• Sonuç bulunamadı

4. BÖLÜM: ÇEVREYİ KURGULAMAK: TÜRKİYE’DE ÇEVRECİLİK

4.2. Çevre-Siyaset İlişkisi

4.2.3. Demokrasi ve Demokrasi Söyleminin İçerikleri

Demokrasi kavramı çevreci siyasetlerin çatı kavramıdır ve demokrasi kavramı içerisinde üretilen eşiktik, adalet, yurttaşlık gibi kavramların toplumsal ilişkileri düzenlemede belirleyici kavramlar olması gerekliliği vurgulanırken, aynı zamanda bu kavramların çevreyi ve insan-çevre ilişkilerini de kapsayacak biçimde genişletilmesi, çevreci siyasetin temel ilgi alanlarını oluşturur. Çevre örgütlenmelerinin sahip oldukları

139

siyasal söylemlerin demokrasi ve demokrasinin bu alt kavramlarıyla hangi ölçüde ilişki kurduğu ya da daha net bir ifadeyle bu kavramların içeriklerini benimsemeleri ve söylemlerine yansıtma düzeyleri siyasetin çevreci nitelikleriyle kurdukları ilişkiyi de gösterir. Bu anlamda siyasal algı biçimsel olarak bir siyaset yapma anlayışını ifade ederken demokrasi tartışmalarına katılım, örgütlenmelerin sahip oldukları siyaset anlayışlarını ifade eder.

Siyasal algının temel dinamiğini oluşturması beklenen demokrasi söyleminin farklı çevre örgütlenmelerinde farklı farklı düzeylerde ifade edilmesi mevcut siyasal algının da çevreci siyasetle olan ilişkisini ortaya koyacaktır. Bu bağlamda, bürokratik çevrecilik olarak isimlendirilen kategorideki çevre örgütlenmelerinin doğrudan siyaseti kapsayan demokrasi kavramıyla, pratik ve söylemsel düzeyde kurdukları ilişkilerin belirsizliği, bir çevre siyasetinin de yoksunluğunu göstermektedir. Oysa siyaset algısını siyaset kurumuyla kurulacak bir ilişkiden daha fazlasını içerecek biçimde düzenleyememiş bu örgütlenmelerin gündelik siyasetin ötesinde siyasetin kurucu kavramlarından olan demokrasiyle ve demokrasi kavramının içerikleriyle söylemsel düzeyde sahip oldukları ilişkisizlik öncelikle çevreci siyaset ve genel olarak çevrecilikle olan sorunlarına işaret etmektedir.

Bu bağlamda Türkiye Çevre Vakfı’yla yapılan görüşmede eşitlik ve adalet kavramlarının çevre sorunlarıyla olan ilişkisine ilişkin soruya verilen cevap, Vakıf’ın çevreci siyasetle olan ilişkisini özetler niteliktedir:

“Valla şöyle söyleyeyim, o konuda açıkçası vakfın adına şu anda bir şey söylemem mümkün değil. Yani ben hep şöyle cevap verebiliyorum: Bir geçen 38 yıl var, bir de son 2 yıl var. Bu son 2 yılda da şu anda verdiğim cevapların çok büyük bölümü yani %50’si %60’ı mütevelli heyetini bağlayacak nitelikteki şeylerse de biraz benim kendi fikrimi yansıtıyor.

140

Dolayısıyla buna cevap veremeyeceğim yani. Vakfın görüşü tam olarak şudur diye net cevap vermem doğru olmaz”.

Örgütlenme temsilcisi tarafında örgütleneme adına ifade edilemeyen içeriğin söylemsel olarak ifade ettiği şey, çevre siyasetine oluşturulun herhangi bir perspektifin olmamasıdır. Örgütlenmenin en faal iletişim aracı olan internet sitesinde siyasete ilişkin söyledikleri de genel genel geçer bir siyaset algısını yansıtmaktadır ki bu da çevre sorunları ve siyaset arasında kurduğu sınırın göstergesidir:

“Türkiye Çevre Vakfı’nın bir özelliği, çalışmalarını sürdürdüğü 39 yıldır; çevreyi hiç bir politik akımın parçası haline getirmemesi olmuştur. Bütün hizmetlerini yaparken hiç bir siyasî gruba ve uç akımlara angaje olmayan TÇV, zaman zaman bazı ters tepkiler alsa da, hukuk düzenine saygılı, objektif ve istikrarlı bir gönüllü kuruluş örneğini vermektedir”.(

Türkiye Çevre Vakfı, tarihsiz).

