• Sonuç bulunamadı

132

bulmasının işaretlerini gördüğü kamucu-devletçiliğin karar merkezinden indirilmesini ve yerine kendi temsilcilerinin yerleştirilmesini görev bilmiştir.

133

bu, katılma geçici olacak, devletin işletmeleri de özel hukuk hükümlerine ve pazar ekonomisi kurallarına uyacaklar, devletin işletme kurduğu alanlarda, önemli kârlar ortaya çıkmaya başladığı anda bu işletmelerdeki devlet hisseleri, halka devredilerek, devlet ekonominin başka gelişme alanlarında yeniden yatırımlarla kalkınmayı hızlandıracaktır” (Mustafa Aysan, “Ekonomik Model, Kamu ve Özel Kesim Dengesi”, Milliyet, 14 Nisan 1979).

Celal Bayar’ın piyasacı-devletçiliği olarak sınıflanan bu model, finans sermayesinin öncülüğünü kabul eden bir modeldir.70 Celal Bayar’ın göreve geldikten sonra da İş Bankası temsilciğini bırakmadığı açıktır. Hatta bu noktada Celal Bayar’ın İş Bankasından ayrılırken, “Sizden ayrılmak olur mu? Bundan böyle de hep beraber çalışacağız. Gayelerimiz müşterek değil mi? Resmi vaziyetim ne olursa olsun, İş Bankasını asla ihmal edemem. Şimdiye kadar olduğu gibi o müesseseye maddeten ve manen daima bağlı kalacağım” mesajı hatırlanmalıdır (Akşam, 9 Eylül 1932’den akt.

Tekeli ve İlkin, 2009c:171).

Bu doğrultuda, 1980’li yıllardan sonra devletçiliği tasfiye etmeye yönelen neoliberal ideolojinin iddiasının aksine, 1930’lu yıllarda kurulan devletçiliğin tasfiyesi sosyalizan fantezinin yenilgisi değil, piyasacı-devletçiliğin kuruluşunda öngörüldüğü gibi kurumlarının gerçek sahiplerine yani özel sektöre devrinin bir aşaması olarak görülebilir. Ne de olsa, piyasacı-devletçilik, devletin geçici bir süreliğine ekonomiye müdahale ederek, sermaye birikimini sağlaması ve kar edince işletmeleri özel sektöre devretmesini amaçlamaktadır. Her ne kadar, 1930’lardan

70 Dünya çapında da bu dönemde finans sermayenin öncülüğünde kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizme (V. Lenin Mart 1998) geçilmektedir. Burhan Asaf Belge, bu süreci liberal emperyalizmden dirije emperyalizme geçiş olarak adlandırmaktadır (Belge 1933): “Finansın idare ettiği emperyalizm demek, liberal cihan iktisadiyatında, sermaye hegemonyasının hakim olması demektir. Mesela, emperyalizmin bu safhasında, emperyalist İngiltere’yi, şu yahut bu büyük sanayi, şu yahut bu zengin sanayici değil, doğrudan doğruya CITY yani İngiltere’nin banka sermayeleri idare etmiştir. Amerika’yı Wall Street, Fransa’yı Banque de France mahafili, Almanya’yı Die vier D’s…. Finans merkezinin telakkisi, hem liberal hem beynelmilelci olmak ıstırarındadır… fakat, işte sadece İngiltere’nin değil cihan finans merkezi olan City, 1931’den beri İngiliz milli hükümetinin murakabe ve emri altına girmiştir. Wall Street ise, 5 Mart 1933’ten itibaren tacını ve tahtını kaptırmış bir finans hanedanlığıdır…. Fakat mahiyet itibarı ile İngiliz milli hükümeti, Roosevelt demokrasisi, İtalyan faşizmi, ve Alman ırkçılığı, hep aynı şeylerdir: Liberalizmin tasfiyesi ve finans hegemonyasının kurulması.”

134

2000’lere kadar devletçilik birçok aşamadan geçerek yeniden üretilmişse de “2000’li yıllarda neden en çok kar eden KİT’ler özelleştirilmektedir?” sorusunu açıklayıcı argümanların en güçlüsü, 1930’lu yıllarda kurulan devletçiliğin geçici niteliğinde yatmaktadır. Kamu işletmeleri piyasadaki geçici varlığını kendi rasyonelitesi içerisinde sonlandırmakta, özgörevini tamamlamaktadır.

