• Sonuç bulunamadı

Ortadoğu’dan yapılan göçlerde halkın ekonomik darboğaza itilmesi, etnik ve dîni çatışmalara sokulması, siyasi baskılara maruz kalması, temel insani haklardan mahrum bırakılması gibi nedenler öne çıkmaktadır. Göçlerin nedenlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için meselenin özüne inmek gerekmektedir. Dolayısıyla Ortadoğu göçlerinin temelinde ekonomik sömürge ve gelir adaletsizliğinin olduğu söylenebilir.

Ortadoğu’nun ekonomik zenginliklerini elde etmek isteyen sömürgeci devletlerin, öncelikle Osmanlı’nın bölgedeki hâkimiyetine son vermeleri gerekliydi. Bu maksatla yapılan çalışmaların başında misyonerlik faaliyetleri gelmektedir. Nitekim Arap toprakları üzerindeki misyonerlik faaliyetlerinin XVI. yüzyılda başladığı görülmektedir. 1535 yılında, Kanuni Sultan Süleyman’ın I. François’e tanıdığı kapitülasyonlarla, Fransızlar diğer Avrupalılara göre avantajlı bir konum elde ettiler. Fransızlar, Akdeniz’de koloniler kurmak için Türk-Fransız dostluğunu bir vasıta olarak kullandılar.5 Lübnan Prensi II. Fahruddin el-Mani’nin (1590-1635) teşvikleriyle ve davetiyle bölgede misyonerlik faaliyetlerine başladılar.6

1740’da I. Mahmut tarafından XV. Louis’e tanınan ikinci kapitülasyonlarla Fransızlar, Osmanlı topraklarına giren bütün Hıristiyan gezginlerin ve ziyaretçilerin hamisi sıfatını da aldılar.7 Bu yüzyılda İngiltere’ye en önemli kolonilerini kaptıran Fransızlar, ananevi Türk dostluğunu bir tarafa bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarına göz diktiler.8

Arap coğrafyasıyla ilgilenen tek devlet Fransa değildi. Üç Amerikan kilisesinin9

1810 yılında bir araya gelerek, American Board of Comissioners for Foreign Missions (ABCFM) adlı örgütü kurmalarından sonra, Amerika da Ortadoğu’yla yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bu örgüt, kurulduğu yıllarda sadece Amerika kıtasındaki Kızılderilileri ve Katolikleri Protestanlaştırmayı amaçlamış, fakat bir süre sonra “bütün

dünyanın Protestanlaştırılması” hedefini benimsemiş ve 1818 yılında Osmanlı

Devleti’ne misyoner gönderilmesini kararlaştırmıştır.10 Amerikan misyonerleri, 1839 Tazminat Fermanı’ndan sonra Osmanlı Devleti’ndeki faaliyetlerini artırmış, 1856

5 Ömer Osman Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye 1908-1938, Ankara

2004, s. 349.

6 Adil Baktıaya, Osmanlı Suriye’sinde Arapçılığın Doğuşu: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi

Düşünce, İstanbul 2009, s. 110-111.

7 A. Baktıaya, a.g.e., s. 110-111.

8 Ö. O. Umar, Osmanlı Yönetimi..., s. 349.

9 Congregational, Presbiterien ve Reformed kiliseleri.

Islahat Fermanı’ndan itibaren ise çalışmalarını çok daha kolay yürütmüşlerdir.11

Ortadoğu’yla ilgilenen bir diğer devlet ise İngiltere’ydi. Hindistan’a giden imparatorluk yolunun güvenliği, İngilizlerin bölgeye yönelik politikalarının esasını oluşturmaktaydı.