Siyasetle olan bağdaşmazlığını özellikle vurgulayan Vakıf’ın bu bağdaşmazlığı inşa ederken tasarladığı siyaset kurgusu, pratik ve gündelik siyasetin uyandırdığı çağrışımlardan kurtulamamış ve bunun sonucunda bütün yönleriyle çevre ve çevre sorunlarını da siyaset dışına itmiştir. Buna rağmen hukuk oluşturma ve bu süreçte devlet yönetimiyle ilişkiler yürütmeyi siyasal bir faaliyet olarak değerlendirmeyen Vakıf, hukuk kavramını siyaset bağımsız bir kavram olarak kurgularken demokrasi kavramını ve içeriklerini siyasal kavramlar bütünü olarak kendi algısının dışında tutmuştur. Kendi istikrarlılığını ön plana çıkaran Türkiye Çevre Vakfı, siyaset tahayyüllerini de bir pratik bir siyasi figürasyonun angajmanı olarak nitelemektedir.

Demokrasi bağlamındaki bu siyaset yoksunluğu çevre algısında da yoksunluğu zorunlu kılmaktadır. Siyaset “uç akımlar” ve “angaje olmak” ifadeleriyle beraber

141

tanımlanırken çevre kavramı sadece hukukun bir konusu olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda çevresel adalet ve eşitlik gibi hukuk ve demokrasi kavramlarının kesişim alanı içinde olan kavramların söylem aralığı içinde yer almaması hukuk perspektifini de sakatlamaktadır.

Demokrasi kavramını çevreci siyaset bağlamında değerlendirmeyip pratik siyasetin sınırları içerisinde değerlendiren diğer bir çevre örgütlenmesi TÜRÇEK’tir.

Siyaset algısı bakımından Türkiye Çevre Vakfı’yla aynı kategoride değerlendirilen TÜRÇEK’in demokrasi kavramına yaklaşımı da Türkiye Çevre Vakfı’yla paralellik göstermektedir. Ancak TÜRÇEK’i bu bağlamda kendine has kılan özellik, koruma ve yeşillendirme faaliyetlerini belirli bir gönüllü kitlesiyle gerçekleştirmesine rağmen toplumsal ilişkileri düzenleyemeye yönelik bir kavram olarak demokrasi söylemiyle arasına bir mesafe koymasıdır. Bu bağlamda çevre örgütlenmelerinin faaliyet alanları ya da iletişim halinde oldukları kitle yoğunluğu, örgütlenmenin oluşturduğu ya da oluşturmadığı demokrasi söylemiyle doğrudan bir ilişkisinin olmadığı söylenebilir.

Çevreci demokrasi söylemi kitlelerden ya da faaliyet alanlarından daha ziyade çevreyi ve çevre sorunlarını diğer etmenlerle yani insan ve teknoloji kavramlarıyla beraber düşünmeyle ve ancak bundan sonra oluşacak pratiklerle üretilme imkânı bulabilir.

TÜRÇEK örneğinde ise bir kavram olarak siyasete karşı takınılan tavır kendini insan merkezli bir perspektifle kurgulayan örgütlenmeye uygun olarak gündelik siyasetin içine hapsolmuştur. Böylece çevreci faaliyetlerle üretilmesi gereken demokrasi fikri de varlık imkanı kazanamamaktadır. Misyonunda (TURÇEK, tarihsiz) “çevre politikalarına bilimsel, ekonomik ve sosyal temelli yaklaşımlarla” etki etme amacı güden örgütlenmenin çevreci bir siyaset için söylem üretmekten özellikle kaçınması, çevreye çevre-toplum ilişkisine dair söylemlerini temelsiz bırakmaktadır.

