• Sonuç bulunamadı

2.1. Estetik Anlayış

2.1.3. Algı Yönetimi: Kurma Bebekler

Algılama, ne türden olursa olsun belli bir deneyimin akla yakın olduğundan emin olabilmek için onu, daha önceki deneyimlerimizin oluşturduğu bağlama dayandırmak zorunda oluşumuzdur; yani herhangi bir tekil deneyimden önce zihnimizin, daha önceki deneyimi yaşanmış şeylerin tipik biçimlerinden oluşmuş bir genel çerçeveye göre önceden bir eğilim edinmiş olması gerekir. Zihnimizi etkileyen bir şeyi ya da eylemi kavramak, onu olabileceklere ilişkin bir beklentiler sistemi içinde bir yerlere yerleştirmektir. Sınırları zaman içindeki deneyimlerimize göre çizilen kavrama dünyası, anımsamaya dayanan örgütlü bir beklentiler kümesinden oluşur (Connerton, 1999: 15).

Cüceloğlu (2002: 80-81), insanın algı ve duyularının farklı olduğunu, algılama anında beynin, bireyin içinde bulunduğu durumdan beklentilerini, geçmiş yaşantılarını, diğer duyu organlarından gelen başka duyuları, toplumsal ve kültürel etkenleri hesaba kattığını vurgulamaktadır.

Algılama dendiğinde durumu psikolojik yönden değerlendirmek faydalı olacaktır. Çevresinde pek çok algılanacak şey ya da durumla karşı karşıya olan insan, kendi içsel ve dışsal etkilenmelerine göre duyuları arasında tercihte bulunmaktadır. Ancak temelde insan zihninde gizlenen veya ortada duran hislerin etkilerini

konuşmak gereklidir. Çünkü bilinçaltımız bizi, yaşamımızda tahmin ettiğimizden çok etki altında tutmaktadır. Psikanaliz alanında bellek üzerine yapılan çalışmalar geçmişi bugüne çağırmayı canlandırma ve anımsama olarak iki yolla açıklamaktadır. Canlandırma, bilinçdışı isteklerin ve fantezilerin eline düşmüş öznenin sezgi izlenimi veren bir davranışla ortaya döktüğü bir eylem türüdür. Freud’un aktarım dediği anımsama, kişide var olan şeyleri yineleme zorlamasını özgürleştirmesidir (Connerton, 1999: 45). Freud’a (2011:58) göre, haz verici oldukları için vazgeçilmek istenmeyen şeylerin bazıları elbette “ben” değil de dış nesnedir. “Ben” in dışında olması istenilen ruhsal, acı verici sıkıntıların bazıları da “ben” den koparılamaz iç kaynaklardır. Kültürel algılamanın psikolojik olarak getirdiklerini iki maddede inceleyen Nisbet, Peng, Choi ve Norenzayan (2001; Aktaran: Bond ve Vijver, 2011:81), ilk aşamayı geçmiş yani ilgi duymanın psikolojik yapı seviyesinde farklılıkları (Haslam, Reichert ve Fiske, 2002; Aktaran: Bond ve Vijver, 2011:81) olarak ifade etmektedir. İkincisinde ise, kültürü, iki farklı kültür arasındaki bağlantı gücündeki farklılık olarak tanımlamaktadır. Toplumlardaki algılama değişiminden ve psikolojik etkilenmeden doğan farklılıklardan toplumların farklı kültürlerde yaşadıkları sonucuna varılmış, bu durum toplumsal belleği yaratan psikolojik neden olarak görülmüştür (Bond ve Vijver, 2011:81).

