yani frengi, zührevi bir hastalık olarak Avrupalıların direncini yıkarak milyonlarca insanı etkiledi.

1494’te Napoli’yi işgal eden Fransız Kralı VIII. Charles’ın ordusu hastalığı Avrupa’ya yaydı.

Fransızların Napoliten diye isimlendirdikleri hastalık Avrupalıların dilinde Fransız hastalığı olarak yer edecekti. Osmanlı hekimleri önceleri bu hastalığı “Frenk uyuzu, Frenk zahmeti” diye anarken daha sonra “illet-i efrenci, maraz-ı efrenci” gibi isimler kullanacaklardı. Osmanlı cerrahlarından İbrahim b. Abdullah’ın 1505 tarihli Alâ’im-i Cerrâhîn adlı eserinin son bölümünün frengi hastalığına ayrılmış olması, göç, savaş ve ticaret gibi nedenlerle bu hastalığın Osmanlı dünyasında tanındığına işarettir. Nitekim Abbas Vesim (ö. 1761) Vesim fi Tıbbü’l-Cedîd ve’l-Kadîm eserinde frenginin Amerika’dan İspanya’ya geldiğini, buradan diğer ülkelere yayıldığını, bu arada İstanbul’da da görüldüğünü yazmaktadır. Savaşları felç edecek kadar yayılan bu salgın biyolojik bir silah olarak kullanıldı. 1706’da V. Philip’in Madrid’ini kuşatan İngiliz ve Fransız ordularına karşı kralın kullandığı bir biyolojik savunmaydı frengi ve düşmanın yarısı hastalığın pençesine düşmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nda bile İngiliz ordusundaki yarım milyon asker bu hastalıkla mücadele etmek zorunda kalacaktı. Frengi Avrupa’nın soylularını kırarken kıtanın doğmakta olan orta sınıflarında erdemli yaşam, evlilikte eşlerin sadakati gibi değerler destek buluyordu. Aristokratlara saçma gelen bazı davranış kalıpları yeni orta sınıfların, bankacı ve muhasebecilerin yaşamında en az serbest ticaret kadar değer kazanıyordu.

Geç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Salgınların Devletin Kamu

Sağlığı Siyasetine Etkileri

(23)

Osmanlı kaynaklarında taun ya da pestis olarak anılan veba 18. yüzyıldan önceki dönemde tifo, tifüs, kolera gibi nerdeyse bütün bulaşıcı hastalıkların genel adı olarak kullanılmıştır. 18.

yüzyılda nispeten daha hafif olan veba salgınları 19. yüzyılda da Osmanlı idarecilerini meşgul etmeyi sürdürür. Bu dönemde son büyük veba salgını 1835-1838 yıllarında yaşanandır. Sonrasında veba yavaş yavaş kaybolmuştur. Bu düzelmede 1837’den sonra uygulanan karantinanın etkisi büyüktür.