İngiltere, başta Rusya ve Fransa olmak üzere bölgeye başka bir devletin sarkmasını engellemeyi, XIX. yüzyılın sonlarına kadar başardı. Öyle ki, İngiliz Dışişleri Bakanları Palmerston ve Posonby dönemlerinde Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması, İngiliz dış politikasının en önemli konularından biriydi. Fakat 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Rusların batıda Yeşilköy’e (İstanbul’a), doğuda Erzurum’a kadar ilerlemeleri üzerine, bu politikanın işe yaramayacağı kanaatine vardılar. Uluslararası gelişmeler sonucunda Kıbrıs ve Mısır’a yerleşen İngilizler, bundan sonra geleneksel Osmanlı siyasetini terk edip, Osmanlı topraklarını paylaşma fikirlerine sıcak bakmaya başladılar.12

İngiltere’nin Osmanlı politikasının değişmesinden sonra Lord Curzon, Hindistan ve Ortadoğu’yu İngiltere’nin özel ilgi alanı olarak kabul etti. Bu doğrultuda Basra

Körfezi’nde İngiliz kontrolünün gerekliliğini ve Hindistan müdafaasının

güçlendirilmesinin elzem olduğunu, İngiliz kamuoyuna benimsetti.13 Curzon, özellikle Hindistan’da valilik yaptığı dönemde (1899-1905), Kuveyt şeyhinin yeniden Osmanlı nüfuzuna girmesini önlemek ve Türk dostu İbn Reşit’in tehdidine karşı koymak için 1901’de, şeyhe yardımcı savaş gemileri ve askeri birlikler gönderdi.14 İngilizler, bölgedeki varlıklarını şeyhlerle yaptıkları antlaşmalarla kuvvetlendirdiler. Bu anlaşmalarda; bölgeden İngiltere’nin onayı olmadan herhangi bir arazi parçasının hiçbir devlete kiralanmayacağı, yabancı devlet memuru kabul edilmeyeceği ve arazi terk edilmeyeceği hükümleri yer aldı. Nitekim 1914 yılında Kuveyt, İngiliz himayesinde bağımsız bir prenslik oldu.15

Bir taraftan misyonerlik yoluyla Osmanlı’nın Arap topraklarına sızan

11 Erdal Açıkses-Rahmi Doğanay, Amerika’nın Yüz Yıllık Ortadoğu Hayali Chester Projesi, Elazığ

2010, s. 57.

12 Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), İstanbul 1987, s. 10.

13 Aynı zamanda Lord Curzon, Musul’u Türkiye’den kopararak birçok huzursuzluğun devam etmesine

ortam hazırlayan kişidir.

14 Stuart Cohen, “Mesopotamia in British Strategy 1903-1914”, International Journal of Middle East

Studies, V. 9, 1978, s. 171; Cezmi Eraslan, “Irak’ta Türk-İngiliz Rekabeti: (1876-1915)”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Hatıra Sayısı, İstanbul

1994, s. 229-233.

15 Murat Çelik, Körfez Krizi, Türkiye ve Mülteci Sorunu, (Dokuz Eylül Üniv. AİİTE, Basılmamış

emperyalistler, diğer taraftan milliyetçilik fikirlerini körükleyerek Türklerle Arapların arasını açmaya çalıştılar. Ortadoğu’nun bu iki kadim dostunun birbirine düşmesi, emperyalistlerin işini bir hayli kolaylaştıracaktı.

Avrupalıların Doğu’nun zenginliklerine ulaşma yolunda körükledikleri Arap milliyetçiliği fikri ilk meyvesini Mısır’da vermiştir. XVIII. yüzyılın sonralarında Mısır’ın Osmanlı valisi ile yerliler arasındaki ihtilaflar, Arap milliyetçiliğinin ilk habercisiydi. Nitekim bunu fırsat bilen Napolyon Bonapart’ın, Temmuz 1798’de Mısır’a saldırmasıyla, bir Avrupa devleti, ilk kez Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarına tecavüz etti. Osmanlılar Napolyon’un saldırısını her ne kadar geri püskürttüyse de, Avrupalıların müdahil olduğu Kavalalı Mehmet Ali ayaklanmasıyla bir hayli uğraşmak zorunda kaldılar.16 Bu süreçle birlikte Osmanlı toprakları üzerinde gizli ama kıyasıya bir sömürge yarışı başladı.

