• Sonuç bulunamadı

DEVLETÇİLİĞİN İLKESEL OLARAK KABULÜ: PLANLAMAYA İDEOLOJİK HAZIRLIK

1930 yılı, bir yandan 1920’li yıllardan devralınan yurtiçi kaynaklı spekülasyonların bir yandan da dünya çapındaki Büyük Buhran’ın yıkıcılığının birleşik etkisi altında girilen bir Kriz yılıdır.

Spekülasyonlar, Lozan Ticaret Anlaşması ile kabul edilen dış ticaret ve gümrük politikalarında hükümetin düzenleme yapmasına engel olan hükümlerin, 1929 yılında yürürlükten kalkması ile hükümetin gümrüklerde ve dış ticarette korumacı bir takım

92

önlemler alacağına dairdir. Bu spekülasyonlar, yurtiçinde ithal stoklarının artırılmasına ve döviz stoku yapılmasına neden olmuştur. İsmet İnönü’nün 12 Aralık 1929’da verdiği beyana göre, “[y]eni gümrük tarifesinin tatbiki vesilesile bazı tüccarın isabetsiz telâşı… yüzünden az zamanda memlekete yığılmış olan malların tesiri son haftalarda menfi [olumsuz] olarak pek ziyade göze çarpmıştır” (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.31). Ayrıca, söz konusu “emniyetsizlik ve buhran duygusu” nedeni ile Türk parasından kaçarak elindeki paralarla döviz almakta olanların da ekonomiye etkisi büyüktür (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.31). Bu süreçte, dövizin fiyatı artmaya ve Türk Lirası değer kaybetmeye devam etmiştir. TL’nin değer kaybı 1927’de %1.6 ve 1928’de %0.5 iken 1929’da %5.5 oranına kadar tırmanmıştır (Tezel Kasım 1993).

TL’nin değer kaybı ile ithalat pahalanmış, dış ticaretteki denge ithalat lehine bozulmaya başlamıştır. 1930’lu yıllara doğru tarımda yaşanan kuraklık ve verimsizlik nedeniyle üretim düşüşünden kaynaklı bütçe açıkları ve dış ticaret dengesinin yükü bir derece daha artmıştır (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.31).

Hükümetin hedefi “milli paranın altına nazaran sabit bir kıymet alması”dır (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.32). Ne var ki, spekülasyondan kaynaklanan krizin üstesinden gelinmeye çalışılırken, 1929 Krizi patlak vermiştir. 1929 yılı Ekim ayında, ABD Borsaları’nda çöküş ile başlayarak tüm Avrupa’ya yayılan kriz dünya ekonomisinde tarihi bir çöküşe neden olmuştur. Türkiye de bu çöküşün doğrudan etkisi altına girmiştir. Kriz, iki açıdan Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere taşınmıştır:

 Uluslararası ticaret hacminin daralması: Klasik sömürgecilik ya da birinci küreselleşme sürecinin egemeni İngiltere, 1931 yılında sistemin taşıyıcılığı ve kreditörlüğü konumundan istifa etmiştir. Bu istifa ile, uluslararası alanda mal ve sermaye hareketinin en çok gereksinim duyduğu güven ortamı yok olmuştur. Güven ortamının yok olması, altına endekslenen sterlinin yani altın-para standardının bozulması ve bu standart üzerinden yükselen uluslararası ticaretin daralması demektir (Kuruç, 2008).

 Dış borç olanaklarının kısıtlanması (özellikle uzun vadeli): Savaş sonrası yeniden yapılandırma için ABD’den ve İngiltere’den kredi beklentisi içerisindeki Avrupa devletleri, dış yardımdan mahrum kalmıştır. Sömürgeci devletlerin kredi açığı, sömürge devletlerinin de aynı sorunla yüzyüze kalmasına neden olmuş, tüm azgelişmiş ülkelere yayılmıştır.

93

Kriz sonrasında, gelişmiş ülkeler gümrük vergisi oranlarını yükseltmiş ve ithalata kontenjan getirmişlerdir. Kriz sonrasında daralan uluslararası ticaret hacmi, Türkiye gibi hammadde ve tüketim eşyası üreten ve ihraç eden bir ülkede (Kesebir, 2009:233), en büyük tahribatı tarım sektöründe göstermiştir.

Özellikle buğday ve tarım sektörü, Türkiye'nin bu dönemdeki sosyo-ekonomik yapısını belirlemektedir. Türkiye’de 1927 yılı genel nüfus sayımına göre, ülkenin toplam nüfusu 13 milyon 646 bin 270’dir. İşgücüne katılma oranı %36’dır (4 milyon 912 bin 657). Bu çalışan kesimin %81.63’ünün tarımda, %5.59’unun (274 bin 617) sanayi sektöründe çalıştığı görülmektedir (Makal, Aralık 1999:213).54 Aynı yıl, tarımın gayrisafi milli hasılaya (GSMH) katkısı %41, sanayi sektörünün katkısı ise

%13 civarındadır (Makal, Aralık 1999:245). Görüldüğü gibi, 1930 yılı öncesi dönemde, istihdamda ve GSMH’ye katkı açısından tarım sektörü belirleyicidir.

Ayrıca, Türkiye’de ihraç mallarının %90’ını zirai ürünler oluşturmaktadır (Müller, 2009:596). Kriz sonrasında buğday fiyatlarında yaşanan önemli düşüşler (Makal, Aralık 1999:224) bütçeyi ve dış ticaret dengesini tahrip edici hale gelmiştir.