İmparatorluktaki son veba vakası 10 Ekim 1844’te kaydedilecekti. Bu tarihten itibaren vebanın yerini kolera başta olmak üzere diğer salgın hastalıklar aldı. Vibrio cholerae bakterisinin neden olduğu bu hastalığın en az 2000 yıllık bir geçmişi olduğu düşünülse de konuyla ilgili açıklık yoktur. Ancak 1817 yılından itibaren kolera endemik bir hastalık olmaktan çıkıp epidemik (lokal salgın) hatta pandemik (kıtalararası salgın) bir hastalığa dönüştü. Bunun temel nedeni Hindistan nüfusu ve bunu kaldıramayan şehir altyapısıydı. İnsanların Ganj’la olan ilişkilerinde hijyen kurallarına bağlılık her zaman çok yüksek değildi. Bu pandeminin bir diğer nedeni 1814’te Kalküta’ya gelen İngiliz birliklerinin, askerî ve ticari varlığının artmasıydı. Söz konusu hareketlilik vibrio cholerae’nın limandan limana, şehirden şehre taşınmasına neden olacaktı. Nitekim 1817’de Kalküta’da patlak veren kolera salgının kısa sürede tüm Bengal eyaletine sıçraması zor olmamıştı. Hastalık Siri Lanka ve Burma’nın ardından Endonezya’ya yayılmış 1818’de sadece Java’da 100.000 kişi koleradan ölmüştü. 1820’de salgın Filipinler ve Çin limanlarına erişmişti. Aynı yıl Hindistan’dan Umman’a yardım amacıyla gönderilen İngiliz askerleri kolerayı Basra Körfezi’ne taşıyacak, Bombay’dan Şiraz’a gelen bir başka grup asker ise İran’a getirecekti. Dicle üzerinden Bağdat’a ulaşan ve kuzeye doğru yayılan salgın 1821 Osmanlı-İran savaşı esnasında galip gelen İran birliklerini mağlup edecekti. İran’ın ticaret ağı hastalığı Hazar ve Astrahan’a yayarken 1823’te Kahire’de de salgın baş gösterecekti. 1826’da Bengal’de başlayan ikinci büyük pandemi 1831’e kadar olan dönemde Moskova ve Kharkov’a kadar yayılırken bu defa Hicaz’ı, İstanbul, İzmir ve İskenderiye’yi vuracaktı.

Aynı dönemde Hicaz’a hac için gitmiş olanların yarısı koleradan yaşamını yitirecekti. Bununla da kalmayan salgın Ağustos 1831’de Berlin ve Viyana’yı sarstıktan sonra Hamburg üzerinden İngiltere’ye ulaşacaktı. İngiliz askeri faaliyetleri hastalığı Afganistan’a kadar yaymıştı.11 1851 ve 1892 yılları boyunca Kuzey Afrika, Güney Amerika ve Avrupa’da salgınlar yaşanmış özellikle 1854 salgını Osmanlı topraklarını kuvvetli biçimde vurmuştu. 1863 ve 1881’de patlak veren pandemiler Osmanlı ülkelerini olumsuz etkiledi. Özellikle 1865 hacc mevsiminde Hicaz’daki Müslümanlar

11 Edward Bascome, A History of Epidemic Pestilences from the Earliest Ages, 1495 Years Before the Birth of Our Savior to 1848 (Kessinger Publishing, 2008), 137, İsmail Yaşayanlar, “Bir Hastalık Olarak Kolera ve Tarihte Kolera Pandemileri,” Toplumsal Tarih 269 (Ağustos 2018): 52-53.

(24)

bundan büyük zarar gördü. 1881’deki ise Mısır’ı sarsarak az da olsa Kuzey Afrika ve Güney Avrupa kıyılarına sıçradı. 1831-1853 arasında Londra’da çıkan dört salgın ardında binlerce ölü bırakmıştı.

Bu yıllarda şehrin hijyen konusundaki zaafları, kirli kanalları ve kalabalık nüfusu kolera salgıları için ideal bir alt yapı oluşturuyordu.

Osmanlıların kolerayla olan mücadelesi İstanbul’da 26 Temmuz 1831 günü tespit edilen ilk vakalarla başlamıştır. Henüz karantina teşkilatının kurulmadığı bu dönemde ilk kolera salgını 5.000- 6.000 can almıştır. Ekim 1847’de başlayıp Kasım 1849’a kadar süren salgında ise kayıp sayısı 4.275 olarak belirlenmiştir. İstanbul’un imparatorluğun başkenti olması yanında zengin bir ticari liman şehri özelliği salgınların şehre gelişini kolaylaştırıyordu. 30.000 kişinin ölümüne neden olan 1865 yazındaki büyük kolera Muhbir-i Sürur gemisinin tayfalarıyla Mısır’da gelmiştir. İstanbul’un dağınık yerleşimi nedeniyle sokakların temiz olmaması, düzensiz kanalizasyon sistemi ve içme sularında hijyenin yeterince önemsenmemesi kolerayı sürekli beslemekteydi. Bu nedenle 1871, 1873, 1876 yıllarında sürekli tekrarlanan salgınlar yaşandı. Kolera salgınlarının yarattığı tehdit devletin bu konuda çözüm üretmek için kurumsal ve idari önlemler geliştirmesini zorunlu kılmıştır. Kolera karşısında alınacak önlemleri belirlemek üzere Dr. André Chantemesse, Dr. Maurice Nicolle, Dr.

