• Sonuç bulunamadı

2.1. Estetik Anlayış

2.1.2. Deneyim, Beğeni, Haz ve Duygu

John Dewey “Sanat ilerler. O, organizma ve çevre arasında bir iletişimdir, yani sanat bir deneyimdir.” demektedir (Berleant, 2010:37). Farklı formlarda bilgi edinmek için deneyim gerektiği gibi estetik algılama için de deneyim gerekmektedir. Deneyim kelimesinin anlamı hem karmaşık hem de belirsizdir. Deneyim, bizim dışımızda görünen duyguların dışa vurduğu sesler, bir vücudun duruşu, anımsatıcı imgeler ve sanat eserleri dışında farklı imalar barındırır (Berleant, 2010:29). Biz, milyonlarca objelerin olduğu fiziksel çevrede; yaşamımıza yön veren kültürel bir çevrede ve geçmişten imgeler sunan tarihsel bir çevrede yaşıyoruz. Bu çevrelere hepimiz inanç ve değerlerimiz doğrultusunda farklı tepkiler veriyoruz diyen

Boersema (2013:50), farklı alanlara karşı doğan tepkilerin de deneyimler gibi farklılık gösterdiğini ve duyularımızın zihnimizi idare ettiğini düşünmektedir. Milne (2010:109), merak, ilgi ya da korku hissinin, estetik deneyim türlerinin oluşmasına neden olabildiğini ifade etmektedir ve aşağıda belirtilen sınıflandırmayı yapmaktadır: Tablo 1:Estetik Tepki Türleri (Estetik Deneyim Türleri)

Kutsal-Manevi Hem dini hem laik bir bakış açısından olabilir.

Doğa değerlendirilirken veya yıldızlara bakılırken durum ya da hislerin ortaya çıkması. Doğrudan Allah (Yaratıcı) ile ilişkili olma.

Faydacılık Deneyimler, ihtiyaca cevap verme veya problem çözme yoluyla motive edilir.

Zorluklarla karşılaşılıp problemi çözen bir bağlantıya ulaşıldığında dışavurumsal duyular açığa çıkar.

Moda Pazar olarak kurulmuş trendlerin kullanımı yüzeysel, anlık olabilir.

Moda olarak etkilenildiği zaman duyular dışavurum gösterebilir.

Değer/Önem Doğal durumun ya da doğanın gücünü değerlendirme.

Doğal tehlikenin korkunçluğuyla karşılaşınca (Tusunami); cenaze törenine 6 milyon insanın katıldığı Papa’nın müthiş etkisi ile karşı karşıya gelince duyuların açığa çıkması. Güzellik Doğanın yapısını ve formun

doğallığını inceleme.

Birine tepki olarak ya da çiçekler gibi doğal varlıklarla sık karşılaşmak ve iletişim kurmak duyuları açığa çıkarır.

Matematiksel Doğa olaylarını ve güzelliğini sayısal verilere dayandırarak değerlendirmek.

Formun güzelliğini büyük ve küçük sayılarla yapılarının değerlendirilmesi, sayısal kuralları anlama sonucunda duyular dışa yansır. Kişisel Beğeni

ve Haz

Kişisel deneyimler, eğilimler, zaman aşımı.

Hem öğrenciler hem de öğretmenler hoşlandıkları ya da hoşlanmadıkları deneyimleri bireysel olarak yaşayacaklardır. Merak-İlgi Sade merak, gerçekliği anlamak

için insanoğlunun ulaşmaya çalıştığı etkili boyut.

Merak etmek genellikle bir kişinin bilimle uğraşma nedenidir. Bilim adamları ve araştırmacılar gibi.

Yukarıda yapılan bu sınıflandırma estetik deneyimin oluşma alan ve olasılıkları üzerine durmaktadır. Başka bir açıdan estetik deneyime genel anlamda bakmak için Carroll’un (2003) deneyimde oluşturduğu üç standart pozisyonu incelendiğinde; ilkinde içeriğe uygun tepki; sanata göre uygun aynı zamanda estetiktir, tanımlaması görülür. Burada sanata uygunluğu bilgi ve algı dâhilinde ölçme esastır. İkincisi, ne bilgiye ne de anlamaya dayalı algılanamayan içerik, üçüncüsü ise, pratik yapma, sosyal baskıların bir eserin içsel değerleri üzerine yoğunlaşarak estetik deneyim sırasında hazzı kendi tarafına döndürmesi ile oluşan deneyimdir (Aktaran: Smith, 2008:6). İkinci ve üçüncü sınıflandırmada deneyimin anlık ve bilinç unsurlarının daha etkili olacağı düşünülebilir. Estetik deneyim açıklamasına başlarken ilk olarak