Paranın değerindeki düşüşün devam etmesi, ithalatın pahalanması temel tüketim malları talebinin karşılanamaması ile sonuçlanmıştır. İhracatın (değer olarak) azalması ve ithalat talebinin artması, dış ticaret açıklarındaki artış olarak yansımaktadır. Tablo 1’de görüldüğü gibi, dış ticaret açıkları 1931’de 1929’a göre,

%15 dolayında artmıştır:

TABLO 2 DIŞ TİCARET AÇIKLARI (MİLYON LİRA)55

1924 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931

35.7 49.1 48.2 52.9 49.9 100.7 2.5+ 15.8

Krizin bütçe ve dış ticarette yarattığı sorunlar, gündelik yaşamda hayat pahalılığı ile hissedilmektedir. İstanbul’da bir kişinin mütevazi gereksinimlerini için bir aylık

54 Aynı döneme ait farklı istatistiklerde işgücü oranında ve istihdamın sektörel dağılımında farklılıklar yer almaktadır. Bkz. Makal, Aralık, 1999: 226, 246.

55 Şu kaynaktan alınmıştır: İsmail Hüsrev Tökin, “Ham madde memleketlerindeki para buhranının karakteri”, Kadro, 9 Ocak 1932; C.1, S.1, 9.

94

masrafı, Temmuz 1914 rakamları 100 olarak alındığı takdirde, 1923’de 1211 ise 1928 Nisan’da 1580’e ve 1929 Nisan’da 1745 TL’ye çıkmıştır (Müller, 2009:611).

Bu kötüye gidişe karşı, 25 Şubat 1930’da 1567 sayılı Türk Parasını Koruma Kanunu kabul edilmiştir. Ancak dış ticaret açıkları, yalnızca para politikaları ile ele alınacak bir sorun olarak değil; ithalata bağımlı ve hammadde ihracatçısı ülke olmanın sonucu olarak görülmektedir. Yalnızca “dışarıya para çıkarmak” suretiyle tedbir almak tercih edilmeyecektir. Aksine, “bir liranın harice çıkarılması için İcra Vekilleri Heyetinden müsaade almak” gerekecektir (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.32).

Krizin etkilerinin uzun sürmesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapısal bir takım değişikliklere gidilmesini gerektirmiştir. Öncelikle, kredi hacminin daralması ve döviz sıkıntısı nedeniyle yurtiçinde tasarruf oranlarının artırılması hedeflenmiştir. Buna göre, ilk alınan tedbir, tasarruf ve yerli malı propagandasının başlatılmasıdır (Cumhuriyet, 1 Ocak 1930’dan akt. Keskin, 2007:110). Hükümet

“hususî ve resmî hayatta tasarruf takip edece[ktir]” (İsmet İnönü, 17 Haziran 1930, TBMM ZC D.3 C.20 B.80 İ.88 s.272-273). Diğer taraftan, krizi aşmak için, “harice mal ve sây satmak yani istihsal etmek” gereklidir (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.32).

İhracatın artırılması için örneğin “hububat, halı vb. muamele vergilerindeki kolaylıklar” hayata geçirilmiştir (İsmet İnönü, TBMM 17.6.1930, ZC D.3 C.20 B.80 İ.88 s.272). Ayrıca, tarımda pulluk dağıtımı, tohum ıslahı ve vergi muafiyeti ya da Ziraat Bankası aracılığı ile ikraz ve istikrazdaki kolaylıklar ile üretim artırılmaya çalışılmıştır (İsmet İnönü, TBMM 17.6.1930, ZC D.3 C.20 B.80 İ.88 s.272-273).

Özellikle savaş sırasında “ihtiyaçlarını bizzat imâl ve temin edememek vaziyetinin ne kadar telâfisiz akıbetler” (BBYSP, Afetinan, 1972) doğurduğu görülmüştür. Kriz sonrasında da ithalata bağımlı ekonomik yapının sonuçları görülmüş, ithalatın azaltılması ve tüketim mallarının yurtiçinde üretilmesi, ithal ikameci bir gelişme stratejisinin gerekliliği kabul görmüştür. Bu doğrultuda, özellikle azgelişmiş, ithalata bağımlı ülkelerde zaten az olan yurt içi tasarrufların sanayileşmeye yönlendirilmesi gerekmektedir (Özelmas, 1963:29). Nitekim, Krizin uzun süren etkileri nedeniyle “istihsal vaziyetimizde daimi tahavvüller vücuda gelmektedir ki, bunların en mühimi dahili sanayiin doğmasıdır” (Önay, 2009:E50).

Bu doğrultuda, “milli iktisat muvazenesinin (denge) samimî arzularından ihtikârları (vurgunculuk) ve dahilde fiat muvazenesinin lehlerine ihlâli için ümit çıkarmak

95

isteyecekleri umduklarından mahrum etmeye çalışmak mühim bir meşgale ol[maktadır]” (TBMM ZC D.3 C.40 İ.13 s.33).

Bu meşgalenin tam yeri ve zamanıdır, çünkü 1929 Krizi, yeni bağımsızlığını kazanmış azgelişmiş ülkelerin bağımsız kalkınması için bir fırsat tanımıştır (Boratav, 2008). Gerçekten, 1929 Krizi, İngiltere’nin dünya liderliğinden çekilmesi ile sömürgeci devletlerin azgelişmiş / sömürge devletler üzerindeki ekonomik ve siyasal baskısını zayıflatmıştır. Türkiye’de de bu dönemde, hem ekonomi politikaları ile ilgili teorik üretim içerisinde olunduğu hem de pratikte ekonomi politikasının şekillendiği görülmektedir.