Karlinski ve Dr. Rodolf Emmerich gibi Avrupa’nın tanınmış uzmanları İstanbul’a davet edilmiş, bu uzmanların hazırladıkları sular hakkındaki raporlar dikkate alınarak uygulanmıştır. Ancak bazı kısımları Bizans’tan kalma yüzlerce yıllık su şebekesini tamamen değiştirmek mümkün olmamıştır.

Mali kaynaklar ve bütçe imkânları dahilinde onarım ve yenilemelerle yetinilmiştir. 1893-1894 İstanbul’daki kolera salgınıyla hizmete giren Bakteriyolojihane-i Şahane, Dr. Nicolle gibi uzmanlar sayesinde suların kimyasal ve bakteriyolojik analizlerinin yapıldığı çağdaş bir eğitim ve kamu sağlığı kurumu haline geldi.12

Salgın hastalıklar kamu otoritesinin hıfzıssıhha konusunda müdahalelerini artırıp, devleti önlemler almada daha etkili hale getirirken karantina uygulaması da Osmanlıların gündemine giren yeniliklerden biri olacaktır. Osmanlıların ilk karantina deneyimi 1831’deki büyük kolera salgını sırasında Rusya’dan gelen gemilere İstanbul limanında karantina uygulanması yolundaki büyük devletlerin taleplerine karşılık olarak yaşandı. Koleradan korunmak için başvurulacak karantina usulüne dair Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi’nin kaleme aldığı risâle ücretsiz olarak dağıtıldı.

12 Marie-Pietre Verrolot, İstanbul’da Kolera 1848 Salgını Üzerine Bir İnceleme, yay. haz. Özgür Yılmaz (İstanbul: Libra Yayınları, 2019), Gülden Sarıyıldız, “19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolera Salgını,” Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Afetler ve Deprem Semineri (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, 2002), 309-318, Nuran Yıldırım, “Su ile Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul,” Toplumsal Tarih 145 (Ocak 2006): 18-28.

(25)

Cezayirli Hamdan Efendi karantinanın haram olmadığına dair İthâfü’l-üdebâ adlı bir risâle yazdı, Takvîm-i Vekāyi‘de karantinanın faydaları hakkında yazılar çıktı. Karantina uygulamasıyla ilgili uzman olmayışı Osmanlıların Avusturya’dan yardım istemesine neden olduğu gibi yapılan anlaşmaların sonucunda Zemun Karantinahânesi başdirektörü Doktor Minas ile tercümanı ve yardımcısı İstanbul’a geldi. Uygulama kısa sürede yayıldı. 1896’da Hicaz Karantinası hariç 125 karantina noktasında 511 kişi çalışırken sıhhiye idaresi lağvedildiğinde idarede kırk iki doktor, 425 memur ve müstahdem çalışmaktaydı. Karantina uygulaması zaman zaman salgınları bahane ederek uluslararası müdahaleye kapı açmaya çalışan Avrupalı devletlere karşı da engelleyici bir tedbir olarak kullanılmıştı. Her yıl milyonlarca hacının ziyaret ettiği Hicaz’da İngiltere’nin siyaseti ve talepleri Babıâli’yi daha dikkatli olmaya itiyordu. Osmanlı hükümeti 19. yüzyılın ortalarından itibaren bölgenin güvenliği ve sıhhî koşullarıyla ilgili önemli adımlar atmıştı. Bu itibarla 1865’de Mekke’de meydana gelen kolera salgınından sonra Kızıldeniz sahillerinde sağlık kurumları oluşturulmuştu.