Dewey’in günlük deneyimlerin daha sonraki sanatsal deneyimlerimize kaynak oluşturabileceği görüşü akla gelmektedir. Bu konuda Wittgenstein’ın sunduğu ilginç yaklaşım da dikkat çekicidir. Wittgenstein ile Dewey’in çalışmaları birkaç açıdan paralellik göstermektedir. Fakat burada önemli olan şey iki felsefecinin de estetiği bir devinimde davranış durumu olarak incelemeleridir. Wickman (2006: 64)’nın anlatımına göre, Wittgenstein, bir aktivitenin oluşumunun gerçekleşmesiyle daha önce bu duruma karşılık gelen kelimenin anlamındaki zorunlu değişimden bahsetmektedir. O, estetiği anlattığı bir yazısında “Eğer biz bir kelimenin anlamını öğrenmek istiyorsak, onun kullanıldığı yerdeki dile ait kelimenin bize öğretildiği şekli ve durumu bilmemiz gereklidir.” Eğer kendine bir çocuğun güzel, iyi vb. gibi ifadeleri nasıl öğrendiğini sorarsan onları kabaca, laf sıralı geldiğinde toplumun bağlı olduğu şartlara göre öğrendiğini göreceksin. Bir çocuk genellikle ilk yediği yemeğe “iyi” ifadesini kullanabilir.” demektedir. Wittgenstein, bu çalışmasında aslında kelimelerin anlamlarını ve nasıl ortaya çıktıklarını araştırmamıştır. O, kelimelerin kullanımlarının insanların durumlarına göre ve yaşadıklarına göre değişim geçirdiklerini açıklar. Wittgenstein, kelimelerin fiziksel şeylerde kullanımı dışında estetik deneyimle ilgili olan kısmını da araştırmış; Kant’ın kullandığı estetik yargılama terimi üzerinden gitmiş ancak Kant gibi yargılamanın nasıl doğru yapılabilirliği konusuyla ilgilenmemiştir. O, daha çok insanların yargılama yapmayı nasıl öğrendiklerini inceleyerek, bu yargılamaları nasıl kullandıkları ile ilgilenmeyi tercih etmiştir. Kelimelerin anlamı bir durumda, harekette anlaşılabilir. Dil herkesin genel olarak kullandığı karakterize olmuş bir konuşma, yazma, biriyle tanışma etkinliğidir. Bizim burada yoğunlaştığımız, “iyi” ya da “güzel” kavramlarının herkesçe kullanılan anlamından farklı kullanımlarıdır. Bu, estetik yansıtımın dile getirildiği bir anlamdır. Wittgenstein’a göre kelimeler objeleri iyi tanımlayan, tam karşılığı olan fiziksel semboller değildir. Kelimeler bir aktiviteyi dinamik olarak canlandıran karşılamalardır. Bu nedenle, estetikle ilgili kelimeleri öğrenmek estetik terimlerin çeşitlerini öğrenmeyi sağlamaz. Bu kelimeleri başka insan ve olaylarla ilişkilendirip tekrar tekrar kullanmak, yeni olaylara uyarlamak gerekir. Wittgenstein, estetik deneyim yoluyla yargılamaya şu örneği verir: “Bir kişi terziye gittiğinde dikişle ilgili uygulamayı iyi bildiğinde terzi ile nasıl konuşur? Bunun sağ tarafı uzun, bu çok kısa, ya da çok açık duruyor… Eğer prensipleri öğrenmediysem ben estetik

yargılama yapamam.” Kurallar hakkında bilgim olduğu kadarıyla yargılama yapabilirim. Aslında prensipleri öğrenmek yargılama yeteneğini geliştirir. Kurallar ise, bir uygulamaya katılımdan öğrenilir ve gelişir; kâğıt üzerinde öğrenilmez (Wickman, 2006:64,65,66). Bunları öğrenmek için obje ve olayla karşılaşmak gereklidir. Bu da deneyimin ilk aşamasıdır.

