• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 5:TÜRK YÖNETĐM TARZININ GÖRÜNÜMÜNE ĐLĐŞKĐN BĐR ARAŞTIRMA

5.1. Türkiye’ye Đlişkin Makro Kurumsal ve Kültürel Analiz

5.1.1. Makro Kurumsal Analizi

5.1.1.1. Devlet Uygulama ve Politikaları

Türkiye’de ithalat ve terakki dönemi ile birlikte başlayan azınlıkların yerine geçecek ulusal bir girişimci topluluğu yaratılma çabası Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, hatta 1940 varlık vergisi uygulaması ile bu durum hukuk ve ahlak kurallarının çiğnenmesine kadar gitmiştir (Buğra, 1997:81).

Türkiye’de devlet ve işletmeler arasındaki ilişki istikrarlı bir çizgi izlememekle birlikte devlet işletmeler ile her zaman sıkı ilişkiler içinde bulunmuştur. Türkiye’de devlet ile işletmeler arasındaki ilişki incelendiğinde ilk göze batan olay devlet uygulamalarındaki istikrarsızlığın işletmelerin yönetimi üzerinde son derece etkili olduğudur. Buğra (1997), belirttiği gibi Türkiye’de yasal mekanizmanın, bürokrasinin genellikle iktidardaki politik gücün belirlemiş olduğu toplumsal ve iktisadi hedeflere boyun eğdiği görülmektedir. Bu nedenle çoğu zaman tutarlı bir perspektif yansıtmadıkları içinde bürokratik kuralların ve yasal düzenlemelerin sık sık üstün körü yapılan politika değişiklikleri tarafından alt üst edilmeleri söz konusudur. Bunun sonucu olarak da iktisadi ortamın belirsizliği artmaktadır. Başka bir ifadeyle hem devlet hem de işletmeler için oyunun kurallarını net bir şekilde belirleyen bir sürecin bulunmayışı ve bürokrasinin istikrarlı bir iktisat politikası ortamı sağlamakta ancak sınırlı bir rol oynayabilmesi durumu ortaya çıkmaktadır (Buğra, 1997:142). Bu temel belirsizlik Türkiye’de bir sanayi bilincinin gelişmesini engellemiştir. Bu temel belirsizliğe bağlı olarak, Türk işletmelerinin büyük ölçüde mali kuruluşlar gibi işledikleri, faaliyetlerinde kısa dönemli kar maksimizasyonlarına yönelik ticari faaliyetlerin hemen hemen her zaman üretimde verimliliği arttırmak ve uluslar arası pazarda rekabet gücü kazanmak gibi amaçların önüne geçtiğini görmekteyiz (Buğra, 1997:56). Aynı zaman bu istikrarsız ortam Türk işletmelerinin riski yaymak için ilişkisiz büyüme eğilimleri sergilemeye itmiştir. Türk işletmelerinin ilişkisiz büyüme eğilimleri sergilemelerinin diğer bir nedeni

de devletin zaman zaman kendi ile sıkı ilişkiler içinde bulunan girişimcileri karlı ya da önemli gördükleri sektörlere yatırım konusunda teşvik etmeleridir.

Devlet ile işletmeler arasındaki ilişkiler daha öncede ifade edildiği gibi zaman zaman iş birlikçi zaman zaman da çatışmacı bir görünüm sergilemektedir. Türk iş adamlarının biyografileri incelendiğinde de bu durum bariz bir şekilde görülmektedir (Koç, 1984; Sabancı, 1985). Politik iktidarlar zaman zaman kendi ile çatışma içinde bulunan iş adamlarının olumsuz etkileyecek eylemler sergilemekten kaçınmamışlardır. Demokrat parti dönemin Halk partili olan Koç’un yaşadıkları bunun en bariz örneğini göstermektedir.