Yeni dönemde, korumacılık ve teşvik politikalarının bir adım ötesine geçilerek, yapısal ve devresel bir dürtü (Küçük, 1981, 91) olarak devletçiliğin ortaya çıkması hızlanacaktır. Dönem içerisinde hazırlanan raporlarda, devletçilik ve planlama birlikte gündeme gelmiştir.

Kriz sonrasında alınacak tedbirleri kaleme alan İktisat Vekili Şakir Kesebir’in adı ile anılan İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor, Mart 1930’da Başbakanlığa sunulmuştur.

Rapor’da, dış ticaret dengesi konu edinilmekte ve dengenin temini için ithal ikameci bir strateji önerilmekte, ithal ikameci strateji doğrultusunda tüm sektör ve mallar özelinde durum ve yapılması gerekenler ayrıntılı olarak analiz edilmektedir.

Rapor’da “yüksek sermaye, teşkilât ve teknik kuvvetine malik olan ecnebi sanayinin himayeden müstağni kalamadığı bir sırada, milli sanayimiz kendi haline terkedilemez” (İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor, Tekeli ve İlkin (içinde), 1983:511) vurgusuyla, ithalatı azaltmak işinde tüketicilere, üreticilere, tacirlere de hem de devlete görevler verilmektedir. Devlete düşen “tanzim, teşvik, himaye ve murakabe tedbirleri almaktır” (İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor, Tekeli ve İlkin (içinde), 1983:507). Diğer taraftan, yurtiçinde üretimi artırmak ise Devlete daha büyük bir sorumluluk yüklemektedir (Kesebir, 2009:513):

“Millî sermaye henüz sanayi ihtiyacını tatmin edecek derecede değildir. Bilhassa tahlikesi nispeten fazla olan ve makul bir temettü temin etmesi zamana mütevakkıf bulunan yeni sanayi aksamı, sermaye tedarikinde çok müşkülâta maruzdur.

Bunlardan dokuma, demir, kömür, şeker, ispirto, kimyevî gübre sanayii gibi millî ehemmmiyeti haiz olanlara tesis için bidayeten Devletçe iştirak ve yardım edilmek, diğer sanayide de ecnebi sermayenin iştirâkini ve rağbetini teşvik edecek kolaylıklar gösterilmek lâzımdır.”

96

Bu ekonomik gelişme yıllara yayılan bir emeğin sonucu olacağından

“memleketimiz için muayyen bir iktisadî siyaset tesisi ile bu siyasetin tatbikatını tayin edecek etraflı bir program ihzarı esas olmak gerekir” (vurgular bana ait, İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor, Tekeli ve İlkin (içinde), 1983:565).

Hemen ardından hazırlanan, İktisadi Program (1930) ise, plan stratejisine benzeyen bir metindir (Tayanç, 1980). Program, Şakir Kesebir tarafından hazırlanan Raporun sadeleştirilerek strateji haline getirilmiştir. Strateji, “halkın maişetini (yaşama) kolaylaştırma, refahını temin etmeğe çalışmak, devletin başlıca vazifelerinden olmuştur. Bunun için zamanımızda, millet iktisadiyatını tanzim esasına istinat ve bu gayeye teveccüh etmek, hükümetlerin birinci derecede ehemmiyet verdikleri meselelerdendir” diyerek devletin görevlerini geniş bir şekilde tanımlamaktadır. Ayrıca, demiryollarında olduğu gibi “milli iktisat vasıtaları”nda (liman, seyrüsefer, posta, telgraf ve telefon, turizm, vb.) “hususî kâr mûlahazası[nın]… talî bir ehemmiyeti haiz olma[sı gerektiğini]… [b]u şerait ancak… [bu vasıtaların] bir devletin umumî hizmetlerinden sayılması esası ile temin olunabil[eceğini]” belirtir (Kesebir, 2009:563). Ne var ki, devlet işletmesi bütçeye bağlıdır. Bütçe de tasarruf ile dengelenmelidir, çünkü “istikraz ile başka memleketlerden alınan paralar, o memleketin kendilerini doyurmaktan sonra harica taşan vatandaş tasarruflarıdır.” Bu nedenle, milli tasarruf, “millî iktisadın her şubede tesis, tevsi, inkişafına lâzım olan sermayenin en kudretli, en beceriklisi[dir]” (İktisadi Program, Tekeli ve İlkin (içinde), 1983:572).

Dönem içerisinde, sanayileşme hedefi benimsenmiş, devletin kalkınmada merkezi rolü ve planlamanın gerekliliği kabul edilmiş gözükmektedir. Nisan 1930’da, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti tarafından düzenlenen Sanayi Kongresi’nde hazırlanan Umumi Encümen Raporu’nda, “Türkiye’de hangi sanayilerin daha gelişmeye uygun olduğu, Türkiye’nin öncelikle hangilerine gereksinmesi bulunduğu ve hangi sanayilerin nerede, ne ölçekte kurulması gerektiği sorularının yanıtlanması ve elde edilecek sonuçlara dayanılarak en az on yıllık bir sanayi programının belirlenmesi isteği de yer almaktadır” (Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, 1930’dan akt. Tayanç, 1980).