Normalde ifadesiz gibi duran nesne, hangi şeyi temsil ettiği ile ve zihinde beğeni ya da nefret duygusu uyandırmasıyla ilgili ifadesini bulur. Bu durum Descartes’ın “Cartesian Dualism” dediği zihin ve beden ikilemesinin nesne ile doğrudan ilişkide olmasının sonucudur (Berleant, 2010:38). Zihin, düşünülmesi gereken nesneyi parçalar ve kendi üzerinde bir yere yerleştirir; beden ise bu yerleştirme gerekçesini ve sonuçlarını dile getirerek yargı yolunda adım atmış olur. Bu olay duyuların hakim olduğu bir deneyimdir. Kültür, altyapı, alınan terbiye, ahlak, eğitim ve uzmanlık alanları gibi farklılıklarımızı ortak bir platform üzerinde ortaya serdiğimizde bir ortaklık hissi, paylaşılan bir deneyim ortaya çıkar ki bu, sanat yapıtlarını değerlendirmemize yol açan duygulanım deneyimidir (Bolla, 2012: 28). Smith’e (2008:5) göre, estetik deneyim, bağımsız objelere karşı hissedilen bağımsız duygular, keşfetme hissi ile kişisel hissi durumların kümelenmiş halini içermektedir. Beardsley (1982), kültür odaklı kontrol edilen duyularda özgür yaşanan deneyimlere, sanat eserinin sağladığı deneyim türlerine de ihtiyaç olduğuna inanmaktadır. Eaton (1989) ise, estetik ve iyi yaşam adını verdiği teorisine göre, estetik deneyimin yaşamın temel parçası olduğunu ve estetik tepkinin yaşamın temel amaçlarından biri olduğunu ifade etmektedir. Estetik, hayatı algılama ve ona tepki verme alıştırmasıyla gelişmektedir. Herhangi bir türdeki nesneler göz ya da imgeleme ilk defa sunulduğunda onlara eşlik eden duygu belirsiz ve karışıktır; zihin ise büyük ölçüde bu nesnelerin değer ve kusurlarını ortaya koyamaz. Beğeni her bir mükemmelliğin belirli özelliklerini algılayamaz bile. Oysa onun bu nesnelerde deneyim kazanmasına izin verirseniz, işte o zaman hissi daha kesin ve ince olur; her bir parçanın yalnızca güzellik ve çirkinliklerini algılamakla kalmaz, aynı zamanda her bir niteliğin ayırt edici özelliklerini de görür ve buna, uygun düşen övme ya da suçlamayı ekler, yargıda bulunabilir (Öymen, 2010: 349).

Duyusal deneyim zor ve incitici olmasıyla birlikte zenginleştirici ve canlandırıcıdır da. Aynı zamanda algısal bilgi de sunabilir. Basit anlamda duyusal deneyim, biyolojik, sosyal, kültürel ve tarihsel durumlar ve bunun gibi benzer durumlardan etkilenmesine rağmen duyuların merkezinde olan bir deneyimdir. Zihin ve bedenin algılayıp, duyular yoluyla değer verdiği nesne, sanat eseri ise, bu deneyim estetik deneyim halini alır. Estetik deneyim iki temel prensipten oluşur. Biri temelde duyulara dayanan ikincisi ise anlamlı olan deneyimdir. Sanat, içsel deneyimin dramatik bir şekillenmesi olarak anlaşıldığında deneyim sanatla ilişkilendirilerek estetik deneyim oluşturulmuştur demektir. Estetik deneyim aynı zamanda doğal ve toplumsal dünyanın nitel süreçlerinin algılanmasında da ilişkilendirilebilir (Berleant, 2010:30). Osborn (1970), sanat eserinin özellikle algı ve anlama alanlarını geliştirmek için faydalı olduğu görüşündedir (Smith, 2008:5). Algısal deneyim duyuların elde ettiği deneyimden daha iyidir. Çünkü algısal birleşimi duyusal deneyimden daha fazla hatırlarız. Algılanan şey, duyusal deneyimle elde edilenden daha çok hatırlanır. Estetik deneyim, bizim doğanın güzelliğine olan sonsuz merakımızı ve duygusal hayatımıza derinlemesine nüfuz eden sanatsal güce olan merakımızı kuşatır. Aynı zamanda estetik deneyim, günlük hayatımızdaki bir çocuğun gülümsemesindeki sıcaklığın, güneşin ufuktaki görüntüsünün güzelliğinin farkına varmamızı sağlar (Berleant, 2010:35-36). Estetik deneyim süresince insanların hoşlandığı şeylere farkındalığın yüksek olduğu teorisini geliştiren Osborn (1970), bu farkındalığın bakış açısı ve yeni keşifler sonucunda elde edilerek zihni özgür kılan duygulara neden olduğunu savunmaktadır (Smith, 2008:5). Bolla (2012: 28), estetik deneyimin doğal çevrede karşımıza çıkan olaylar, sanatsal olaylar ve kişinin hayal gücü etkisiyle şekillendiği görüşündedir. Bolla, estetik deneyimlerin hem öznel hem de evrensel oldukları gerçeği ışığında, “Benim için orijinal olan bir şey başkası için klişe olabilir.” saptaması kaçınılmazdır ve “Benim için güçlü olan bir şey senin için de güçlü olmalıdır.” fikriyle estetik deneyimin sonlandırılmasının estetik deneyimlerin olağanüstü değerini anlama yolunda ilerleme sağlayamayacağı düşüncesindedir. Hume, estetik beğeni ile deneyim arasındaki bağı hassas duyguda birleşen, pratikle geliştirilen, karşılaştırmayla kusursuzlaştırılan ve tüm ön yargılardan arındırılmış güçlü duygu olarak açıklarken, ortaya çıkan bu ortak