142

Sahip olmaya çalıştığı imajın aksine çevre sorunlarına ilişkin söylemlerinin muhatabı olarak devlet ve şirket organizasyonları seçen ve bu anlamda çevreye ilişkin taleplerin muhatabı olarak kendisiyle kurumsal yapılar arasındaki ilişkileri gören Greenpeace’in Türkiye özelinde siyaset algısını kurguladığı bürokratik nitelikler, örgütlenmenin uluslararası yapısı ve lokal olarak ürettiği çevreci söylemler dikkate alındığında somut talepleri olan ve bunları kitlesel olarak ifade edebileceği bir siyasal söylem oluşturmasına izin vermez. Uluslararası bir kuruluş olma özelliği yerel çevre sorunlarına ilişkin halk kitlesiyle üzerinde uzlaşılabilecek somut bir siyaset için, örgütlenmeyi dışarda bırakırken, sorunları genel bir siyasal söyleme hapsetmektedir.

Greenpeace genel amacını şöyle ifade eder:

“Greenpeace'in çevresel yıkımı durdurmak dışında hiçbir amacı yoktur. Greenpeace dünyayı tehdit eden en önemli çevre sorunları üzerinde çalışır ve çözümler önerir”.

(Greenpeace, 2010).

Çevre sorunlarının kötü ve çözümün, sorunlara sebep olan şeyi ortadan kaldırmak olduğu söylemek bir siyaset üretmek şöyle dursun potansiyel siyasetlerin önünü de tıkar.

Çünkü oluşabilecek somut siyaset için bütün yolların açık olduğu imasını taşır ki çevreci siyasetin temel amacı, çevre-toplum ilişkisi üzerinde oluşturulabilecek bir siyasetin ve demokrasi söyleminin temelde birçok yolun baştan tıkalı olduğunu göstermektir.

Greenpeace’in somutlaştıramadığı siyasal söylemine ilişkin önemli bir örnek Türkiye’de inşa edilmesi planlanan nükleer santrallere ilişkin hazırlamış olduğu rapor olarak gösterilebilir. Raporda (Greenpeace, tarihsizB) nükleer enerji santrallerine ilişkin bütün sorunlar, insanı merkeze alan ekonomik, demografik, kültürel bağlamlarda incelenmekte ve nükleer enerji problemi bu bağlamda ele alınmaktadır. Bu elbette Greenpeace’in çevreyi düşünmediği anlamına gelmemekle birlikte farklı yerlerde ve farklı zamanlarda

143

aynı etkiyi gösteren sorunlara ilişkin tutarlı bir siyasal söylem üretemediğinin göstergesidir.

Somut ve tutarlı bir siyasal söylemin oluşturulamaması demokrasi kavramının da içeriğini doldurulamayacağı anlamına gelir. Greenpeace’in Türkiye’deki anayasa tasarılarına ilişkin önerilerinde (2012c) temel hak ve özgürlükler içerisinde çevre ve çevreyi içerecek herhangi bir ifadeyi kullanmaması da çevreye ilişkin siyasal söyleminin biçimsel olduğu kadar içerik anlamında da çevre kavramını kapsayacak bir demokrasi perspektifine sahip olamadığını gösterir.