Rapor ve programda hedefler açıktır, ancak tüm kamuoyunun söz konusu hedefleri paylaşmadığı da görülmektedir. Örneğin, 1930 yılında Merkez Bankası

97

kurulması çalışmalarında danışmanlık yapmak için Türkiye’ye davet edilen yabancı uzman ve heyetlerin değerlendirmelerinde sanayileşme ve devletin rolü sorgulanmakta, öte yandan plan vurgusu öne çıkmaktadır. Bunların başında, Schacht-Müller ile Charles Rist’in Raporları gelmektedir. Raporların Meclis’deki görüşmelerinden raporların halkla paylaşılıp paylaşılmadığının tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır (TBMM 25.9.1930, ZC D.3 C.4 İ.82).

Müller-Schacht tarafından hazırlanan Türkiye’de Nakit İstikrarı ve Bir Merkez İhraç Bankasının Tesisi Hakkında Müteleaname adlı Rapor’da (15 Ekim 1929), Türkiye’de Merkez Bankası kurulması için şartların hazır olmadığı sonucuna varılmaktadır. Türkiye’nin koşullarını hazırlaması için bazı tedbirler alması gereklidir. Öncelikle, yatırım ve üretimin devam edebilmesi için dış borçlanma şarttır. Diğer taraftan, “Devletin faaliyeti yahut teşkilâtlanmış faaliyetler ancak istihsali teşvik eden şartları ihdas etmekten ve ekseriya malî saha haricinde tedbirler almaktan ibarettir” (Brüksel’de 1920 yılında toplanan Uluslararası Konferans’tan akt.

Müller, 2009:619). Ayrıca, Türkiye “kendi şartlarının mülhem olmadığı sahada üretim yapmamalıdır. Daha uygun, daha kârlı, daha ucuz alanda” üretim yapmalıdır.

Diğer bir deyişle zirai üretimden vazgeçmemelidir ve zirai ürünlerin ihracatının artırılması için ihracat ve ithalat engellerini kaldırmalıdır (Müller, 2009). Alınan önlemlerin “iktisadi ve mali bir plan” çerçevesinde yapılması zorunludur. Bu nedenle, “[i]lk vazife, beşer senelik malî ve iktisadî birer plân tanzim ve tatbikatından ibarettir.” Mali plan, Merkez Bankasının kurulması için gerekli olan dövizin sağlanmasını; bu mali plana bağlı olarak hazırlanması gereken iktisat planı ise beş yıl içerisinde dış ticaret açığının giderilmesini amaçlayacaktır (Rapor, 1930’dan akt. Tayanç, 1980).

Charles Rist’in 31 Mayıs – 1 Temmuz 1930 arasında yaptığı araştırmalara dayanan Malî Durum ve Ödemeler Dengesi Üzerine Türkiye Cumhuriyetine Rapor başlıklı değerlendirmesi de 15 Eylül 1930 tarihinde yayınlanmıştır. Raporda, ödemeler dengesinin nasıl sağlanacağına dair bir kalkınma stratejisi sunulmaktadır.

Ödemeler dengesi, (a) bütçenin dengelenmesi, (b) ödemeler dengesinde ihracatın artırılması, dış yükümlülüklerin azaltılması ve bayındırlık işlerinin yavaşlatılarak, dış finansmanla karşılanması, (c) paranın dış borçlanma ile ödenebilir hale getirilmesi ve para dolaşımının esnek olması ile sağlanabilecektir. Bu öneriler birbirini tamamlayıcı

98

özellik taşımakta; önlemler bir bütün oluşturmaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin akılcı bir politikayla parasını istikrarlandırma yönündeki çalışmalarını belirgin bir şekilde ortaya koyacak bir toplu planı gerçekleştirme aşamasına” girmesi gereklidir. Kalkınma stratejisinde önemi belirtilen yabancı sermayenin ülkeye gelmesi ya da ülkeden çıkmaması için “hiçbir şeyin, ülkenin içinde ve dışında kesin bir kararlılık ve açıklıkla anlaşılabilir bir plan kadar etkileyici olması beklen[memelidir]” (Rist, 2009:672).

Görüldüğü gibi yabancı uzmanların kalkınma stratejisinde devletin rolü sınırlandırılmış, planlama süreci dış borç için izleme işlevi ile donatılmıştır.

Yurtiçinde ise 11 Haziran 1930 tarihinde yürürlüğe girecek olan Merkez Bankası56 kurulması çalışmaları 1930’lu yılların başında gündeme gelmiş ve Türkiye İş Bankası grubu ile Hükümet arasında çelişkilerin başlangıcı olmuştur (Boratav, 1974:20). Tartışmanın temel nedeni, Türkiye İş Bankası’nın bankacılık sektöründeki öncü konumunu korumak istemesidir. Merkez Bankasının kurulması ise bu öncü rolün törpülenmesi demektir. Türkiye İş Bankası salt Merkez Bankası konusunda bir taraf değil, dönemin etkili siyasal bir kanadı olarak rol oynayacaktır. İş Bankası’nın siyasi açıdan rolü, bölüm içerisinde incelenecek olan Mustafa Şeref Özkan’ın istifası ardından İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar’ın İktisat Vekaleti’ne atanması ile sonuçlanan siyasal çatışmada ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Bundan önce ise 1930 yılında devletçiliği karşısına alan siyasal muhalefete değinmek gerekir. Toplumsal muhalefet yabancı uzman raporlarında savunulan, ziraatle kalkınma, dış borcun gerekliliği, devletçilik karşıtlığı tezlerini benimsemektedir. Örneğin, 8 Ağustos tarihli Son Posta Gazetesi’ne göre, “şekerin pahalı olmasının nedeni memlekette yaşaması mümkün olmayan şeker sanayiinin himayesine önem verilmesi ve bu fabrikaları besleyip büyütmek arzusudur” (akt.