değerlendirmenin nerede görülürse orada beğeni ve güzelliğin doğru ölçütünün o olacağını ifade etmektedir (Öymen, 2010:353).

Herkesin kendine ait bir zevki vardır. Beğeni de doğru yanlış diye bir şey ya da herhangi bir standart yoktur. Ancak beğeninin temeli yaygın hissiyatın yoğun görünümüdür. Tarafsız şekilde keyif alma yoluyla takdir etme yetisi olarak tanımlanan beğeni duygu ile aynı doğrultudadır. Kişi bir nesneye güzel derken bir haz deneyimini bildirmekle kalmaz aynı zamanda bu önermenin öznelerarası geçerliliğini de iddia eder. Bu nedenle kişi “bu nesne hoşuma gitti” diyebilir ama bana göre güzel diyemez; zira güzel olduğuna göre herkese göre güzel olmalıdır (Jusdanis,1998:141). Kant bu düşüncesiyle genel beğeni yasasının var olmadığını dile getirmektedir. Haz, açık bir şekilde tartışması olmayan kişinin kendine ait bir meseledir. Biz her beğendiğimiz şey konusunda yaygın olan genel beğeni anlayışını takip edemeyiz. Bazen başkalarıyla aynı fikirde olmadığımız zamanlar da olabilir. Kişiler hep kendi arzularını doyurmak için haz almaya çalışır. Hazzın iki farklı düşünce türünde kendi düşüncelerimizin farkına varırız ve bizim estetik yaşamımızdaki felsefik tepki bu gerçeği açıklamada en iyi tanımlayıcıdır. Hazzın iki aşamalı içeriği, estetik hazzın yargısı ve araştırıcı olarak bizim günlük hayatımızda rol oynayan bize aşina gelen şeylerdir. Dewey, ilk olarak günlük deneyimlerden edinilen hazzın nasıl ve hangi duyu organıyla elde edildiğini araştırır. Örneğin, bir sanatçının bilinmeyen bir eseri değerlendirilmeyebilir. Her insan kendi sanatı, kültürü ve yaşadığı dönemde aşinalık kazandığı eserler üzerinden haz duyabilir. Ancak algı farklılıklarından doğan durumlarda kendi dönemi dışındaki eserlerden bazıları diğerine göre daha sempatik de gelebilir. Estetik haz estetik objelere karşı hissedilen bir tür duygusal şoktur. Saf duygusal deneyimler var olduğunda, deneyimler insana aniden gelir, dikkati zorlar ve deneyimler şok eder. Herhangi bir şeye hissedilen şey ani bir duygusal patlamadır. Bu duygusal patlama, herhangi bir şeyden hoşlanma o varlıkla bir yaşantı içinde olmak olarak nitelendirilebilir mi? (Eroğlu, 2011: 259). Hazzı meydana getiren şeyin deneyim olduğunu savunan Dewey ve diğer söylemlerden farklı olan Goodman’ın (1976) açıklamaları, estetik deneyimi belli haz ve hoşlanma türlerinden birine bağlı tutmamaktadır. Bunun yerine o, estetik deneyimi anlamanın bir biçimi olarak görmektedir. Dahası onun estetik