Bürokratik çevreciliğin sahip olduğu siyasal algı, çevre sorunlarını kurumsal bir bağlamda ele alıp, toplum üyelerinin dâhil olabileceği bir söylem yaratamadığı için siyasal bir içerikten de yoksundur. Temel hak ve özgürlüklerin çevreyi kapsayacak biçimde genişletilmesi, insanlar arasındaki ilişkinin olduğu kadar çevre-insan arasındaki ilişkinin de daha eşit biçimde düzenlenmesi, adalet kavramının çevreyi de içerecek biçimde yeniden tanımlanması gibi çevreci siyasetin söylemsel ve pratik anlamda içeriğini oluşturan ifadeler bu nedenle bu örgütlenmelerin programlarında olmadığı gibi tahayyüllerinde de yer alamazlar. Demokrasi ve demokrasi söyleminin içerikler olumsuz anlamda inşa edilen bir siyaset söyleminin içine hapsedilir. Bu bağlamda siyaset en iyi ihtimalle sessiz kalınması gereken bir alan kötü ihtimalde uç ve marjinal gurupları eylemi olarak nitelendirilir. Siyasetin kendisinin bu minvalde algılanması, söylemsel olarak bir içerik oluşturamama ve çevreci siyasetin ihtiyaç duyduğu demokratik perspektiften yoksunlukla sonuçlanır.

Buna karşılık sivil toplumcu çevrecilik, pratikte muğlak olsa bile demokrasi ve içeriklerinin söylemsel olarak dile getirildiği örgütlenmeleri içerir. Çevreci değerlerin

144

yayılması konusunda siyaset kurumu ve toplumsal taban arasında bir ara yapı oluşturan bu tür çevrecilik, siyasal bağlamda kendi konumunun zorunlu işlevi olarak demokratik değerlerin savunusunu oluşturacak söylemsel içeriği oluşturmada, kendi faaliyet alanlarını merkeze alarak bir siyasal ufuk kurgusu oluşturmuşlardır. Yani faaliyet alanları demokrasi kurgusunun başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Demokrasi söyleminin yoğunluğu ve çevreci siyasetin pratiklerine yakınlığı ise örgütlenmelerin çevreci değerlerle kurdukları ilişkilerle yakından ilgilidir.

Bu bağlamda TEMA Vakfı’nın demokrasi kavramı çerçevesinde üretmeye çalıştığı söylemleri, kitlelerle kurduğu ilişkiler bağlamında haklar ve yurttaşlık kavramılaryla beraber değerlendirilirken siyaset kurumuyla ilişkiler bağlamında çeşitli demokratik hakların yeni hukuk düzenlemeleri bağlamında ele alındığı görülmektedir.

Siyasi partiler için hazırladığı Ekosiyaset Bildirgesi’nde (2015) çeşitli çevre sorunları tanımlanıp ifade edildikten sonra sonuç kısmında ihtiyaç duyulan yeni hukuki haklar şöyle ifade edilmiştir:

“Düzenlemeler öncelikle Bilgi Edinme Hakkı Katılım Hakkı

Başvuru ve Dava hakkı Ekosistem Hakkı

Ekosistemin Korunmasını Talep Etme Hakkı

Olmak üzere beş temel hakkı gözetmelidir… Bunlardan “katılım hakkı”, “ekosistem hakkı”, “ekosistemin korunmasını talep etme hakkı” Anayasamızda düzenlenmemiş olup, ekosistemin korunmasındaki en temel eksikliklerdendir”.

Bildirgede hakların tanımlanmamış olması göz ardı edildiğinde, çevre kavramının hukukun içine eklemlenmesi için oluşturulan söylem çevreci siyaset için oluşturulan

145

önemli çabalardan biri olarak değerlendirilebilir. Çevre örgütlenmelerin siyaset kurumuyla kurduğu ilişkiler göz önüne alındığında, anayasa için oluşturulan bu taleplerin çevre siyasetini sadece kanun düzenlemeleri için değil bir yaşam standardı oluşturmak için de söylemsel olarak genişlettiği söylenebilir.

TEMA Vakfı’nın siyaset kurumundan talepleri anlamında oluşturduğu haklar söylemi çevreci siyasetin öğelerini içeriyor olsa da söylemin diğer yönünü oluşturan kitlelerle, demokrasi ve haklar bağlamında kurulan ilişki siyaset kurumuyla kurulan ilişki kadar net bir perspektife sahip değildir. Demokrasi ve çevreci bir demokrasi perspektifinin içerikleri siyasetten talep edilmesi gereken haklar olarak değil, ideal bir topluma varma sürecinde insanları yönlendirme, eğitme, bilinçlendirme gibi süreçleri içeren ideal durumları kapsamaktadır.