Keskin, 2007:190). Toplumsal muhalefet, 1930 yılında üç aylık bir dönemde faaliyet gösteren SCF’de toplanmıştır. SCF’nin korumacı liberalizm statükoculuğunun karşısında ise Ahmet Hamdi Başarı’ın iktisadi devletçiliği ile Kadro Hareketi gelişmektedir. Planlamanın kuruluşuna giden yolu hazırlayan ideolojik dünyayı göstermesi açısından söz konusu siyasal-kuramsal taraflara yer verilecektir.

56 1715 sayılı Kanun, RG: 30.6.1930/1533.

99

 Korumacı Liberalizm Statükoculuğu: Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Ağustos 1930’da Mustafa Kemal Paşa yakın arkadaşı ve Paris büyükelçisi Fethi Okyar’a bir muhalefet partisi kurmasını telkin etmiş, Fethi Okyar ile Mustafa Kemal Paşa arasında Fırka’nın kurulmasına dair mektuplaşma yaşanmıştır (Keskin, 2007).

Anlaşma sağlandıktan sonra, Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) muhalefet partisi olarak 12 Ağustos 1930’da kurulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa’nın muhalefet partisi kurdurmak istemesinin nedeni, 1920’lerin sonlarında başlayan ve 1929 Krizi ile ayyuka çıkan toplumsal sıkıntıların derecesini ve yönünü ölçmektir. Toplumsal muhalefet, yeni kurulan muhalefet partisinde emin ellerde57 olacaktır. Ne var ki, toplumsal muhalefetin yönü ve derecesi, hesaplanandan çok daha büyüktür. 5 Eylül 1930’da Fethi Bey’in İzmir seyahatinde büyük bir kitle tarafından büyük bir coşku ile karşılanması ve Fethi Bey’in seyahat boyunca büyük kitlelerle temas etmesi, Parti’nin CHF karşısında giderek tehdit oluşturmasına neden olmuştur. “5 Eylül’de yapılan gösteride Cumhuriyet Halk Fırkası binası ile Anadolu Gazetesi idarehanesi taşlan[mış], [g]üvenlik güçlerinin açtığı ateşte 14 yaşındaki bir öğrenci hayatını kaybet[miştir]”

(Keskin, 2007:196).

SCF’nin, CHF ve devletçilik karşıtlığının odağı haline gelmesi üzerine Mustafa Kemal, iki partiye aynı uzaklıkta durma politikasından vazgeçerek, CHF’nin yanında yer almıştır. Bunun üzerine, 16 Kasım 1930’da SCF kendi kendisini ilga etmiştir (Türkeş, 1999:20). SCF’nin büyük kitleleri kendi merkezinde bu kadar kısa bir süre içerisinde toplaması, CHF’nin ekonomi politikasına karşı toplumsal muhalefetin büyüdüğünün kanıtıdır. Çünkü SCF’nın programı öncelikle özel teşebbüsün girişimciliğine verilen önem ile yabancı sermayenin teşvik edilmesidir.

SCF’nin parti programı, “şimendifer politikasında somutlaşan aşırı devlet harcamaları, tekelleri, vergileri ve devlet ihalelerini hedef almaktadır” (Keskin, 2007:108). SCF, ideolojik olarak liberal bir partidir, fakat Teşviki Sanayi Kanunu ile düzenlenen vergi muafiyetleri ile teşvik, korumacılığın artırılmasını istemektedir. Bu

57 Parti lider kadrosunda bulunan Fethi Bey, Nuri Bey ile diğer parti kurucuları Mustafa Kemal’in en güvendiği arkadaşlarından oluşuyordu.

100

nedenle, SCF aslında korumacılığı içeren bir liberal ekonomiyi savunmaktadır (vurgular bana ait, Türkeş, 1999:22).

Parti programını kaleme alan SCF üyelerinden Ahmet Ağaoğlu’na göre, devlet baskıcı karakteri ile burjuvazinin gelişmesinin önünde engel olmuştur (Türkeş, 1999:164). Oysa “Kemalist devletin birinci hedefi ferdi himaye ve teşvik ve ferdin inkişaf ve yükselmesini temin etmektir. Bunun yanıbaşında ferdin yetişemediği ve yapamadığı mübrem ve lüzumlu işleri devletin üzerine alması” gereklidir (Ağaoğlu’ndan akt. Türkeş, 1999:163). Ağaoğlu’na göre, milli burjuvaziyi yaratmak için özel girişimcinin korunması ve teşvik edilmesini gerekmektedir, henüz burjuvazi gelişmediği için devlet geçici bir süre işletmeciliğe girmelidir (Türkeş, 1999:163).

***

SCF’nin demiryollarını hedef alan siyasal muhalefetine yanıt, Sivas demiryollarının açılışında Başbakan İnönü’den gelir. 1930 yılı Ağustos ayında Başbakan İnönü, Türkiye’de mutedil devletçi (ılımlı) ekonomi politikasına geçildiğini beyan etmiştir (Türkeş, 1999:22).

Toplumsal ve ekonomik sıkıntıların çaresi, devletçiliktir. Bu sıkıntıların tespiti, bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından Kasım 1930’da başlayan üç aylık yurt gezisinde yapılmıştır. Bu gezisi sırasında Mustafa Kemal'in CHF grubu başkanlığına gönderdiği mektupta “gezide geniş halk yığınlarının yaşam koşullarındaki sefaletin ekonomik kriz ortamında daha da arttığının görülmesi, ekonomik gelişmeyi hızlandıracak bir şeyler yapılmazsa, sadece halkın değil, rejimin siyasal güvenliğinin de tehlikeye düşebileceği tespitiyle sonuçlandı” denilmektedir (Tezel, Kasım 1993).