Arap dünyası, XIX. yüzyılın başlarından itibaren Batı’yla çeşitli yollarla temasa geçtikçe, hem milliyetçilik, hem de demokrasi fikirleri yerleşmeye başladı. Daha çok Hıristiyan Araplar arasında yeşeren bu fikirler, başlangıçta sadece bir entelektüel hareketti. Bilhassa Suriyeliler ve Lübnanlıların Mısır’da faaliyetleri söz konusuydu. Fakat zamanla Arap tarihinin şanlı devirlerine duyulan özlemle siyasi bir uyanışa dönüştü.17

Başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere Batılı devletler, Ortadoğu’daki misyonerlik faaliyetlerinde sırf tanrının rızasını kazanmayı gözetmemişlerdi. Asıl amaçları ekonomikti ve misyonerlik, yeni sömürgeler ve petrol yatakları için alt yapısal bir çalışma demekti. Bu bağlamda, 1854 yılında gazyağı lambasının icat edilmesi, petrole duyulan geniş çaptaki talebi ortaya çıkardı. Bunun bir neticesi olarak da ABD ve İngiltere, XIX. yüzyılın büyük petrol üreticileri olarak ortaya çıktılar ve kendi petrol endüstrilerini kurdular. Ortadoğu’da petrolün varlığından haberdar olan Batılı seyyah ve araştırmacılar, özellikle arkeolojik araştırma kisvesiyle Bağdat ve Musul’daki petrol alanlarını tespit ve rapor ettiler. 18

Musul-Kerkük bölgesi sadece petrol bakımından değil, diğer madenler açısından da oldukça zengindi. Bu konuda 1902 yılında İngilizlerin Bağdat konsolosu tarafından

16 Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 11-12.

17 Philiph Willard Ireland, Iraq, London 1937, s. 222; Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 14; Arab Ba’th Socialist

Party, The Central Report of The Ninth Regional Congress, (June 1982-Baghdat), Baghdat 1983, s. 250;

18 Davut Hut, Musul Vilayeti’nin İdarî, İktisadi ve Sosyal Yapısı (1864-1909), (MÜ. Türkiyat

İstanbul’daki İngiliz Elçisi Sir O’Conor’a gönderilen ayrıntılı rapora göre; Zaho ve Cizre arasındaki Harbul Köyü ve Dohuk taraflarında büyük miktarda kömür madeni, Yukarı Pervari dağlarında kömür ve elmas madeni, Ora Dağı’nda gümüş madeni, Orta Pervari’de, Urman Dağı’nda demir madeni, Dohuk dağlarında gümüş, bakır ve demir

madenleri mevcuttu.19

Ortadoğu’nun petrol kaynadığı bir sır değildi, ama petrolün önem kazanması için merhem yapımı ya da gaz lambalarını yakmanın ötesinde bir işe yaraması gerekiyordu. Bu adım, Almanya’yı denizde yenmek için İngiliz donanmasının modernleştirilmesi gerektiğini düşünen Winston Churchill ve Amiral Fisher’in, 1911’de Bahriye’nin başına getirilmesiyle atıldı. Böylece İngilizlerin gücünü takviye etmesi beklenen yeni yakıt, savaşın en hayati nesnesi ve bir devlet meselesi oldu.20

Batılı sömürgeciler, kendi çıkarları uğruna Arapları Türklere düşman etmek için,

Türklerin Arapları sömürdükleri ve bölgenin gelişmesini engelledikleri fikrini aşıladılar.

Aslında Arap ülkelerini bir sömürge haline getirme hesapları yapanlar Batılılar idi.21 Nitekim XX. yüzyılın başlarında milliyetçilik adına Türklerle ayrışmayı ve Batılılarla ittifakı seçen Araplar, bir asırdan fazla sürecek sancılı bir yolculuğa çıktıklarının farkında değillerdi.