Toplumsal bellek tarihi anımsatan, kendisine doğrudan ulaşma olanağı kalmamış bir olgunun, duyu organlarıyla algılanabilir imleridir. Bu tür imleri bir şeyin izi olarak almak, onun varlığına dair bir bulgu olarak görmek bile doğrudan doğruya söz konusu imler hakkında yargılarda bulunmaktan öteye geçilmiş olduğunu gösterir. Tarihi yeniden kurma toplumsal grupların belleğinin biçimlenişini bu imgelerle sağlamaktır. Bu türden bir etkileşim devletin yurttaşların belleğini silme yolunda sistemli biçimde kullanıldığı durumlarda ortaya çıkar (Connerton, 1999: 27). Günümüzde çevresel şartların ağırlığı ve yoğunluğu içsel duygulara hükmedici durumu, belirli aralıklarda zihinde yer edinmeye uygun özellikteki reklam, her filmin yeni film konularını belirlemesi, her melodinin içindeki ideolojik sözler olarak karşımıza çıkmaktadır. Etkili olma baskısı altında teknik, psiko-tekniğe, yani insanların davranışlarını maniple etme yöntemine dönüşür. Halk şarkılarının eski ilgiyi görmemesi bunun yerine pop şarkılarının saygınlık kazanması kültür fenomeni

oluşturularak sürekli dinletilmesi fazla aşinalık kazandırır. Tıpkı serbest piyasa zamanında marka adlarının herkesin ağzında olmasının satışları artırması gibi.

Algı yönetimi insanların zihnine hükmetmektir. Kişi sahip olduğunu düşündüğü özgürlükle düşünür ve kendine aşina olan şeyleri düşünerek ve hissederek yani akıl ve sezgi yoluyla kabul eder diğerlerini atar. Düşünmek Einstein’a (1949:7; Aktaran: Root- Bernstein, 2002: 70) göre, duyuların kabulü izlendiğinde bellekteki resimlerin ortaya çıkması ve bunun sonucunda geçmişle ilişkili ya da ilişkisiz olan pek çok şeyle iletişim kurulmasıdır. Yönetim ise, kişinin belleğinde ortaya çıkması istenilen şeyleri estetikleştirip ona yakın tutmaktır. Freud kişisel psikolojiyi toplumsal psikoloji olarak görür. Bu anlamda bireysel değişim oluşturmak toplumu değiştirmek anlamına gelir ki, bunu da sağlayacak olan görsel ve yazılı materyaller ve sürekliliktir.

Kapitalizmin egemen olduğu kentlerde tüketim maddelerinin oluşturduğu büyük yığınlar ve reklam ışıkları özgür dünyanın sunduğu hemen göze çarpan görsel imgelerdir. Doğu Avrupalıların birçokları için Batı’daki bu imgeler Doğu’da onların sahip olamadıkları şeyleri özetler gibidir. Reklamın insanlara özgür seçme hakkı verdiği sanılır. Reklam, hep o aynı hiç değişmeyen o genel öneriyi yapmak için kendi başına kullanılan bir dildir. Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir (Berger, 2009:131).

Önerilen bu şey, bedenin metalaşması ve makineleşmesi ya da insanın şeyleşmesi, planlı ekonomiye geçişte kitle üretimini, kitle tüketimini ve işçiyi planlayarak parayı kontrol eden (Kumar,1995: 68; Aktaran: Saklı, 2013:110) fordist devletin, gündelik kapitalist akımının gereğini oluşturmaktadır. Bu akımın temelinde zihinleri belirli bir alana angaje etmek ve sonunda sözde mutluluğu vadetmek vardır. Duchamp’ın “Düşüncelerimin Fabrikası” imgesi hem deyim hem de başlık olarak sanatsal hünerin yanında bilinçli ya da bilinçdışı düşüncenin mekanikleşmesine işaret etmektedir (Foster, 2011:176). Böylece daha mekanik daha soğuk ancak daha hükmedici bir baskınlık algılamanın yönünü belirlemeye başlar. Bir endişe ya da bir gereklilik rolüne bürünerek görsel anlamda en etkili araç olan reklamın dayandığı temel huzursuzluk şu korkudan doğar: Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun

(Berger, 2009:143). Toplumda bir şeylere sahip olma arzusu yaratan bu sistem, özgürleşme kisvesi altında sermayeye hizmet eden, zihinleri etkileyen, onlara yön veren güçtür. Algılanması istenen obje ya da olguları nasıl algılanması istenirse o hale sokup toplumun ihtiyaç ve mutluluk gereksinimini karşılama amacına sunma politikası ortaçağın karanlık baskıcı tutumunun günümüzdeki çağdaş versiyonudur.