İşte bu hızlandırmayı sağlayacak olan devletin bizzat ekonomik etkinliklere dahil olmasıdır. Gezi sırasında Yunus Nadi'nin yazısı daha dikkat çekicidir: “yeni bir sanayi programı ile ilgili olarak... üç senelik-beş senelik programlarla tahakkuk ettirilmesine çalışılır… böylece memleketin iktisadi teceddüt ve terakki merhalelerini kat etmesi mümkün olunur.” (Tezel, Kasım 1993).

1930 yılında açıklanan devletçilik politikası, 10-18 Mayıs 1931’de CHP 3. Büyük Kurultayı'nda ideolojik olarak kabul edilmiştir (Tekeli ve İlkin, 1982, 1). Devletçilik,

“ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refah ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen

101

alakadar etmek mühim esaslarımızdandır” (Kocabaşoğlu, Aralık 2001:243) şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanım, devletin kısa zamanda milletin refahının yükseltilmesi için özel çıkardan üstün tutulan genel çıkarı ilgilendiren konularda özellikle de ekonomi alanında fiilen girişimde bulunacağına işaret eder. Özel sektör bu alan dışında hareket serbestisine sahip olacaktır.

CHP’nin 1931 yılında devletçilik ilkesini resmi olarak kabulü ertesinde, devletçiliğe dair düşünsel çabalar yoğunlaşmıştır. Bu çabalardan ikisi, uygulamaya girecek devletçiliği olduğu kadar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi dahi etkileyecek açılımlardır. İki çabanın da ortak özelliği devletçiliği sürekli bir ekonomik sistem olarak ele almaları ve devletçiliğin yönetim biçimi olarak planlamayı öngörmeleridir. Bu çabalardan ilki, Ahmet Hamdi Başar’ın iktisadi devletçilik-planlama modelidir. Ahmet Hamdi Başar, liberalizmle harmanladığı devletçilik yaklaşımında, yepyeni bir örgüt modeli sunarak, devleti ekonomi etkinliklerine indirgemektedir. Diğer çaba ise Kadro Dergisi’nde savunulan Kadrocu kalkınma-planlama modelidir. Kadrocular, Marksist yöntemle başladıkları çözümlemelerinde, devlet-merkezli bir yaklaşımla sınıfsız bir toplum kurmak üzere, kapitalizm ve sosyalizm harici bir üçüncü sistem olarak devletçiliği ve planlamayı savunmaktadır. Söz konusu çabalar, uygulamaya giremese de siyasal çatışmanın taraflarını etkilemiş, özellikle Kadro Türkiye’de uzun soluklu bir siyasal akım başlatmıştır.

İktisadi Devletçilik ve Planlama: Ahmet Hamdi Başar’ın Ekonomi Politikası

Kasım 1930’da başlayan yurt gezisi sırasında, Mustafa Kemal Paşa’ya danışman olarak eşlik etmek üzere İstanbul Liman Şirketi müdürü Ahmet Hamdi Başar da davet edilmiştir. Ahmet Hamdi Başar, dönem içerisinde devletçilik ve planlamaya dair kuramsal ve siyasal olarak üretken ve etkili isimlerden bir tanesidir.

Ahmet Hamdi Başar, ilk olarak 5 Temmuz 1928’de Salih Bey’e yazdığı mektupta, ekonomi politikalarına dair bir muhtıra kaleme almıştır. Muhtıra’da daha sonra “İktisadi Devletçilik” yaklaşımının temel ilkeleri oluşturulmaktadır. Bu yaklaşım “Türkiye’nin kurtulması çaresi”ni “kanatkâr ve küçük istihsâl tarzından büyük istihsal tarzına geçmek”te görmektedir. Türkiye ancak “devlet kuvvetile

102

direnebilir.” Büyük üretim tarzı gereklidir ve üretim “program ve plânla çalışan” bir Türkiye ile mümkündür (Başar, 1945). “Devletçilik, müdahalenin nerelere ve zamanlarda ve ne şekiller altında olacağını tayin etmekle başlar. Onun için devletçiliğin ilk işi <<plân>>dır. Devlet, hattâ kendisinin karışmayacağı sahaları tayin için dahi, bir plâna muhtaçtır… Şu halde devletçiliğin ilk şartı plancılıktır;

bütünlüktür” (Başar, 1945:59).

Başar’a göre, devletçilik iktisadi devletçiliktir. Devlet, “büyük istihsalci ve büyük ihracatçı mevkiine geçmelidir” (Başar, 1945:95), çünkü “zararlı olan şey büyük çiftlik, fabrika ve tröst değil, fakat bunların işçiyi, ameleyi ve müstehliki istismar eden sermayedarlar elinde oluşudur” (123). Devletin üretici olduğu sistemde fiyat cemiyete değil, cemiyet fiyata egemen olacaktır. Bu doğrultuda, devletçilik geçici bir ekonomi politikası değil, sistemin kurucu ögesidir. Sistem, planlama üzerinden yürüyecektir.

“İktisadi devleti meydana getirmek ve idari devleti, elindeki nüfuzu ve işleri de alarak, tamamen tasfiye etmek imkânı olacaktır” (Başar, 1945:58), “artık devletin bir akıl merkezi meydana gelmiştir; vekâletler sadece icra vazifesi gören işletmeler halini” alacaktır (60). Başar’ın devletçiliği, “vekaletlerin üstünde, onların bütün ihtisas elemanlarını bir araya toplamış, gerek yerli ve gerekse ecnebi mütehassıslardan kurulmuş, başında da inkılâbı ve davâyı kavrayan enerjik ve zeki bir adamın bulunduğu bir plân dairesi” ile yürütmeyi düşünmektedir (59-60).