Türkiye’de devlet ve işletmeler arasındaki ilişkiler 1980’lerle birlikte yeni bir kimlik kazanmaya başlamıştır. 1980’lerde de bu istikrarsızlık devam etmiştir. Bu dönemdeki ani politika değişiklikleri iki alanda yoğunlaşmaktadır. Vergi sistemi ve dış ticaret rejimi. Bu iki alanda yapılan sık değişiklikler ve kanun metinlerinin belirsizliği gelecekteki vergi yükünün tahmin edilmesini ve ödenecek vergi miktarının hesaplanmasını çok güçlendirmiştir. Doğal olarak bu belirsizlikler işletmeleri vergi kaçırmaya teşvik etmiş bu durum hükümetin vergi sisteminde başka düzenlemelere gitmesine yol açmıştır (Buğra, 1987: 213). Buna ilave olarak 1980 ‘lerin kurumsal düzenlemeleri devlet ile işletmeler arasındaki ilişkinin ayrımcı bir nitelik kazanmasında çok önemli rol oynamıştır. Mesela meclisin denetimi dışındaki bütçe dışı fonlar o dönemin politik iktidarının kendine yakın hissettiği kişilere düşük faizle kredi verilmesinde kullanılmıştır (Buğra, 1987:219). 1980’li yılların diğer önemli bir özelliği de Türk işletmelerinin yabancı sermayeli şirketler ile ortaklıklar kurmasıdır. Devlet bu konuda işletmeleri cesaretlendirmiştir. Kurulan ortaklıkların Türk işletmeleri ile devlet arasındaki bağımlılık ilişkisini değiştirebilecek yeni bir aktör olarak ortaya çıkacağı düşünülebilir (Buğra, 1987:283).

Türk devleti Türk iş adamları yabancı yatırımlar üçlüsünde, devlet, bir kez daha ilişkinin temel dinamiklerini oluşturan kesim olarak ortaya çıkmaktadır. Dış ticaret ve yabancı sermayeye karşı uygulanan korumacı politikalar ve bunların son derece karmaşık kural ve yönetmelikleri Türk iş adamlarına bu tür karmaşık ortamda tek başlarına kesinlikle hareket edemeyecek olan yabancı ortaklarının karşısında güçlü bir konuma sokmuştur. Başka bir ifadeyle dış ticaret ve yabancı sermaye politikaları,

doğaları gereği, iş başarısının hükümet çevreleriyle iyi ilişkilere dayanarak karlı bir alan oluşturmuşlardır. Öte taraftan bu özel ilişkide Türk iş adamlarının devlet yetkilerinin kararları karşısında son derece güçsüz oldukları ve iş adamlarının acizliğinin en fazla bu alanda oluştuğunu belirtmek mümkün. Dolayısıyla yabancı sermayenin oynadığı rol, iş aleminin devletten uzaklaştırılarak bağımsız bir kimlik kazanmasına yardım edeceğine devlete bağlı bir konuma gelmesine yardımcı olmuştur (Buğra, 1997:103-104).

Devlet Türkiye’de son yıllarda daha hızlandığı gözlenmekle birlikte yabacı sermayenin ülkeye yatırım yapması konusunda son derece istekli davranmaktadır. Türk işletmeleri ile ortaklılıklar şeklinde gerçekleştirilen bu yatırımlar yönetim tarzının sahiplik parametresini etkilemekte Türk işletmeleri bu yatırımlar karşı uygulamış oldukları uygulamalar ile aile sahipliklerini pekiştirmektedirler.

Var olan istikrarsız uygulamalara ve politik zorlamalara rağmen Türkiye’de devlet çoğu zaman işletmeleri desteklemiştir. Devletin sermaye birikimindeki rolü doğrudan ve açıktır. Devlet Türkiye’de önce sanayinin yolunu açmaya çalışmıştır. Özel sektör buna rağbet göstermeyince onlara ticaret sektörünü bırakmış ve kendisi sanayici olmuştur. Türk işletmeleri sanayie girecek kadar palazlanınca ucuz girdi, alt yapı ve ucuz kredi ucuz döviz sağlamıştır. Başta dünya bankası olmak üzere batının finans kurumlarından akan krediler ile hızlı bir alt yapı yatırımı, özel sanayinin gelişimi içinde geçerli ortam yaratmaya çalışmıştır. Yükseltilen gümrük duvarları ucuz kredi ucuz döviz gibi nimetlerin yanı sıra var olan veya yeni kurulan KĐT’ler özel kesime maliyetlerinin fiyatlarla girdi sağlamış ve doğan zarar sübvansiyon adıyla hazineden karşılanmıştır. Sermayeyi palazlandırmanın yeni bir yöntemi de yeni filizlenen Türk burjuvazisine KĐT’leri ortak yapmak olmuştur. 1950’lilerde çimento ve şeker fabrikasının kuruluşunda başlayan KĐT özel sektör ortaklığı bir çok alana yayılmıştır (Sönmez,1992:114-115). Bunun dışında büyük sermaye gruplarının ortaya çıkması en önemli kaldıraçların başında devlet harcamaları gelmektedir (Sönmez, 1992: 125). Devletin özel sermaye birikimine katkısının bir yolu da riski az karı büyük olan sektörlere girmeyip ya da girdiklerinden çekilerek bu alanı özel kesime terk etmesi ile gerçekleşmiştir (Sönmez, 1992: 125). Türkiye’de devletin büyük sermaye gruplarının gelişimine dolaylı olarak yaptığı diğer bir katkıda ihracata teşvik vermesidir (Sönmez, 1992:123). Devletin büyük sermaye gruplarına sağlamış olduğu olanaklar KĐT