Böylelikle gelen hacıların sağlığı güvence altına alındığı gibi dış güçlerin müdahale olanakları engellenmişti. 1893 yılında meydana gelen ve 30.000 kişinin yaşamını yitirdiği kolera salgının ardından 1894 yılı başında Paris’te toplanan uluslararası bir kongrede Osmanlı heyetine şiddetli taarruzlarda bulunulmuş ve hükümetin üzerine düşen ödevi yerine getirememesi halinde Basra Körfezi ve Hicaz üzerinde kendilerinin gerekeni yapacakları bildirilmişti. Madrid sefiri Tarhan Bey’in başkanlığındaki heyet ise Babıâli’nin üzerine düşen önlemleri bir an evvel alacağına dair güvence vererek, Osmanlı’nın bu bölgeler üzerindeki tasarruf hakkını kısıtlayıcı maddelerin antlaşmadan çıkarılmasında etkili olmuştu.13

Anadolu 1893’te hafif ve kısmen, 1894 yılında ise şiddetlice nerdeyse tamamen kolerayla sarsıldı. 1893 yazında İzmir, Amasya, Trabzon, Tokat ve Eskişehir, Kütahya gibi yerlerde aralıklarla kolera görüldü. 1894’te Orta Anadolu’da ilk defa Sivas’ta patlayan kolera Anadolu’nun tüm vilayetlerinde on binlerce insanın yaşamını kaybetmesine yol açtı. 1895 başlarında yalnızca Antalya ve İstanbul’da görülen kolera havaların ısınmasıyla imparatorluğun Bursa’dan Halep’e kadar olan nerdeyse tüm büyük vilayetlerine ulaştı. Yeterince hekimin bulunmayışı ve yerel yöneticilerin mücadele gösterdikleri zaaflar nedeniyle salgının taşradaki etkisi artmıştı. İstanbul’da 1893-95 aralığında özellikle kayıpların orta sınıflar arasından olması Osmanlı otoritelerinin hastalığın yıkımını

13 Sinan Kuneralp, “Osmanlı Yönetimindeki (1831-1911) Hicaz’da Hac ve Kolera,” çev. Münir Atalar, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi: OTAM 7 (Ankara, 1996): 503 vd.; Kāsım İzzeddin, Hicaz Sıhhıyye İdaresi-Hicaz’da Teşkilât ve Islâhât-ı Sıhhıyye 1329 Yılı Hac Raporu (İstanbul, 1328), Gülden Sarıyıldız, Hicaz Karantina Teşkilatı 1865-1914, (Ankara:

Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1996), özellikle II. Bölüm., Gülden Sarıyıldız, “Hicaz’da Salgın Hastalıklar ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı Bazı Önlemler,” Tarih ve Toplum 18/104 (İstanbul 1992): 20-21.

(26)

hafifletmek için bir takım sosyal politikalar izlemesine neden oldu. Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu en önemli karar merciine dönüşürken belediye daireleri bünyesinde oluşturulan merkezler, nöbet hastaneleri, özel kolera hastaneleri tıp biliminin gelişmesine katkı sağladı. Kolera salgınları su kaynaklarının hijyeni konusundaki hassasiyeti artırırken şehir yönetiminde alt yapı meselesinin önemi konusunda uyarıcı olmaktaydı. Derelerin, bataklıkların ıslahı, mahallelerin düzenlenmesi, İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılmış durumdaki muhacir ve fukara barakalarının kaldırılması, amele ve bekâr takımının en azından bir kısmının şehirden uzaklaştırılması hastalıkla mücadele konusunda atılan adımlardı.14