TEMA Vakfı’yla yapılan görüşmede çevreciliğin yurttaşlık kavramıyla olan ilişkisine yönelik şunlar ifade edilmiştir:

“…önce yurttaş olmayı bilmemiz lazım mutlaka. Yani “ben yurttaşım, bu hakkımı istemeliyim” bunu bilmeliyiz. Yani benim ağacım burada kesiliyorsa neden kesiliyor bunun hesabını sorabilmeliyim. Ama bu yurttaşlık olgusuyla olur, Yurttaşlık olgusunu yaşayamıyoruz biz… Yani bence yurttaş olarak kendi haklarımız, önce kendi hakkımızı, çevre yaşam hakkımızı bilmemiz lazım… ne zaman ki yurttaş olup haklarımıza sahip çıkacaksak çevre sorunları da o zaman hallolacaktır”.

Öncelikle belirtilmesi geren nokta görüşme boyunca yurttaşlığın çevreci yurttaşlık bağlamında değil devlet ile birey arasındaki ilişkiyi tanımlayan biçimde görüşmeci tarafından değerlendirilip ele alınmıştır. Buna bağlı olarak, yurttaşlık çevre değerlerinin içerildiği ve bu bağlamda oluşturulan bir demokrasi tanımını içeren bir perspektiften

146

değil, yurttaş olma bilincinin çevre sorunlarıyla mücadele etkin bir rol üstleneceği ideal bir durumu tasvir etmektedir. Bununla birlikte haklar konusunda yapılan ayrın yani “önce kendi hakkımız”ın bilinmesi gerekliliği bir hiyerarşik zincir içinde en üste konumlandırılan insan sahip olduğu haklardan sonra diğer canlıların haklarının gelmesi de ideal bir tahayyül içinde çevreci siyasal değerlerin konumlanışı ifade eder. söylemsel olarak yurttaşlığın ve hakların dillendirilmesi Türkiye örneğinde bir basamak oluşturması bakımından önemliyken bunun tutarlılıkla ifade edilememesi çevreci siyasal değerlerle mesafeyi vurgulamaktadır.

Görüşmeci yurttaşlık vurgusundan sonra eşitlik ve adalet kavramlarını bunun bir zorunlu sonucu olarak ifade ederek yurttaşlık ve eşitlik kavramlarını birbirlerini içerdiğini ifade etmiştir. Ancak adalet ve eşitlik kavramlarının kullanımı da pratik bir siyasetin içeriğini oluşturacak bicinde değil sahip çıkılan değerler anlamında bir ideali ifade etmek için kullanılmıştır:

“Başkasının hakkını, ama bu kurdun kuşun herkesin hakkını. Yani başkasının hakkını sadece insan olarak algılamamak lazım. Bütün canlıların, cansızların hepsinin hakkı olduğunu, o ekolojik zincirde sadece ufak, o zincirden insan olarak bir parça olduğumuzu bilmemiz… hepsini kavrayan, kucaklayan bir çevrecilik. Başka türlü olmaz. Yani, o adaleti ya da o eşitlik duygusunu bütün canlılar için, bütün doğa için genişletmediğimiz müddetçe bir şeyleri sömürmeye devam edeceğiz doğa içerisinden”.

Cümlelerdeki romantik vurguyla beraber idealleştirilmiş yurttaşlık, pratikten soyutlanmış bir hak söylemine kapı aralarken, adalet ve eşitlik kavramları söylemsel olarak siyasal pratikler, en azından siyasal tahayyüller yerine toplumsal bir duygu durumuna gönderme yaparak, adaleti ve eşitliği ideal bir dünyanın gereklilikleri olarak konumlandırmaktadır.