1878’deki Berlin ve Londra antlaşmalarıyla Ortadoğu’daki nüfuzunu artıran İngiliz ve Fransızlar, bölgedeki Türk imajını yok etmek için her yola başvurdular. XIX. Yüzyıldan itibaren Rusların Balkanlarda uyguladığı siyasetin bir benzerini, XX. yüzyılda Suriye’de Fransızlar, Irak’ta da İngilizler yaptılar.22 I. Dünya Savaşı sırasında Irak ve Suriye’de yaşanan asayişsizlik, huzursuzluk ve göçlerdeki İngiliz-Fransız işbirliği önemli yer tutmuştur. Söz konusu işbirliği şöyle özetlenebilir:

a) Türklerin silahsızlandırılması: Mondros Mütarekesi, Suriye Antlaşması ve Sevr Antlaşması gibi uluslararası düzenlemelerle Türklerin millî direnişini kırmak amacıyla silahlarına el konuldu.

b) Milliyetçi Arapların silahlandırılması: İngiliz ve Fransızlar tarafından Osmanlı birliklerinden toplanan silahlar, Araplara dağıtılarak Ortadoğu’da sonu

19 D. Hut, a.g.t., s. 282.

20 S. Yerasimos, a.g.e., s. 123; Helmut Mejcher, “Oil and British Policy Towards Mesopotamia 1914-

1918”, Middle Eastern Studies, V. 8, 1972, s. 377.

21 Mehmet Tekin, Arap İsyanı ve Suriye’nin İşgali 1915-1920, Şerif Hüseyin-Sir Mac Mahon

Mektuplaşması ve Kral Faysal’ın Lloyd George’a Yazdığı Mektuplar, Antakya 1995, s. 6.

22 Rusya, Balkan devletlerinin hamiliğine soyunarak, kendi emelleri doğrultusunda ve Osmanlı

aleyhinde çalışmalar yapmıştır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de de Fransa benzer bir politika takip ederek modern bir sömürge sistemi geliştirmişlerdir.

gelmeyecek kavgalar körüklendi. Özellikle İngilizlerin topladıkları silahları Arap milliyetçilerine dağıtmaları son derece manidardır.

c) Basın ve medya ile dünya kamuoyunu etkileme: İngiliz ve Fransızlar, bölgedeki Türk imajını tamamen yıkmak için basın ve medyayı kullandılar. Basın ve medyada Osmanlının Arap coğrafyasını sömürdüğü ve geri bıraktığı temasını işlediler.

d) Manevi baskılar: İngiliz ve Fransızlar kendilerini gizliden gizliye haçlıların lideri gibi lanse ettiler. Böylece Ortadoğu’ya ve kutsal yerlere hâkim olarak Avrupa’nın desteğini almayı planladılar. Fakat asıl amaçlarının ekonomik olduğu gün gibi aşikârdı.

e) Eğitim ve kültürel engellemeler: İtilaf devletleri, kurdukları modern sömürge devletlerinde kendilerine karşı oluşabilecek muhalefeti daha doğmadan öldürdüler. Bu amaçla eğitim ve kültür alanında yaptıkları düzenlemelerle, devlet düzenini kendilerine bağlı hale getirdiler.

Batılıların uyguladığı politikalar nedeniyle I. Dünya Savaşı öncesinde kimsenin Osmanlı Devleti’ni ciddiyi almadığı bir ortama gelindi. Örneğin Amerika, 1912’de İstanbul’daki elçisini geri çektiğinde, yerine yenisinin istenmesi üzerine Başkan Wilson; “Türkiye yok ki elçi göndereyim” diyordu. İngiltere ve Rusya ise artık Osmanlı Devleti ile değil, idaresindeki etnik gruplarla ilgilendikleri için Osmanlı’nın nasıl yıkılacağını değil, mirasının Almanya’dan nasıl kurtarılacağını düşünüyorlardı.23

I. Dünya Savaşı devam ederken İngiltere, Arap halkını Osmanlılara karşı ayaklandırarak bölgeye kolayca hükmetmek için daha önceden planladığı Arap milliyetçiliği kartını ileri sürdü. Arap Milletinin liderliğine meraklı bir isim zaten

hazırdı: Mekke Şerifi Hüseyin.24 İngilizler, Hüseyin’e bir “Arap Devletler

Federasyonu” kurdurmayı vaat ederek, kışkırttılar. Bir taraftan Şerif Hüseyin’le bu

görüşmeleri yaparlarken, diğer taraftan Necid Emiri İbni Suud ile anlaşarak kendisine Basra’nın güneyinde bir devlet kurmayı vaat ettiler. Dahası, bölgenin paylaşımı