Ahmet Hamdi Başar’ın devletçiliği sürekliliği sağlanmış bir devletçiliktir.

Devletin piyasadan bağışık bir şekilde, piyasayı yönetmesini kurgulamaktadır. Bu nedenle, kapitalizme alternatif bir sistem önerisi niteliği taşımaktadır. Bu doğrultuda, planlama da merkezi bir konuma oturmakta ve kurucu öge haline gelmektedir. Bu teklif, 1930’lu yıllarda değerli görülmüşse de, daha sonraki yıllarda Ahmet Hamdi Başar’ın düşüncelerine (ve kendisine) rağbet edilmeyecektir.

Kadrocu Kalkınma ve Planlama: Kadro Hareketi ve Kadro Dergisi

Dönemin en önemli ideolojik üretim platformlarından biri de Kadro Hareketi ve Kadro Dergisi’dir. Kadro hareketinin bir ürünü olan Kadro Dergisinin Ocak 1932 ile başlayan yayın hayatı, Aralık-Ocak 1934/ 1935 tarihli 35-36. sayı ile son bulmuştur.

103

Dergi’nin ideoloğu Şevket Süreyya Aydemir, İmtiyaz sahibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yayın Müdürü Vedat Nedim Tör, kurucu yazarlar İsmail Hüsrev Tökin ve Burhan Asaf Belge’dir (Türkeş, 1999:47).58

Kadro hareketi amacını, faşizm ve komünizmden farklı bir üçüncü yolun ideolojisini üretmek olarak belirtmektedir. Kurucu yazarlardan Tökin’in yazısında amaç net bir şekilde açıklanmaktadır (Tökin, 1934:24).

“Milli kurtuluş hareketlerinin milli bütüncülük davasına ne sosyalizmin ne de faşizmin göz aldatan tecrübeleri esas olamaz… Gerek sosyalizm, gerek faşizm, şiddetli bir amele ve patron mücadelesinin muhtelif istikametlerde verdiği meyvalardır… Bizim millet bütünlüğü davamızın hareket noktası ve menşeini, gün geçtikçe müteaddi bir mahiyet alan emperyalizme karşı milli kurtuluş istiklalini kurmak maksadıyle millet içinde organik bir kaynaşma temin etmektir. Aksi takdirde muhtelif zümrelerde makesini bulacak olan harici tesirler, daima milli istiklali tehdit edebilir. Bu nevi harici tesirler, mesela Avrupa sermayesile her vakit bir menfaat iştiraki temin edebilecek olan bir finans zümresinde yahut ta reaksiyoner muhitlerde (Şarkta derebeylik gibi) her zaman akis bulabilir. Bundan maada millet içinde liberal ve ferdiyetçi inkişafın neticesi olarak milletin ekseriyeti zararına mahdut bir zümrenin zenginleşmesi, doğuracağı aksülamellerle milletin sükununu her zaman ihlal edebilir.”

Kadro Hareketi’ne göre, “Türkiye bir inkılâp içindedir. Bu inkılâp kendine prensip ve onu yaşatacaklara şuur olabilecek bütün nazarî ve fikrî unsurlara maliktir.

Ancak bu nazarî ve fikrî unsurlar inkılâba İDEOLOJİ olabilecek bir fikriyat sistemi içinde terkip ve tedvin edilmiş değildir” (Kadro,1932:1). Kadro, Türkiye’ye ve diğer azgelişmiş ve sömürge ülkelere özgü ideolojiyi yaratmaya taliptir ve bu ideolojiyi, üçüncü bir yolu “Milli Kurtuluş Hareketi”ni kurmaktadır.

Milli Kurtuluş Hareketi ile yapılacak anti-emperyalist savaş ile siyasi bağımsızlık sağlanacaktır. Siyasal bağımsızlığın ardından iktisadi bağımsızlık planlı sanayileşme

58 Dergiye yazı yazan bürokrat-aydınlar: Ahmet Hamdi Başar, Falih Rıfkı Atay, Behçet Kemal Çağlar, Eflatun Cem Güney, Muhlis Etem Ete, İbrahim Necmi Dilmen, Abdurrahman Şefik, Münir İriboz, Mümtaz Ziya, Şakir Hazım, Neşet Halil Atay, Hakkı Mahir, Mehmet İlhan, Tahir Hayrettin ve Mansur Tekin ve İsmet İnönü (başbakan). Mehmet Şevki Yazman 13. sayıdan itibaren dergide düzenli olarak yazmaya başlamıştır (Türkeş, 1999:47-48).

104

ile mümkün olacaktır. Planlı sanayileşme sürecinde ortaya çıkacak sınıfsal çatışmanın engellenmesi için devletçi planlı sanayileşme tercih edilmelidir.