147

TEMA Vakfı’nın bu kavramlara ilişkin tutumunda, kendisi ve siyaset kurumu arasında oluşturulan bir senaryoda hukuksal talepler olarak net bir biçimde ifade edilirken, söylemin tabana yöneldiği, kitlelerle iletişime girmesi gereken yerde dillendirilemeyen bir muğlaklık dikkat çekicidir. Bu anlamda TEMA Vakfı kitleleri siyasete dâhil edebilecek herhangi bir söylemden özellikle uzak durulmakla birlikte demokrasi desibeli düşük biçimde birlikte bir ideal olarak dillendirilmektedir.

Çalışmalarını korumacı bir perspektiften yürüten ve sivil toplum örgütü olma niteliğine vurgu yapan Doğa Derneği için çevreci siyasetin algılanma biçimi Türkiye’deki sivil toplum oluşturma sorunuyla paralellikler göstermektedir. Demokrasi sorununun alt kavramlarıyla beraber bütüncül bir sorun olduğunu vurgulayan doğa derneği çevreci bir siyasetin oluşamamasını da sivil toplum alanındaki parçalanmışlığa vurgu yaparak açıklamaktadır.

“Buradaki en büyük sıkıntı, aslında sivil toplum için bence yaşanan en büyük sıkıntı, bizlerin bu bütünsel, bütün olarak bakmamız gereken sorunların karşısında bir bütün ve bir işbirliği içerisinde hareket edemiyor olmamız”.

Sivil toplumdaki bütünlük yoksunluğunun daha ileri bir siyasal perspektifi etkin kılmak adına bütün örgütlenmeler için sorun olduğunu ifade eden Doğa Derneği, bu parçalanmışlığın hak ve özgürlükler düşüncesini de parçaladığını ifade etmektedir.

“biz yani hak kavramının parçalanmaz bir bütün olduğunu düşünüyoruz. İnsan hakkı, doğa hakkı, çocuk hakkı, kadın hakkı, ne kadar çok bunları ayırırsak o kadar çok bunların savunması da aslında ayrılıyor. Yani tabi ki kadın hakları veya doğa hakkı için çalışan doğa derneği faaliyetlerine devam etmesin demiyorum. Ama keşke işbirliği içerisinde

148

çalışabilsek… şimdi çocukların öldüğü bir dünyada şimdi biz akbabayı mı kurtaralım dediğiniz zaman işte o çocuğu öldüren şeyle akbabayı öldüren şeyin aynı kaynaktan geldiğini biz kaçırıp, o zaman o orada çocuklar için bir şeyler yapıyor ama küçük bir şey yapabiliyor.

Ben burada akbaba için küçük yapıyorum, bir araya gelip daha büyük bir değişim yaratabilme ihtimalini hep kaçırıyoruz”.

Siyasete ilişkin bakış açısı çevre-insan ilişkilerine oranla daha bütünlükçü olan Doğa Derneği demokratik haklar konusundaki bu tutumu çevreci siyasetin niteliklerine onu yaklaştırırken, söylemsel olarak tutarlı olan bu tavrın pratik etkilerinden söz etmek mümkün değildir. Sivil toplum ve haklar kavramları çevresinde inşa edilen siyasal söylemlerin gündelik siyaset içinde içinden çıkılmaz bir döngüye girdiği vurgusu pratikte var olmayan uygulamaların dolaylı bir yansıması olarak okunabilir.

Çevreci bir siyasetin parçası olmayı amaçlayan bu söylemlerin içinde barındırdığı temel sorun, söylem içeriklerinin yani demokrasi kavramının kurucu unsurları olan sivil toplum ve hak kavramlarının bir ideal olarak kabul edilmesi ve örgütlenmenin faaliyet alanlarında gerçeklik kazanamamalarıdır. Doğa Derneği’nin Türkiye’deki siyaset yapma biçimleriyle yaşadığı sorun bu duruma eklendiğinde, bu kavramlar siyasal bir talebin içerisinde konumlanmak yerine yokluğunun yarattığı sorunlar çevresinde ele alınmaktadır. Bununla birlikte sivil toplum ve haklar bağlamında dile getirilen demokrasi söyleminin siyaset kurumuyla Doğa Derneği arasındaki bir uyuşmazlığın ürünü olarak inşa edilmesi, bu kavramların gerçeklik kazanması için toplumsal tabanda etkin bir faaliyet alanının yaratılmadığını da ima etmektedir. Böylece demokrasi söylemi siyaset kurumuna gönderme yaparken eksikliği üzerinden tanımlanır ancak kitlelerle ilişkilendirilmesi kavramlara ilişkin bir muğlaklığı yeniden üretmektedir.