Devrimlerle sarsılan Avrupa’da şehirlere yığılan nüfus kişisel hijyen ve kamu sağlığı uygulamalarının hayata geçirilmesi için tetikleyici bir unsurdu. Bu durum aynı zamanda modern devletin doğasının bir gereğiydi. Modern devlet asker ve vergi kaynağı olarak sağlıklı bireyler istiyordu. Bireyin üretim kapasitesine ihtiyaç hisseden yeni devlet anlayışı modern tıbbın gelişimi sürecinde insan bedeninin toplumsal bir meta olarak görülmesinin de yolunu açmıştı. 1827’de Tıbhane-i Âmire, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının sonrasında modernleştirilmeye çalışılan ordunun hekim ve cerrah ihtiyacını karşılamak için kurulmuştu. 1867’den sonra Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye’nin kurulmasıyla sivil hekimler yetiştirilmeye başlandı. Tanzimat sonrasında “asker ve vergi” öznelerinde birleşen ve şekillenen nüfus politikaları kamu sağlığının temini ve sağlık hizmetlerini devletin zorunlu görevi haline getirdi. Örneğin 1869 tarihli İdare-i Tıbbıye-i Mülkiye Nizamnâme’sine göre kurulan Nezaret-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye adlı yeni kurum önemli bir adımdı. Nezaret-i Umûr-ı Tıbbiye nezdinde genel sağlıkla ilgilenmek, salgın hastalık çıktığında gerekli tedbirleri almak konusunda yetkili olan Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye adlı bir komisyon kurulmuştu. Kamu sağlığının kurumsallaşmasında atılan önemli bir başka adım ise belediye hekimliğinin kurulmasıydı. 1913’ten sonra hükümet tabii/hekimi olarak anılacak olan bu kişiler yalnızca tedavi edici hizmetlerle ilgilenmeyecekler, bunun yanında başta salgın ve bulaşıcı hastalıklar olmak üzere kamu sağlığı hizmetlerinde görev alacaklardı.

Salgın hastalıklar ve modern devletin fonksiyonlarının dönüşümü sürecinde kent hijyeni büyük önem taşımaktaydı. Belediyelerin görev kapsamında sokakların temizlenip, çöplerin

14 1892-95 salgın döneminde uygulanan karantina çerçevesinde örneğin İstanbul’da Anadolu tarafı için Tuzla, Rumeli tarafı için de Kalikratya ve Çatalca’da olmak üzere üç yeni tahaffuzhane yapıldı. Hastalığın yayılmasının engellenmesinde bunlar bir hayli fayda sağladı. Bu konuda yapılmış detaylı bir araştırma için bkz. Mesut Ayar, Osmanlı Devleti’nde Kolera İstanbul Örneği (1892-1895), (İstanbul: Kitabevi, 2007).

(27)

toplanması, gıda maddesi üretenlerin denetlenmesi ve lağımların inşa edilmesi öncelikliydi, ayrıca bireysel mülkler dahilindeki kuyu ve tuvalet çukurlarını düzenli bir şekilde muayene edeceklerdi.

Vilayetlerde kurulan Meclis-i Sıhhiye-i Mahalliyeler aslında bir tür kolera komisyonu gibi görev yapıyorlardı. Yerel kriz yönetim merkezi konumundaki bu komisyonun başlıca amacı salgınlar karşısında alınacak tedbirleri belirlemek ve hastalığın diğer vilayetlere bulaşmasını engellemekti.

Oluşturulan komisyonlar, yayınlanan talimatnameler, belediye hizmetlerine verilen önemin artması, taşrada sivil ve askeri hastanelerin hizmet vermesi kamu sağlığı politikasının açık tezahürüydü.

Özellikle Sultan II. Abdülhamid döneminde sağlık hizmetleri salt asker-vergi ekseninde uygulanmamıştı. Ölüm getiren salgınların kaosu da getireceğini bilen II. Abdülhamid devletin, özellikle başkentin salgınlardan korunması konusunda büyük titizlik gösteriyordu. Başkentte oluşacak bir salgının neden olacağı kaos ortamının imparatorluğun sonuna yol açabileceği endişesi bunun başlıca nedeniydi.15

Salgınlar mücadele 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu gibi modernleşme sarmalındaki devletlerin yapısal yenilenmesinde etkiliydi. Ancak bu yalnızca kamu sağlığı konusundaki kurumsal hizmetlerle sınırlı değildi. Söz konusu durum aynı zamanda bir zihniyet değişiminin, hatta medeniyet vizyonunun uzantısı olarak kabul ediliyordu. Sıtma ile olan mücadele bunun yansımasıydı.