kaynaklarını çeşitli yollar ile aktarma, dev iştahlı müşteri olarak talep yaratma ve ihracata süper teşvikler verme ile kalmamıştır. Devlet aynı zamanda zor durumda kalmış olan işletmeleri, bankaları kamu sektörüne katarak holdingleri çeşitli kamburlardan kurtararak risk paylaşımcı bir tavır sergilemiştir. Bu uygulama özellikle istikrar politikalarının uygulandığı 1980’li yıllarda yaygınlık kazanmış hükümetin uyguladığı ekonomik politikalara ayak uyduramayan bir çok holding işletmesine çeşitli yollar ile kolaylıklar sağlanarak ya da doğrudan doğruya işletme veya bankaları devralarak sermaye gruplarının düze çıkmasına yardımcı olmuştur83 (Sönmez, 1992:137-138).

Devlet işletmeler arasındaki ilişkinin niteliği ne koordineli Pazar ekonomilerinde ne de serbest Pazar ekonomilerindeki devletin üstlendiği role uymamaktadır. Açıkçası devlet ile işletmeler arasındaki ilişki endüstrileşme sürecini Türkiye gibi geç başlamış ülkeler olan Kore ve Japonya’daki ilişkiye de benzememektedir. Burada tamamen ayrışmacı görüşü destekleyen ve benzersiz bir yapı ile karşılaşıldığı söylenebilir. Gerek bu durumun gerekse Türkiye’deki kapitalistleşme serüveninde devletin üstlendiği rolün ve bu rolün ulusal rekabet gücüne ilişkin katkılarının ne olduğunun kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekir. Ancak böylesi bir inceleme bu araştırmanın sınırlarını aşmaktadır. 5.1.1.2. Türkiye’de Hakim Olan Finansal Sistemler

Türkiye’de hakim olan finansal sistem kredi temelli finansal sistemlerdir. Bu temelin başlangıç noktası TSKB (Türkiye Sanayi Kalkınma Bankası) nın kuruluşu ile başlamaktadır. 1920’li sanayii kredi bankasının başarılı olamayan denemelerinden sonra Türkiye’de özel sanayie kaynaklar sağlayacak kurumlar gelişmemiştir. Sümerbank sadece kamu kesiminin yatırımlarına ve ortaklarına kaynak aktarıyordu. Đş bankası ise pek çok alanda iştiraklere girmesine rağmen daha çok bir ticaret bankası olarak kalmıştır. O günlerin ortamında özel girişimcilerin yurt dışından kredi bulmaları söz konusu değildi. Az gelişmiş ülkelerde işleyen bir sermaye piyasasının erken bir tarihte kurulmasının gerçekçi olmadığını göz önüne alan Dünya Bankası, sanayi finansmanı için kalkınma bankası modeli oluşturmuştu. Bunun ilk uygulaması da Türk hükümetinin de desteği ile kurulan Türkiye Sınai Kalkınma Bankası olmuştur (Yenal,2003:109). Bu