149

Çevreci siyaset algısını doğrudan siyasetin bir parçası ilişkisizliği özellikle vurgulayarak sivil toplum kavramı üzerine inşa eden WWF’in demokrasi kavramıyla kurduğu ilişki de sivil toplum ve yerel yönetimlerle iş birliğini geliştirmek üzerine inşa edilmiştir. Genel geçer ifadelerin dışında siyaset söylemine siyaset pratiklerini etki edecek bir içerik dahil etmeyen WWF, “hükümetlerin doğa ve çevre politikalarına etki etmeye çalışmak” gibi bir misyonu üstlenmesi de çevreci bir siyaset için ciddiye alınacak bir söylem değildir. Varlığıyla zaten bu misyonu kabul eden bir çevre örgütlenmesinin demokrasi kavramı çerçevesinde oluşturduğu en etki pratik diğer sivil toplum örgütleriyle iş birliği içinde olmasıdır:

“…biz bir sivil toplum örgütüyüz diye başka bir sivil toplum örgütüyle çalışmayacak değiliz. O anlamda da ilgili eğer deniz kıyıyla alakalı, denizcilikle alakalı bir stk varsa onlarla da çalışıyoruz. Yani ilgili ne var, ne kadar birim varsa onlarla yakın temasta, işte omuz omuza, nasıl gerekiyorsa, ortam oluşuyorsa o şekilde. Ama bu tabi doğanın ve oradaki insanların yararına olacak şekilde bir sistemde, yani bu bir çıkar gözeterek yapılan bir şey değil. Bir çıkar gözetiliyorsa o da doğanın çıkarı gözetilerek yapılıyor”.

Sivil toplumcu çalışma pratiklerini ve içeriklerini ilişki içinde olduğu bütün örgütlenme ve kitlelere yayma söylemi, çevrenin korunması ve bir çevre algısının yaratılması için önemli bir eylem olsa da çevreci siyaset bağlamında bir anlamıyla siyaseti dışarda bırakan bir etkinliği de içinde barındırır. Bu sivil toplumcu pratik bir taraftan demokrasi söylemini, örgütlenmenin faaliyetlerinin gerekçesi olarak kurarken diğer taraftan siyasete ihtiyaç duyan çevre sorunlarına ilişkin düzenlemelerin kitlesel bir talebe dönüştürülmesinin önüne geçer. Bu anlamda TEMA Vakfı ve Doğa Derneği’ndeki aynı muğlaklık WWF için de geçerlidir. Demokrasi sadece sınırları belirlenmiş bir faaliyet alanının göstergesi konumundayken toplumsal dönüşümün katalizörü olmaktan uzaktır.

Buna bağlı olarak çevreci bir siyasetin imkânı biçimsel olarak sürekli var olsa da içerik

150

ya sürekli ötelenmekte ya da örgütlenmenin ilgi alanına girmeyerek faaliyet alanının sınırları dışında tutulmaktadır.