belirtileri, estetik olarak algılanabilen görünen özellikler değildir. Görünen özellikler somut ya da soyut sanat eserinin nasıl açıklanabileceği konusunda fikir verirler ama estetik belirteci eseri algılayıp anlamaya dayandırır (Smith, 2008:6). Estetik haz bu konuda bilgisi olan biri tarafından gerçekleştirilebilir. Şöyle ki, kitleler estetik hazzı avami bir biçimde arasaydı ya da ondan uzaklaşsaydı, bu durumda güzel sanatlar çökerdi (Dewey, 2005:4; Türer, 2009: 29; Aktaran: Eroğlu, 2011: 260). Estetik haz avami bir şekilde aranmaz, estetik hazzın bilimsel bir yönü olmalıdır. Çünkü estetik haz öylesine ifade edilen bir durum değildir. Belli bir birikimi ve güzel sanat konusunda uzmanlaşmış olanların ifade edeceği bir meseledir. Bununla birlikte bir sanat ürününden haz duyulmuyorsa estetik olmadığı iddia edilebilir. Haz yaşamına sahip olmayan bir deneyimde ürün, estetik olmayacaktır. Bu malzemelerin üretiminde ve tüketimindeki hazzı engelleyen şartlar vardır (Dewey, 2005:27; Türer, 2009:45; Aktaran: Eroğlu, 2011:260). Bu şartlar deneyime müdahil olan çalışma koşulları, mecburiyet, sıradanlaşma vb…(Türer, 2009:45; Aktaran: Eroğlu, 2011:260). Bir şeyden ne kadar çok üretilirse artık ondan haz alınmaz ve o bir ticari meta olur, estetik olmaz, böyle bir obje ya da malzemeden haz da duyulamaz. Çünkü yapılan etkinlik spontanlaşır bir orijinalliği kalmaz (Eroğlu, 2011:260).

Genel bir durum olduğu kabul edilmesine rağmen Kant, güzel bulma ve hoşlanma arasındaki farklılığı ele alarak kişisel ve multi kişisel, normal veya sıra dışı günlük estetik deneyimlerimiz sınırları içerisinde bir teori geliştirmiştir (Berger, 2009:2). Objenin kendisinde var olan iyi durumuna karşı biz nesneye bir duygu geliştiririz çünkü bizim objelerin dışsal durumlarına karşı ilgimiz her zaman vardır ve biz onlara karşı kayıtsız kalamayız. Kant amaçsız yaratımdan doğan amaçlı oluşu vurgulayarak burada şu örneği vermektedir: “Çiçekler bağımsız düzenlenip amaçsız şekilde sıralanır ve buket oluşur. Sevdiğimiz şekilde, önceden herhangi bir deneme yapılmadan ya da formüle dayanmadan bir buket oluşturulur. Aslında biz onu, özgür düzenlendiği ve sadece göze hoş görünmenin dışında bir önem taşımadığı için severiz”. Kant bunun gibi bir hoşlanmanın duyguların yansıtımı olduğunu ve zihin aktivitelerinin çözümünde etkili bir yöntem olabileceğini de belirtmektedir (Hughes, 2010: 32). Bazı filozoflara göre sanatta duyulan haz salt düşünselliğin hazzı değildir. Sanatın verdiği haz nesnelde kalmaz, öznelliğin derinlerine işler. Çünkü estetik haz

kişiye özgüdür. Herkes bir eserden aynı hazzı almaz. Estetik obje, kişinin hayaline hizmet eder. Bu nedenle estetik haz çıkarsız; obje ise amaçsızdır (Eroğlu, 2011:262). Nesnenin amaçsız yaratımı ve ona karşı hissedilen duygunun amaçsız olması, bu yargı ve beğeniyi de saf ve tarafsız yapar. Genel bir toplum beğenisi oluşması ya da beğenilerin farkında olmadan kültür ve din faktörleri etkileşimi yaşaması sabit bir beğeni formunun oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle, aslında böyle belirli bir kurallar bütünü olmamasına rağmen genel estetik beğeni anlayışı olduğu görüşü günümüze kadar gelmiştir. Hume, “bizim insanların çeşitli duyguları arasında bir uyumluluk yakalayabileceğimiz ya da en azından bir duyguyu onaylayıp diğerini kınayan bir karar olarak beğeni ölçütü aramamızı gayet doğal olarak değerlendirmektedir (Öymen, 2010: 346).