Öyleyse, tasfiye edilen devletçilik ve yönetsel yapısı, piyasa karşıtlığında kurulmuş değildir. Aksine, Türkiye’de 1932 yılı sonrasında başlayıp farklı aşamalardan geçerek 1980’lere kadar hüküm süren devletçilik, kapitalizme alternatif bir ideolojinin ürünü olmadığı gibi, kapitalizmin özgül bir aşamasının ürünüdür.

Dünya Krizi sonrasında, 1920’lerin maddi ve zihinsel hazırlıkları üzerine inşa edilen devletçilik, yapısal koşulların bir dürtüsü olarak görülmelidir. Buna karşın, devletçiliğin içeriği, siyasal çatışma içerisinde şekillenmiştir.

Bu siyasal çatışmada, 1920’lerin başından itibaren hissedilen tüccar ve toprak ağalarının gücü (bkz. Türkiye İktisat Kongresi), 1920’lerde uygulanan teşvik, koruma, tekelcilik, devlet işletmeciliği ile gelişmiş, 1930’ların ekonomi politikalarında temsiliyetini artırmıştır. Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenmesinin henüz yolun başında olması nedeniyle çıkar savunusunda yer alamaması toplumsal üretim ilişkilerinde sermaye sınıfının egemenliğini pekiştirmiştir. Diğer taraftan, 1929 Krizi sonrasında uluslararası ekonomik düzenin parçalı yapısı nedeniyle uluslararası sermayenin belirleyiciliğinden de bahsedilememektedir. Hatta “yalnızca 1929 Krizi sonrasında Türkiye kendi geliştirdiği ekonomi politikalarını” hayata geçirecek, “ondan sonraki tüm dönemlerde uluslararası sermayenin başat rolü”

hissedilecektir (Önder, 2003:284). Diğer bir deyişle, gelecek dönemlerde Türkiye’de toplumsal üretim ilişkilerinde uluslararası sermayenin üstün konumu siyasal çatışmada hissedilecektir.

Döneme dair tartışmaların vazgeçemediği başlıklardan bir tanesi devletçiliğin ve planlamanın doktriner mi pragmatist mi olduğuna dairdir. Öncelikle, BBYSP hazırlık sürecinde yapılan SSCB ziyaretleri, BBYSP’nin Sovyet Kredisi ile uygulanması ve hatta SSCB’den makine hibesiyle hayata geçirilecek olması, devletçilik ve planlamada SSCB etkisini tartışmasız bir şekilde göstermektedir. Fakat, Türkiye’de bu dönemde, SSCB ve sosyalist ideolojiye yakın sayılabilecek ideolojik-siyasal hareket olan Kadro Hareketi dahi doktrinin çarpık bir halidir. Üstelik, Celal Bayar’ın

135

dümene geçtiği ekonomide Kadro Hareketi’nin herhangi bir izini bulmak mümkün değildir. Kadro ya da birebir ilişkilerle gelebilecek doktriner içerik ve araçların da – eğer varsa- çatışma içerisinde geriye düştüğü, silindiği de açıktır. Devletçilik – planlamanın, siyasal çatışma içerisinde belirlenmiş olması, devletçiliğin pragmatist bir seçimden ibaret olduğu yönündeki savı71 belirsiz kılmaktadır: hangi devletçilik pragmatisttir? Mustafa Şeref Özkan’ın devletçiliği mi, Celal Bayar’ın devletçiliği mi? Yoksa Kadro ya da Ahmet Hamdi Başar’ın mı? Ya da SCF anti-pragmatist bir siyasal örgütlenme midir? Bu nedenle, doktrinerlik-pragmatizm tartışmasının döneme dair açıklayıcı sorular sormadığı düşünülmektedir.