Bununla birlikte eşitlik ve adalet kavramlarının algılanma biçimi, 2014 yılında yayınlanan Yaşayan Gezegen Raporu’nda insani ihtiyaçların ve sorunların bir paracı olarak görünmekte, insan için adil ve güvenlik alan olarak bu kavramlarında içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal birçok sorunun aşıldığı ve çevrenin bu duruma entegre edildiği bir yaşam alanı tahayyül edilmektedir. Bu bağlamda eşitlik ve adaletin görece daha adil toplumsal tesisinden sonra çevrenin insani yaşam alanlarına dâhil edilmesi fikri, çevreyi siyasal bağlamda ikincil bir pozisyona yerleştirir. Eşitlik ve adalet kavramlarına ilişkin bu yaklaşımı sivil toplum vurgusuyla beraber düşündüğümüzde, sivil toplum vurgusunun çevre sorunları içerisinde bir hiyerarşi oluşturarak öncelikli çözülmesi gereken sorunları kategorisine toplumsal bir olgu olarak çevreyi yerleştirdiğini ancak siyasal bir olgu olarak çevreyi toplumsal ilişkilerin etkinlik alanı içerisinde konumlandırmadığını anlayabiliriz. Eşitlik ve adalet kavramları ise sadece insanların birbirleriyle ilişkileri içinde siyasal bir anlam kazanırken, çevre sorunlarıyla olan ilişkileri, insanlar arasındaki ilişkilerin dolayımından geçirilerek inşa edilmektedir.

Sivil toplumcu çevre örgütlenmeleri içinde siyasetle kurulan ilişkinin içerik anlamında en uç örneklerini temsil eden ÇEKÜD, kendi aidiyetini ifade ettiği muhafazakar perspektifin siyasal söylemlerini, çevre olgusu ve çevre sorunlarıyla birleştirecek söylemlerle kendi siyasal tahayyülünü kurgulamaktadır. Bu bağlamda çevreci siyasetin sahip olduğu değerler de örgütlenmenin siyasal perspektifiyle çevre algısı arasında sıkışmıştır.

151

Siyasal bir konumdan inşa edilen çevre algısının ÇEKÜD için temel anlamı insanların daha iyi şartlarda yaşayabilmesi için çevre sorunlarının çözülmesi ve insanların bu sürece daha aktif olarak katılmasıdır. “Daha Yeşil Bir Anayasa” başlıklı, Anayasanın iyileştirilmesi için tavsiyeler bulunan yazıda (Yorulmaz, 2012) temel haklara ilişkin kendi tutumunu destekleyen ifadeler yer almaktadır:

“Anayasa, insan hak ve özgürlüklerini koruma adına önce aile yapısını, daha sonra da sosyal, fiziksel ve ekolojik çevreyi korumak ve bunlar arasındaki hukuku gözetmek zorundadır… Özgür aklın ve vicdanın kabul ettiği, kesin ve ortak olan evrensel değerler ve insanın doğuştan sahip olduğu eşit, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez haklar olarak din, inanç, can, mal, akıl ve nesil emniyeti anayasa ile teminat altına alınmalıdır. İnsan çevre arasındaki barışın sürekliliğini sağlamak, vatandaşlar arasındaki dil, din, mezhep, etnik köken vb. ayrımlarını ortadan kaldırmak, devletin ana görevleri arasında tanımlanmalıdır”.

Alıntıdaki öncelikli iki önemli vurgu ÇEKÜD’ün çevreci bir siyaset bağlamında demokrasiyi algılama biçimini ifade etmektedir. Bunlar ilki ilk cümlede göze çarpar.

Anayasaya yüklenen insan hakları korumak adına çevreyi koruma vurgusudur. WWF’in siyasal çevre algısında karşımıza çıkan çevre ve toplum arasındaki hiyerarşik ilişki ÇEKÜD’ün metninde bu defa haklar konusuna vurguyla belirmektedir. İnsan hak ve özgürlükleri için çevrenin korunması gerektiği vurgusunu biçimsel olarak sahip olduğu hiyerarşik yapı, çevreyi temel niteliği bakımından insan otoritesine bağlamakta ve çevre hakkının en azında söylemsel olarak insanı olduğu kadar çevreyi ve çevrenin içerdiği diğer canlıları eşit biçimde eşit biçimde kurgulaması gerektiği göz ardı etmektedir. İkinci önemli nokta yine çevreyi algılama biçimiyle ilişkili olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan ve çevre arasındaki barışın sürekliliği ifadesi, insan olmaktan kaynaklı konum itibariyle değerlendirildiğinde, iki potansiyel düşmanın uzlaşısı olarak çevre-insan ilişkisini