Estetik beğeninin deneyim ile ve duyular yoluyla kişide oluştuğunu savunan ve deneyimi farklı bir açıdan değerlendiren Hume, “standart beğeni” ifadesini kullanırken bu ifadeyi insanoğlunun değişken duygularının uzlaştırılabilen, duygunun birini kınarken diğerini kabul edici bir karar sağlayabilen bir kural olarak tanımlar. Yani Hume, iki yaygın beğeni türü arasında başarılı bir çözüm sağlamanın farklı beğeni yargıları arasında pratik bir uyumluluk oluşturulmasıyla olacağı görüşündedir. Aslında Hume, bu çatışmaların çözümü olarak bir beğeni standardının oluşturulmasını görmektedir. Eğer bu standardizasyon kurulmazsa çok çeşitli beğeni yargılarının doğru ya da yanlışlığını, pozitif ve negatif yönlerini söylemek zordur. Renkleri algıladığımız gibi duyuların bir fantezisi olan güzellik de aslında objelerde var olan bir özellik değildir. Hume, bir şeyin renginin gerçek ya da doğruluğunu konuşmanın asla mümkün olmadığı görüşündedir. Bunun olabilmesi için genel bir renk algı doğruluğu olan bir kural olması gerekir. Eğer böyle genel bir kural varsa biz bir şeyin güzellik ve gerçekliği konusunda tartışabiliriz. Güzellik objektif bir şey değildir ancak önseziler bizi genel bir yargıya götürür. Sanat ve beğenide standart bir yaklaşımla geçmiş dönemlerden günümüze ulaşan eleştirel kurallar bütünü oluşmuştur. Bu eleştiriler ve sonunda oluşan genel kurallar bütünlüğü Hume’a göre kuşaklar arası deneyimden ileri gelmektedir. Beğeninin prensipleri, bütün dönem ve ülkelerde bizi memnun eden şeyin ne olduğuna verilen genel bir cevaptan oluşmaktadır (Kalar, 2006: 13). Beğenide etkili olan hem çevresel hem de kişisel

nitelikleri görebiliriz. Çünkü bir objeye karşı duyguların devinimi, deneyimlenerek şahsi; objeye ve çevresel şartların sunduğu durumlara maruz kalarak ise nesnel niteliklidir. Salt objeye kişinin çevre şartları, dinsel inanışlar ve kültürel değerler gibi olgularla birlikte yaklaşması beğeniyi bireysel bir tutum haline sokabilir. Ancak Dewey, tüm bireylerde ortak bir yapının olduğunu ve çevre şartlarının aynı olduğu kişilerin beğenilerinde de nesnellik olabileceğini savunmaktadır. Dewey, “Hepsi aynı organlara sahip; aynı yiyecekleri yer ve içerler, aynı silahlarla yaralanır, aynı hastalıklara tutulur ve aynı deva ile derman bulur.” demektedir (Eroğlu, 2011:263). Fakat Dewey’in bu görüşü standart bir çevresel şart olarak algılanmamalı, kişilerin olaylardan etkilenme oranına bağlı şekilde objeye katılan değer olarak anlamlandırılmalıdır. Doğumdan ölüme kadar yaşanan şartların insanın ruhsal durumunu iyi ve kötü anlamda beslediği düşünülürse Dewey’in yukarıda dile getirdiği şartları herkesin taşıma ve maruz kalma durumu farklılaşacaktır. Bu anlamda objeye yüklenen psikolojik yakınlık da farklı olacaktır. Bütün bireylerin yaşadıkları aynı olabilir ancak buna verdikleri tepkilerden doğan farklılıkları aslında incelemek gereklidir. Bazı bireylerin dinsel ve kültürel değerleri daha baskındır, bu konuda katıdır, bazıları ise yaşadığı psikolojik travmanın etkisi ile duyarsızlaşmış tek bir noktaya odaklanmıştır. Bazıları ise, sanatsal anlamda çok yetkindir; bazıları da sadece çevre baskısıyla eğilim edinmiştir. Dewey, deneyimi bu nedenle içsel bir durum olarak görmez. Deneyimi kişinin duyduğu ya da söylediği kişiye özel bir his olarak kullanmaz, kültür ve tarihle sınırlarını çizmektedir. “Tek kelimede biz, önceki insanların aktivitelerinden bize geçen ve yapılan pek çok şey ile insanların olduğu dünyada doğumdan ölüme doğru gidiyoruz. Bu gerçeği göz ardı ettiğimizde deneyim,