Kadro’da devletçilik, sömürüsüzlük ve planlama üzerine kurulur: Devletçilik,

“milleti sınıflara bölmeden, bir zümrenin diğer zümre hesabına istismarına meydan vermeden, bütün milli kuvvetlerin bir plan dairesinde iktisadi istiklale doğru en kısa ve en kolay yoldan sevk ve idaresidir” (Tör, 1933:17). Kadrocular’a göre, sanayi ve sermaye birikimi her yerde aynı değildir. Bu nedenle, bağımlı ekonomilerde sınıf çatışması olmaz, evrenselleşmez. Gelişmemiş ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları olur. Bunu da devletçilik izler. Bu nedenle sınıf çatışması çıkmaz. Devletçilikle, toplumun çıkarlarına yönelmiş, kurucu işletici ve ürünleri toplum adına toplayan devlet iktisadiyatı benimsenir. Devlet bütünlük demektir, dışta sömürüye karşı bütünlük, içte sınıflararası bütünlük demektir (Tekeli ve Selim, 1982:82-84). Devrim belli bir sınıf yararına yapılmamıştır, “devrimin amacı uluslaşma, milletleşme[dir]…

bir sınıfın egemenliği değil[dir]” (Sezen, Mayıs 1999:152). Kadrocular, kapitalizmin eşitsiz gelişmesi sonucu çevre ülkelerde sınıfsal çatışmanın devletçilik sonrasında ortaya çıkmayacağını savunmuşlardır.

Milli Kurtuluş Hareketi sonrasında azgelişmiş ülkelerden beslenen metropol kapitalizmi temel dayanağından yoksun kalacaktır ve bu sayede sistem olarak emperyalizm çökecektir (Türkeş, 1999:139). Tökin, Kadrocu ideolojiyi Türkiye’de üç politikada toplamaktadır (Tökin, 1934:26):

 Toprak reformu,

 Devlet eliyle ve devlet mülkiyetinde planlı sanayileşme,

 Dış ticaretin devlet kontrolü altına alınması.

Kadro hareketi, toplumsal ve ekonomik çözümlemelerinde tarihsel maddecilik ve sınıf analizi yöntemini kullanmışlardır. Ne var ki, tarihsel maddeciliği yeniden yorumladıkları gibi dönem için sınıfsal çatışmadan çok azgelişmiş ülkeler ile gelişmiş metropoller arası çatışmanın önem kazandığını savunmuşlardır. Aynı zamanda, Marksizmin öngördüğü proleterya diktatöryası ile değil, sınıfsız bir toplum kurma hayali ile yola çıkmışlardır.

Kadro hareketinin üretmeyi amaçladığı ideolojinin ilkeleri, iki genel akımdan etkilenmektedir: Sovyetler halkçılık ve planlama ile Alman himayeci iktisat politikası.

105

Özellikle, Sombart’dan planlamaya dair etkilendikleri açıktır. Vedat Nedim Tör’ün, 1932’de Kadro’da “Kronikler: Kadro’yu teyit eden bir eser: die Zukunft des Kapitalismus, Werner Sombart” başlığı ile yayınladığı yazıda Sombart’ı referans göstererek iyi bir planın özelliklerini aktarmaktadır (Tör, 1932:32): “Plan kapsamlı olmalı, merkezi bir otorite tarafından hazırlanmalı, uygulanmalı ve ulusal ekonomi ile uyum içinde olmalıdır.” Şevket Süreyya Aydemir de “Sosyal Milliyetçiliğin Zaferi” başlıklı makalesinde planlamanın sosyalizme özgü olmasının Milli Kurtuluş Hareketi’nde de bulunamayacağı anlamına gelmediğini belirtmektedir (Aydemir, 1934):

“… bugün bir takım hazır kelimeler vardır ki, Türk münevverlerini ve umumiyetle Türk inkılapçısını hükümlerinde ve hareketlerinde bağlıyor. Mesela milli iktisadiyatı kurarken ve işletirken nizamlılık, yahut plan, birçokları için sosyalizme mahsus bir şeydir. Ve öyle sanılıyor ki, eğer bir rejim milli olursa, orada plansızlık, sınıf kavgası ve serbest istismar zaruridir… Buna mukabil planlı iktisat sosyalizm ile bir milli kurtuluş hareketinde pekala müşterek bir kategori olabilir. Fakat, bu tedahül bu nizamların kendi hususi mahiyetlerini inkar etmeleri demek değildir… Milli sanayin devlet eliyle ve bir milli plan dahilinde kurulması zarureti kendini hissettirince, bu zarurete evvela, muhtelit sanayi teşebbüslerine iştirak etmek şeklinde tatbiki hareket olundu.”

Yalçın Küçük, Kadro’yu Sovyetler Birliği’ndeki planlama düşüncesini Türkiye şartlarına uyarlamaya çalışırken bu kavramın sosyalist içeriğini ve sınıfsal özelliğini ortadan kaldırmak için epey gayret ettiklerini belirterek eleştirmektedir (Küçük, 1981a). “Küçük daha da ileri giderek, Kemalist anlamdaki sınıfsız toplum yaratma düşüncesini, yani sınıf analizini göz ardı etmeyi, Türk aydınının kafasına çekiçle çivileyenlerin Kadrocular olduğunu ileri sürmektedir.” (Yalçın Küçük, 1983’den akt.

Türkeş, 1999:64).

Niteliği bir yana, Kadrocular’ın dönem içerisinde planlı sanayileşmenin kuramsal kabulünde etkili olduğu açıktır. Elektrifikasyon ve büyük sanayinin kurulması ve merkezi planlama konusunda Kadrocuların desteği önemlidir (Türkeş, 1999:116).

Kadro ile iktidar partisi CHF arasında resmi bir ilişki olmamasına rağmen ve Kadro her ne kadar kendi inisiyatifi ile ideoloji üretme işine başlamış olsa da (Aydemir’in Kadro ve İnkılap kitabını Atatürk’e sunması, 1932) Kadro’nun iktidarın dolaylı desteği ile hareket ettiği söylenebilir. Başbakan İsmet İnönü’nün Kadro’da yazı