83 Türkiye’deki kapitalistleşme süreci hakkında çok daha ayrıntılı ve sistematik bilgi için bakınız (Kazganb, 2002).

bankanın kuruluş amacı uluslar arası sermaye ile entegre bir yerli sermayenin sanayi alanına yönelimini teşvik etmektir (Sönmez,1992:37). Bu banka bir çok Türk Holdinge kredi vererek onların büyümesini sağlamıştır. Sabancı (1985), Koç (1983), ve Eczacıbaşı (1999), hayat hikayelerini anlattıkları eserlerinde bu bankadan aldıkları teşviklere sıklıkla vurgu yapmışlardır. Bu hayat hikayelerinden de anlaşılacağı üzere TSKB tarafından verilen krediler Türk Holdinglerinin bu güne gelmesinde çok önemli yer tutmaktadır.

Bu bankaya ek olarak Türkiye’de holdinglerin birçoğunun kendi bankasının var olduğu görülmektedir. Türkiye’nin özel bankalarında tam bir holding egemenliği görülmektedir. Sanayi devlerinden Sabancı grubu Türkiye’nin en büyük bankalarından olan Akbank’a sahiptir. Türkiye’de sanayi iktidarını paylaşan gruplardan biri olan iş bankası Türkiye’nin en büyük özel bankası olma unvanını yıllardır korumaktadır. Koç holding uzun yıllar Sabancı grubu ile birlikte Garanti Bankasını kontrolünde tutmuştur. Sonuçta anlaşamayan iki ortak bankayı doğuş grubuna satmıştır. Koç 1986’da ABD kökenli Amerikan Express ile ortak olarak kurduğu Koç-Amerikan bank AŞ ile bankacılıktaki eksikliğini gidermiş olmuştur. Bunların dışında Türkiye’deki holdinglerin büyük bir çoğunluğunun kendi bünyesinde bir bankası olduğu görülmektedir. 2002 yılında bu bankaların büyük bir çoğunluğu fona devredilmiştir. Büyük sermaye grupları sermaye piyasası aracı kuruluşlarının da en büyük olanlarına sahiptirler. Yatırım finansmanında iş bankası ağırlıklı pay sahibidir. Yine iş bankasının kontrol ettiği Cam iş menkul değerler önemli diğer bir aracı kuruluşdur. Yine Çukurova grubunun Genborsa ile Oyak menkul kıymetler ile Eczacıbaşı menkul kıymetler bu aracı kuruluşların en bilinenleri olarak karşımıza çıkmaktadır (Sönmez, 1992:29-30-31). Bu çerçeve bize banka ve finans alanında Türk Holdinglerinin faaliyetlerinin bu işletmelerin toplumsal niteliklerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynadıklarını göstermektedir. Türkiye’deki sermaye piyasasının az gelişmişliği ve büyük işletmelerin aile sahipliği niteliği dolayısıyla kredi kaynaklarına ulaşabilmek her zaman için önemli bir kaygı oluşturmuştur. Devletin TSKB ile başlayan süreçle birlikte bu işletmeler için en önemli kredi kaynağı olduğu görülmektedir. Devletin önemli bir kredi kaynağı olmasına rağmen yukarıda da ifade edildiği gibi Türk holdingleri bir ayaklarının da bankacılık sektöründe olmasında fayda görmüşlerdir. Ancak Türkiye’deki holding-

banka ilişkisinde iki noktanın abartılmaması gerekmektedir. Birincisi Japon Keiretsuların tersine Türk holdingleri köklü ve kuvvetli bir banka etrafında örgütlenmiş işletmeler olarak görülmemektedir (Buğra,1997:269). Đkinci olarak grubun bir bankasının olması en azından yakın zamana kadar Türk holding işletmelerinin devlete olan finansal bağımlılıklarını azaltmamıştır. Hatta arttırmış bile olabilir. Zira bir banka sahibi olmak devlet kredisi kullanmayı azaltmamakta aksine kredi kullanımını bu kredilerin dağıtımında diğer ticari bankaların devreye girme zorunluluğunu ortadan kaldırarak kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla holdinglerin bünyesinde bulunan bankalar Japonya’daki gibi kendi durumlarını zayıflatmadan işletmenin dış kaynak bulma sorununu hafifletici bir görev üstlenmişlerdir84 (Buğra, 1997:281-282).