23 Rahmi Doğanay, Milli Mücadele’de Karadeniz (1919-1922), Ankara 2001, s. 18-19.

24 Şerif Hüseyin 1856 yılında Mekke’de doğdu. 1891-1903 yıllarında ikamete memur edildiği

İstanbul’da kaldı. Ekim 1908’de vezir ve paşa oldu ve daha sonra da Mekke Emirliği’ne atandı. İngilizlerle işbirliği yaparak 1 Temmuz 1916’da Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Ekim 1916’da kendisini “Arap Ülkeleri Kralı” ilan ederek Kasım 1918’e kadar Hicaz Emirliği makamını işgal etti. Kasım 1918’de “Arabistan Meliki” oldu. Savaş bitince oğlu Faysal Irak, diğer oğlu Abdullah Ürdün, kendisi de Hicaz kralı oldu. Türkiye’de Hilafetin ilgası üzerine, Mart 1924’te kendisini halife ilan etti. Fakat Ağustos ayında Necid Sultanı Abdülaziz savaş ilan edip Mekke’ye girince oğlu Ali lehine tahttan feragat ederek, İngilizlerin yardımıyla Kıbrıs’a kaçtı. 1925 Yılı sonunda bütün Hicaz Suud b. Abdülaziz’in eline geçti. 4.5 yıllık Kıbrıs sürgününden sonra 6 ay kadar Amman’da yaşadı ve Haziran 1931’de Amman’da öldü. 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasıyla Hüseyin’in peşinden koştuğu büyük Arap saltanatı kendisine yâr olmadı. Bkz.: M. Tekin, Arap İsyanı..., s. 8; M. Derviş Kılınçkaya, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, 2. Baskı, Ankara 2008, s. 86.

hususunda Fransızlarla anlaşmaktaydılar.25 Böylece bölgenin yönetimini ele geçiren güçler, halk içinde kendilerine karşı çıkabilecek isyanları engellemek amacıyla etnik ve dînî farklılıkları körükleyerek bir çeşit denge politikası izlediler.26 Bu politikanın temel felsefesi; ileri çıkan gruba karşı diğer bir grubu ileri sürmekti. İşte bu durum bölge halkları arasında bir daha sarılmayacak toplumsal yaraların açılmasına sebebiyet verdi.

XIX. yüzyıldan beri coğrafi konumu ve yer altı zenginlikleriyle sömürge devletlerinin dikkatini çeken Musul Bölgesi, İngiliz ve Fransızlar için mutlaka ele geçirilmesi gereken bir yerdi. Nitekim bu yolda faaliyetlerini yürüten İngiltere, I. Dünya

Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin mağlup olmasını fırsat bilerek bölgeyi ele geçirdi.27

I. Dünya Savaşı’nın sonunda Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin elinden çıktı ve bu coğrafyada İngiltere ve Fransa’nın himayesinde birçok Müslüman Arap devleti kurularak bölge çok parçalı bir yapıya dönüştürüldü.28 1919-1939 yılları arasında bölgeden Osmanlı-Türk kimliği kaldırılmaya çalışıldı. “Türkler zalim, Avrupalılar

kurtarıcı” imgesi bölge halkının belleğine yerleştirildi. Avrupalıların kurduğu mandater

yapıdaki kralların yerini, tek adam yönetimleri ve askeri diktatörler aldı. Halkın iktidara gelme şansı olan demokrasi ise ustaca bölgeden uzaklaştırıldı.29 Yani Ortadoğu’da kurulan yeni devletler, Avrupalıların çıkarına göre şekillendirildi.

Ortadoğu’nun önemli bölgelerinden Irak ise İngiliz hegemonyasına girdiği günden beri siyasî ve sosyal istikrara bir türlü kavuşamadı. Çünkü sınırlar öylesine çarpık, ayrıştırıcı ve çıkar amaçlı çizildi ki, aynı etnik gruba veya mezhebe mensup insanlar, hatta birbiriyle akraba olanlar dahi farklı devletlerin yönetiminde yaşamak zorunda kaldılar.30 Irak’ta yaşayan halkın çoğunluğunu oluşturan Türkler ve Kürtler, bu ülkenin üçte birini oluşturan Sünni-Arap yönetiminin idaresine tabi tutuldular.31 Bu ise bölgede günümüze kadar gelen çatışma, huzursuzluk, güvensizlik ortamının oluşmasına ve buna bağlı olarak da bölgeden dışarıya göçlerin yaşanmasına sebep oldu.