1930’lu yıllarda devletçiliğin yönetim biçimi olarak doğan planlama, bireysel teşebbüsleri kısıtlayıcı değil, teşvik edici ve korumacı bir rol oynamıştır. Geniş anlamda, kapitalizmin gelişme dinamiğine yine kapitalizmin araçları ile müdahale politikasıdır. Bu nedenle, dönem “kapitalizmin gelişme seyrine içsel sonuçlar (azgelişmişlik), kapitalizm içerisinden kapitalizmin araçları ile aşılabilir mi?”

sorusunu akıllara getirmektedir. Bu anlamda girişilen ilk ve önemli çaba olarak Türkiye planlama deneyimi, kapitalizm içerisinde prototip olma özelliği taşımaktadır: azgelişmiş kapitalist ülkede kapitalizmin eşitsiz ilişkilerinin kapitalist araçlarla aşılması için ilk planlama deneyimi.

II. KLASİK PLANLAMA YAKLAŞIMININ ASKIYA ALINMASI:

YENİ DÜNYA DÜZENİ İLE BÜTÜNLEŞEN TÜRKİYE’YE DOĞRU (1945-1947)

Arnold Toynbee’nin “yirminci asrın ikinci yarısında garp medeniyetinin bütün muasır medeniyetleri tesiri altına almasını insanlık âleminin bir tek sosyete hâlinde birleşmesi yolunda ilk adım olduğu” (1948) yolundaki savı, haklılık kadar yanılgıyı da içermektedir. Toynbee, ABD egemenliğinde yeni bir dünya düzeninin gerçekten tek bir topluluk olarak bütünleştiğini görmekle iddiasında haklı olsa da, bu topluluğun karşısında konumlananı -her neyse- görmemekte, bu nedenle

71 İlhan Tekeli başta olmak üzere birçok araştırmacı devletçiliğin pragmatist bir tercih olduğunu belirterek çalışmalarına başlamaktadır.

136

bütünleşmenin temelini göz ardı etmektedir. Savaş bitimindeki ortaklık ve işbirliği arayışlarında örtük duran ABD ve SSCB çatışması, 1947 yılında “dünyanın iki ideolojik ilkeler dizisi arasında” (Truman Doktrini, 1947’den akt. Erhan, 1996:275) bölünmesi ile başlayan Soğuk Savaş’ın tarafları olarak gün yüzüne çıkmıştır. Soğuk savaş, tarafları ayrıştırırken tarafların içerisinde bütünleşmeyi pekiştirmiş; kapitalist taraf, ABD öncülüğünde günümüzün AB’nin temelini atan Marshall Planı ile Batı Bloğunu kurmuştur.

Yeni dünya düzeninde Türkiye, Savaş sonunda yükselen sınıfların talepleriyle birebir uyumlu şekilde seçimini Batı Bloğu’ndan yana koymuştur. Bu doğrultuda,

“[k]apitalist dünya ekonomisinin savaş sonu konjonktüründe” Türkiye korumacı, kapalı, dış ticaret dengesine dayalı içe dönük ekonomik politikasından; ABD’nin yanında ithalatın serbest bırakıldığı dış açıklı (yabancı sermaye, dış borç ve yardıma açık) bir ekonomiye yönelmiştir (Boratav, Ekim 2008:97). Bu dönüşüm, 1930’ların uluslararası bütünleşme stratejisine karşı çıkan “korumacı-devletçi” yaklaşımın sosyo-ekonomik temelini ve geleceğini yenerek yükselmiştir. Bu çatışma sonucunda, planlama çalışmalarında 1946 itibariyle kırılma yaşanmış, “uluslararası uzmanlaşmaya dayalı” gelecek kurgusuna göre planlama süreci başlatılmıştır.72

1945 ile 1947 yılları arasındaki iki yıllık süreçte Türkiye’de, 1930’lardan kalma niyetlerle şekillenen yönetimin bağımsızlıkçı-planı tasfiye edilecek ve izleyen dönemin, 1960’ların yönetim biçiminin temelleri bütünleşmeci-plan ile atılmış olacaktır. Yükselen sınıfların bütünleşmeci-planı, toplumsal ve ekonomik yapının dönüşümünü yansıtacak şekilde yeni hedeflere (sanayileşmeden tarıma), yeni aktörlere (uluslararası sermaye, yabancı uzmanlar ve yükselen sınıflar/sınıf kesimleri), yeni yönetsel biçimlere (Başbakanlık koordinasyonu) açılmıştır.

A. SAVAŞ SONRASI YENİ DÜNYA DÜZENİ: KAPİTALİZMDE