İmparatorluğun sıtma ile savaşında öncü bir isim olan Doktor Feyzullah İzmidi “maraz-ı mergazi”

olarak tanımladığı hastalığın yayılımında bataklık arazilerin rolüne işaret ederken bunu tıbbî bir mesele olsa bile sosyal yönüne dikkat çekmekten geri kalmıyordu. Ona göre “sıtma işlenmemiş araziyi tenha hali memleketleri sever. Medeniyet önünde ve mesai-i beşer karşısında dikiş tutturamaz.

Mahvolur.” Bu yüzyılda tarım ve medeniyetin sıtmanın panzehiri olduğuna yönelik düşünce Ahmed Cevdet Paşa ya da nihaî rakibi Midhat Paşa tarafından da kabul görmüştü. Cevdet Paşa Halep Valisi iken iskân politikalarını bu hassasiyetle yönetmişti. Aynı şekilde bütün imparatorluk için prototip bir vilayet haline dönüştürülen Tuna’da ve sonrasında Irak’ta Midhat Paşa aşiretleri yerleşik hale getirirken sıtma ve medeniyet arasındaki bağlantı hakkındaki görüşleri zımnen onaylamış oluyorlardı.

Nitekim bataklıkları “kurutma” ve “tathir” etme Osmanlı döneminin son yıllarında Nafia Nezareti’nin en büyük meselesiydi.16

15 İsmail Yaşayanlar, “Osmanlı Devleti’nde Kamu Sağlığının Kurumsallaşmasında Koleranın Etkisi,” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı içinde, ed. Burcu Kurt-İsmail Yaşayanlar (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2017), 4-12.

16 Chris Gratien, “The Ottoman Quagmire: Malaria, Swamps, and Settlement in the Late Ottoman Mediterranean,” International Journal of Middle East Studies 49/4, 583-604. Yazının kısaltılmış Türkçe versiyonu için bkz. “Toprakla Oynayan Mezarını Kazar:

Osmanlı’da Sıtma ve Medeniyet,” Toplumsal Tarih 296 (Ağustos, 2018): 42-48.

(28)

Kamu sağlığı meselesi ve sağlık alanındaki yatırımların II. Abdülhamid döneminde gittikçe siyasallaşmasının anlaşılır nedenleri vardır. Sultanın kamu sağlığı politikaları bir taraftan monarşist, paternalist ve popüler bir padişah imgesi yaratmaya çalışan “iktidar stratejileri” arasında yer alırken yetişen doktorlar halk sağlığı ve hijyen konularında kamusal bir söylemin oluşumuna katkı sağlamışlardır. Yeni tıp uzmanları, Hamidiye rejiminin sosyal refah ve halk sağlığı alanlarındaki siyasetini belirlemede büyük ölçüde etkiliydiler. Modernleşen imparatorluğun tıp eğitiminin eseri olan yeni tıp uzmanı prototipi aynı zamanda doktor/kocakarı ikileminin ya da çatışmasının da tarafıydı. Salgın çocuk hastalıkları difteri ya da kuşpalazı 19. yüzyıl sonlarında çocuk ölümlerini artırdığı gibi buna karşı mücadele yöntemlerinin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Abdülhamid dönemi reformist elitlerinin zihin haritasını göstermek açısından Hekimbaşızâde Doktor Muhyiddin’in 1900 yılında yayınlanan Vâlideyne İhtâr yahud Kuş Palazı adlı eseri ilginç bir örnektir.17