25 M. Çelik, a.g.t., s. 11.

26 Nilüfer Tunalı, 1990 Sonrası Sosyo-Ekonomik Gelişim Sürecinde Suriye, (MÜ. SBE, Basılmamış

Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2005, s. 43.

27 Remzi Kılıç, “Musul Vilayeti Tarihi ve 19. Yüzyılın İkinci Yarısında İdari Yapısı”, İkinci Ortadoğu

Semineri Dünden Bugüne Irak (Uluslararası Katılımlı), (27-29 Mayıs 2004-Elazığ), (Ed.: Mustafa

Öztürk-Enver Çakar), C. II, FÜ. Ortadoğu Araştırmaları, Elazığ 2006, s. 404.

28 Ayrıntılı bilgi için Bkz.: Arthur James Balfour, Draft Mandates for Mesopotamia and Palestine, His

Majesty’s Stationery Office, London 1921; M. Çelik, a.g.t., s. II.

29 Bekir Günay, Avrupa’dan Asya’ya: Sorunlu Türk Bölgeleri, İstanbul 2005, s. 70-72.

30 Werner Van Gent, Dehşetin Kokusu, Kosova ile Kürdistan’daki Hümaniter Savaşlar, (Çev.: Mesut

Keskin), İstanbul 2004, s. 15-16; Emin Salihi, Irak Siyaseti ve Etnik Kimlikler, İstanbul 2008, s. 15; Ramazan Gözen, Amerikan Kıskacında Dış Politika, Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası, Ankara 2000, s. 308.

Irak’tan dış ülkelere yapılan göçlerin en temel nedenlerinden biri ekonomik sıkıntılardır. Halkın yaşadığı ekonomik problemlerin başında ise İngiltere’nin bölgeye yönelik emperyalist politikaları gelmektedir. Öyle ki İngilizlerin 1927 yılında Baba- Gurgur’dan çıkarttıkları petrol miktarı 1935 yılında 4 milyon tona yükseldi. Bu dönemlerde Irak, dünyanın sekizinci petrol ülkesi oldu.32 Elbette petrol gelirleri yerli halka değil, İngilizlere akıyordu. Bölgede var olan ekonomik rant ve çıkar çatışmaları çeşitli siyasi ve hukuki buhranları da beraberinde getirdi ve günümüze kadar süren huzursuzluklara sebebiyet verdi. Bu ise huzur ve güven arayan bölge sakinlerinin yurtdışına göçüne zemin hazırladı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra 3 milyar sterlinden ziyade dış borcu olan İngiltere ağır bir ekonomik krize girdi. İngiltere ekonomik durumunu iyileştirmek için Irak’ı elinden çıkarmak istemiyordu. Irak’ı elinde tutmanın anahtarı ise, bir maşa gibi

kullanabileceğini düşündüğü Kürtlerdi.33 Dolayısıyla Dünya’daki petrolün yaklaşık üçte

ikisinin bu bölgede bulunması İngiltere’nin çok ince hesaplar yapmasını

gerektiriyordu.34 Diğer yandan, II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin

Ortadoğu’daki aktif rolünü ABD üstlendi.35 Başka bir ifadeyle; Irak’taki problemlerin ve bunlara bağlı olarak dışarıya yapılan göçlerin müsebbipleri arasında ABD öne çıktı.