19. yüzyılda devletin kamu sağlığı politikaları konusundaki etkinliği artarken salgınlar devlet katında hastalık söylemi üzerinden kontrol mekanizmasının yaratılabileceği düşüncesini hâkim kılıyordu. Özellikle frengi gibi salgınlarda bu durum daha belirgin hale gelebiliyordu. 18. yüzyılda İstanbul’da frengi teşhis ve tedavisi yapan yerlerin varlığı biliniyorsa da frenginin kamu sağlığını ciddi biçimde tehdit etmeye başlaması Osmanlı-Rus Savaşları (1810-1828) sonrasında oldu. Zührevi hastalıkların kontrolü ve fuhuşun denetimi 19. yüzyılda dünya çapında yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu da sürece katıldı. Bu konudaki uygulamalar fuhuşun kayıt altına alınıp, tıbbî ve idari denetim, mekânsal kontrolünün yapılması şeklinde başlıklar olarak düzenlendi. İstanbul’un bir liman kenti olması Rusya, Romanya ve Bulgaristan’dan gelen gemi trafiği, Kırım Savaşı ve Osmanlı-Rus Savaşları sonrasında yaşanan büyük göç dalgalarının neden olduğu demografik dönüşüm İstanbul’da fuhuş olgusunu daha görünür hale getirmişti. Frenginin ilk kez yayıldığı ve mücadelenin başladığı şehir İstanbul olmakla birlikte hastalık salgınlar halinde Batı Karadeniz’deki sahil şehirleri ve hinterlandında Batı Anadolu’da, Kuzey Afrika’da Bingazi’de, Balkanlar’da Edirne’de ve Doğu Anadolu’dan Orta Doğu’ya uzanan kuşak üzerinde Dersim, Maraş, Hakkâri, Halep ve Kudüs’te de görülmüştü. Yüzyılın ikinci yarısında başlatılan mücadele, Ernst V. During gibi isimler öncülüğünde

17 Berrak Burçak, “Hekimbaşızâde Doktor Muhyiddin’in Kaleminden Geç Osmanlı Döneminde Kuşpalazı (Difteri) ile Mücadelenin Zorlukları: Vâlideyne İhtâr yahud Kuş Palazı,” Toplumsal Tarih 296 (Ağustos, 2018): 64-69.

Referanslar

Benzer Belgeler

Ünlü İngiliz yazar ve çevre bilimci James Lovelock, dünyanın gelecek 100 yıl içinde 8 santigrad derece daha ısınacağını ve bu koşullarda dünya nüfusunun ancak 10'da

Sonuç olarak gıda kaynaklı bir salgında, salgının gerçek nedeninin belirlenmesi ve olayın tekrar etmemesi için alınacak düzeltici tedbirlerin uygulatılması

Daha az olmasına rağmen, kayıt dışılık ve istihdam kayıpları arasındaki ilişki yine de serbest çalışan bireyleri de etkilemektedir. Bu olgunun açıklaması kayıtlı

 Yaşanan salgının ve salgına bağlı ölümlerin psikolojik etkilerini sosyal ilişkiler, belirsizlik ve yaşamsal kırılganlık açısından değerlendirmek

Bu araştırmanın problemi, Dezavantajlı kadınlar için sosyalleşme sorunlarının neler olduğu, bu sorunların çözümüne yönelik genel olarak Kur’an kursu eğitimi

Faktör analizi sonuçlarına göre üniversite hastanelerinin sorunlarının; kurumdan kaynaklı sorunlar, iç denetim kaynaklı sorunlar, Medula kaynaklı sorunlar,

Çalışmamızda COVID-19 salgını sonrası daha genç olan ebeveynlerin kaygı düzeylerinin yüksek olması, erken yaşta evlenen ve çocuk sahibi olan ebeveynlerin kaygı düzeylerinin

• Mahalli idarelerde görev yapanların, dezavantajlı grupların eğitimine verilen desteğin düzeyini belirlemeye yönelik algılarının ortalama puanları; cinsiyet, medeni