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra kurulan 24 devletten biri olan Suriye ise 20 Temmuz 1920’de Fransız işgaline uğradı. Fransızlar, İngilizlerin Irak’ta uyguladıkları siyasetin bir benzerini Suriye’de uyguladılar. Türkiye aleyhtarı propagandalarla Suriye halkı Türklere düşman edildi. Suriye’de okutulan tarih kitaplarına Osmanlı Devleti’nin bütün İslam ülkelerini, dolayısıyla Suriye’yi

sömürdüğünü ve geri bıraktığını yazdılar.36 Bölgedeki hâkimiyetleri II. Dünya

Savaşı’nın sonuna kadar devam eden Fransızlar, Suriye ve Lübnan’da cemaat ve anasır ayrılıklarını kuvvetlendirerek, bütün halkı birbirine düşman ettiler.37

32 Nuri Talabani, Kerkük Bölgesinin Araplaştırılması, (Çev.: Zafer Avşar), İstanbul 2005, s. 32.

33 Memduha Demirel, Irak Yönetiminde Türkmenler, (GÜ. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),

Ankara 2000, s. 40.

34 Cihat Göktepe, British Foreign Policy Towards Turkey 1959-1965, London 2003, s. 6.

35 1979 yılında İran’da Ayetullah Humeyni’nin Şah Rıza’yı devirerek Şii İslam Cumhuriyeti’ni kurması

ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi bölge dengelerini altüst etti. Bu gelişmeler Körfez ülkelerini, Sovyetlerden gelebilecek tehlikelere ve İran’daki yeni rejime karşı tedbir almak maksadıyla Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurmaya itti. Bu ise yeni bir gelişmeye perde araladı; ABD Nixon Doktrini’ni terk ederek Carter Doktrini’ni ortaya koydu ve bölgedeki askeri varlığını artırmaya karar verdi. Nitekim bugün bölgede ABD’nin söz sahibi olmasında Carter Doktrini’nin payı büyüktür. M. Çelik, a.g.t., s. 18-23.

36 Mehmet Saray, Türkiye ve Yakın Komşuları, Ankara 2006, s. 81.

Fransızların bölgeden çekilmeleriyle birlikte Ruslar Suriye’yle ilgilenmeye başladı. Suriye için komünizm bir tehlike sayılmıyordu. Rusların ilk etapta iki amacı vardı: Birincisi parlamenter idareyi yıkmak; ikincisi ise ırkçılık ve mezhepçilik meselelerini körüklemekti. Özellikle azınlıkta olan Alevi, Dürzî, Hıristiyan ve Kürtlerin haklarını koruma bahanesiyle onları kışkırtarak, ekseriyetin haklarını çiğnemek ve nihai olarak sosyalizmi Suriye’de hâkim kılmayı amaçlıyordu. Rusya’nın asıl gayesi ise

Suriye’nin sosyalistleşmesinden ziyade, Akdeniz’de bir üs elde etmekti.38

Suriye’de, Baas Partisi 1963’te solcu subaylara darbe yaptırarak hükümeti ele geçirdi. 1966 Yılı sonlarına gelindiğinde, Baas Partisi’nin desteği ile Sovyetler, Suriye’de son derece tesirli olmaya başladılar. Bilhassa 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın İsrail lehine sonuçlanmasının ardından, Suriye’de Sovyet hâkimiyeti tamamen

kuvvetlendi.39 Böylece bölgeden Fransa tamamen çekilirken, yerine yeni bir sömürgeci

devlet olan Sovyetler Birliği geldi.

1971 Yılında İngiltere’nin Körfez’den tamamen çekilmesi üzerine İran, Irak ve Suudi Arabistan, bölgenin temel taşları haline geldi. Bu sırada SSCB, Suriye’ye ilaveten Körfez Bölgesine de nüfuz etmeye başladı. General Kasım iktidarıyla başlayan Irak- SSCB yakınlaşması, 1972 yılında iki devletin bazı antlaşmalar yapmasıyla neticelendi. Bu dönemde SSCB, Irak’a silah ve sanayi malzemesi sattı ve petrolün işlenmesi için gerekli teknolojiyi transfer etti. Ayrıca Baas rejiminin ülkedeki konumunun

güçlenmesine de katkıda bulundu.40

Sömürgeci devletler, Ortadoğu’nun zenginliklerinin bölge halkına

bırakılmayacak kadar değerli olduğuna inandıkları için, yerli halkın maddî ve manevî değerlerini hiçe saymakta herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu ise Ortadoğu’da göçlerin yoğun yaşanma nedenlerinden ikisini çok iyi açıklamaktadır: yoksulluk veya güvensizlik.