• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1. CHP HÜKÜMETLERİNİN DIŞ POLİTİKASI DOĞRULTUSUNDA PROPAGANDA ALGISI VE

1.3 İKTİDAR ARACI OLARAK PROPAGANDA: KAPSAM VE AMAÇ

1.3.1 Dış Tehdit Algısı

II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada ve Türkiye’de meydana gelen bir takım makro değişimler, kendisini Türk dış politikasının 1945’ten sonra geçirdiği evrede göstermiştir. II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin hemen ertesinde başlayan sıcak diplomatik çatışma veya daha çok bilinen adıyla ‘Soğuk Savaş’278, Sovyet Rusya’nın Türkiye’den Boğazlarda üs ve Kars-Ardahan’ı kapsayan toprak talepleri neticesinde, Türk siyasal hayatında önemli değişimleri başlattığı bir safha olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve 1950 yılına kadar süren dönemde Türkiye'nin

277 Uçarol, Siyasi Tarih, s. 823-824.

278 Bknz: Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, 1983; Türk Dış Politikası 1919-1980 - Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler,

Yorumlar, (cilt I : 1919-1980), ed., Baskın Oran, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002; Mehmet Gönlübol,

Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara Üniversitesi Siyasanal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969; Oral Sander, Siyasi Tarih Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1980’e kadar, Ankara, İmge Kitabevi, 1989; Henry Kissinger, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2002; Cüneyt Akalın, Soğuk savaş ABD ve Türkiye : Olaylar-belgeler (1945- 1952), İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003; İsmail Soysal, Soğuk Savaş Dönemi ve Türkiye Olaylar Kronolojisi 1945- 1975, İstanbul, İsis Yayımcılık, 1997; Ayşegül Sever, Soğuk savaş kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu:

1945- 1958, İstanbul, Boyut Yayıncılık, 1997; Cemal Acar, Soğuk savaş / Süpergüçlerin Hakimiyet Kavgası, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2007; Walter Lafeber, America, Russia and The Cold War 1945- 1992, New York, McGraw Hill Book Co., 1993; Cold war constructions, the political culture of United States imperialism 1945-1966, ed., by Christian G. Appy, Amherst, The University of Massachusetts,

2000; The Cold war and the Middle East, ed., by Yezid Sayigh-Avi Shlaim, New York, The Clarendon Press, 1997; Anthony Parsons, From Cold War to Hot Peace 1947-1995, London, Penguin Books, 1995; Nasuh Uslu, Turkish Foreign Policy İn The Post-Cold War Period, New York, Nova Science Publishers, 2004; John Lewis Gaddis, The United States And The Origins Of The Cold War : 1941-

83 uyguladığı dahili ve harici propaganda ise izlediği dış politikanın doğal bir uzantısıdır.

Sovyet Rusya’nın 1925 Türk-Sovyet Muahedesini yenilemesi karşısında talep ettiği Boğazlarda üs ve Kars-Ardahan toprak talepleri, resmi olarak 1946 yılından itibaren Türkiye’ye verilen notalarda görülmüştür. Bu durum ise Sovyetlerin Türkiye’ye saldırıp saldırmayacağı belirsizliğini canlı tutmuştur.279 Türkiye’de bu konuda yersiz bir vehim yaşanmadığı açıktır. Sovyet notalarında, kesin olarak Boğazlarla ilgili bir talepte bulunulmuş olması, SSCB-Türkiye ilişkilerini gerginleştirirken aynı zamanda bu durum Türkiye’nin kendi kamuoyunu olası Sovyet tehdidine karşı yönlendirmesinin ana sebebi olmuştur. Modern Türkiye tarihinde, 1945-50 döneminde izlenen dış politika ve bu gayeye matuf uygulanan propaganda bir gerçeklik sınavına tabi tutulamamıştır. İktidarın her şeyden evvel Sovyet karşıtı bir propaganda izlemesinde gerçek veya sanal algılarla hareket ettiği iddiaları, süregelen bir tartışmadır. Bu tartışmanın kilit noktasında Moskova’da Molotov ile görüşen Selim Sarper yer almaktadır. Faik Ahmet Barutçu anılarında, 1944 yılında Moskova’ya Büyükelçi olarak tayin edilen Selim Sarper’in Türk Dışişleri Bakanı’nın da hazır bulunduğu resmi törende büyükelçilik itimatnamesinin kabulünden sonra yaşananları aktarmıştır. Barutçu, Stalin’in Alman işgali sırasında, Rus toprakları üzerinde Almanların davetiyle gezen gazeteciler grubunda yer alması sebebiyle, Selim Sarper’in şahsına iğnelemede bulunduğunu kaydetmektedir. Barutçu, Selim Sarper’in üzerinde düşünülmesi gereken bir diplomat olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Bunu onlara söyletmek için sanki bizimkiler Selim Sarper’i seçmişler diyeceği geliyor insanın. Bunu biraz düşünmeli değil miydik?”280 Benzer şekilde Yalçın Küçük, Sarper’in savaş bittikten hemen sonra, ABD yörüngesine girmek isteyen Türkiye’nin çatışmayı dahi göze alan yapısını meydana getirdiğini düşünmektedir.281 Sarper’in kişisel rolünün Sovyet Rusya - Türkiye ilişkilerinde kopuşa yol açıp açmadığı tartışmalarını Cüneyt Akalın da sorgulamaktadır. Akalın’a göre İnönü’ye yakın olan ve bu sebeple her zaman kritik görevlerde yer alan Selim Sarper, Türk dış politikasını tümüyle değiştiren dönemde kilit isim olarak görev yapmıştır. Akalın’a göre Sarper’in kariyeri, “Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını

279 Hale, Türk Dış Politikası, s. 113.

280 Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Hatıralar Milli Mücadeleden Demokrasiye İkinci Cilt Çok Partili Sistem

ve İktidar Değişikliği, Ankara, 21. Yüzyıl Yayınları, 2001, s.706.

281 Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 1908-1978 İkinci Kitap, 2. Basım, Tekin Yayınevi, Aralık 1984,

84 vuran ulusal bağımsızlıkçı diplomat tipinden Batı ile entegrasyonu esas alan diplomat tipine geçişin simgesidir”282 Bu konuda Sarper’in Türkiye-Sovyet ilişkilerini gerginleştiren isim olduğu iddiasının devlet politikasıyla örtüşmeyeceğini, fakat Sarper’in Batı ile birlikte hareket etmek isteyen Türk dış politikasının bir aracısı olduğunu ifade edebiliriz. Diğer yandan Akalın’ın iddiasının aksine Sovyet Rusya ile Türkiye’nin ilişkisinin birden bire bozulmadığı da aşikârdır. Zira Sovyetlerin Çarlık Rusyası’ndan aldığı miras, uyguladığı politikanın ana nedeniydi. Buna göre Sovyetler zayıf olduğu zor zamanlarda, 20’li ve 30’lu yıllarda Türkiye ile yakınlaşmasında olduğu gibi Boğazların kapalı olmasını isterken, siyasi ve askeri olarak güçlendiği zamanlarda ise Boğazlarda yetkin olmak istiyordu.283 Hatta dış politikalarına uygun olması sebebiyle Sovyetler, Montrö Boğazlar Sözleşmesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sözleşmenin görüşüldüğü gün onaylamıştır. Bu durum Montrö’nün Sovyet politikasına uygun olduğunun göstergesidir.284

1939’dan itibaren ise Boğazlardan geçiş rejimi ile ilgili bir değişiklik arzusu bulunan Rusya, Yalta ve Potsdam Konferansları sırasında bunu ortaya koymaktan çekinmemiştir. Ahmet Faik Barutçu’ya göre “Rusların politikaları dostları için de tehlikelidir. Rusların bizim hakkımızdaki düşünceleri de başka türlü olamaz. Ya dostane veya düşmanane istila. Maksad ve hedefi bu olan politikaya karşı bizim politikamız Anglo-saksonlarla bir yürümekten başka bir şey olamaz. Ruslara cephe almadan tabii.”285 Bu doğrultuda Sovyet-Türk ilişkilerinin birdenbire bozulmadığı Rusların dış politikasına uygun olarak değiştiğini vurgulamalıyız. Yalçın Küçük bu konuda, dönemin yapısına uygun bir biçimde, Sovyetlerin ‘şimdi biz kuvvetliyiz’ sözüne uygun olarak Türkiye ile yeni dostluk anlaşması yapmak için uyguladığı baskıyı, Türkiye’nin ‘gereken fiyatı ödemesi’ olarak yorumlamaktadır. Küçük’e göre, Türkiye, kuvvetli değiştikçe dostluğunu değiştirmektedir.286 Oysa iktidarın ‘şimdi biz kuvvetliyiz’ diyen Sovyetlerle dostluğu bozması, yeni bir dost aramaktan çok tarihsel Rus emperyal arzuları karşısında, denge arayışından kaynaklanmıştır. Türkiye,

282 Cüneyt Akalın, “Tarihin Dönemecinde Bir Diplomat: Selim Sarper”, Mülkiye Dergisi, Cilt 29, Sayı

249 (KIŞ), 2005, s. 51 ve 60-61. (İçinde 49-61)

283 Kemal Baltalı, 1936 - 1956 Yılları Arasında Boğazlar Meselesi, Ankara, Yeni Desen Matbaası, 1959,

s. 175.

284Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938) Türkiye Cumhuriyet Tarihi İkinci Kitap,

Ankara, Kalite Matbaası, 1974, s.193.

285 Barutçu, Siyasi Hatıralar, s.705-706.

85 Sovyet baskısının dostane olmadığını düşünmekte haklı idi, zira Sovyetler 8 Ağustos’ta verdikleri notanın hemen akabinde Kafkasya sınırında büyük askeri faaliyetler yürütmüşler, donanmalarına Türkiye sınırında manevra yaptırmışlardı. 287 Tüm bunların yanında Küçük’ün ifade ettiği gibi Sovyetler, Türkiye’nin ‘dostluğunu’ elde etmek üzere Sovyet yayın organlarında Türkiye’yi ‘sert bir biçimde’ eleştirmeye başlamıştı.288

Almanya’nın teslim olmasından sonra SSCB’nin kısa bir sürede Avrupa’da Hitlerin boşalttığı yerleri doldurması289, Doğu Avrupa ve Balkanlarda Vatan Cepheleri kurması, Yunanistan’da iç savaşa taraf olması, İran’da bağımsız devletler kurdurması ve Boğazlara yönelik notaları, Stalin’in Türkiye’ye saldırıp saldırmayacağının cevabını veremezse de Türkiye’nin bu dönemde bir endişe yaşamasına neden olmuştur. Bu sebeple yürütülen politikanın Sovyetleri hedef alması kaçınılmaz bir hale gelmişti. İddia edildiği gibi Sovyetler Türkiye’nin dostluğunu sağlamak üzere hareket etmiş olsa dahi, Rus talepleri ve Sovyetlerin diğer tüm faaliyetleri, Ankara’nın Sovyetlerden korkarak uzaklaşmasına neden olmuştur.

1946 yılının Ocak ayında ABD Büyükelçisi ile görüşen Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Sovyetlerle yaşadıkları son aylardaki gelişmeleri değerlendirirken, Sovyetlerin Türkiye’ye müdahalesinin, o an için vazgeçilmiş bir seçenek olduğunu şu şekilde ifade etmiştir: “Sovyet Hükümetini Türkiyedeki Rus ajanları yanıltmışlardı. Bunlar öyle bir hava vermişlerdi ki meyva ağaçtan düşecek olgunluğa sanki erişmiştir. Dışarıdan ağır bir baskı, tehditler, radyo ve basında şiddetli kampanya, içerde de komünist temayüllü gazeteler yayınlanması, bir komünist propagandasına girişilmesi rejimi bozguna uğratacak ve bir dost hükümetin Ankara’da kuruluvermesini sağlayacaktır.”290 Saraçoğlu’nun ifadelerine göre, Türkiye Ankara’da dost bir hükümet tesis etmek isteyen Sovyetlerin baskı ve propagandasına maruz kalmıştır. Sovyetler bu baskıyı Moskova’dan olduğu kadar, ülke içerisindeki ‘ajanlar’ vasıtasıyla propaganda yoluyla gerçekleştirmek istiyordu. Saraçoğlu’nun ABD büyükelçisine ülkesinin maruz kaldığı baskıyı anlatmasının sebebi, Sovyetlere karşı

287 Baltalı, Boğazlar Meselesi, s. 160.

288Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 1908, s. 313.

289 Georges Langlois, Jean Boismenui Luc Lefebvre, Patrice Regimbald, 20. Yüzyıl Tarihi, çev., Ömer

Turan, Nehir Yayınlar, Aralık 2000, s. 275.

86 ‘güçlünün desteği’ni almaktan daha çok klasik dış politikanın denge unsurunu sağlamaktır.

Sovyetlerin yeni bir taktik aramaları, SSCB’nin Türkiye’deki amaçlarına yönelik girişimi engellememiş, süreç kesintisiz olarak Stalin’in 1953 yılında ölümüne kadar sürmüştür. 30 Mayıs 1953 tarihinde Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı M. Molotof tarafından Türkiye Büyükelçisine tevdi edilen notada, SSCB’nin talep ettiği Boğazlar ve Kars-Ardahan topraklarından vazgeçtiklerini beyan etmiştir:

“Son zamanlarda Sovyetler Birliğinin komşu devletlerle münasebetleri meselesi ile meşgul olan Sovyet Hükûmeti, diğer meseleler arasında Sovyet-Türk münasebetlerinin birkaç sene evvel iki devlet mümessillerinin resmi görüşmelerinde mevzuubahis edilmişti. Bu görüşmelerde Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin Türkiye’ye karşı bazı toprak iddiaları ve aynı veçhile Sovyet Hükûmetinin, Sovyetler Birliği emniyetine Karadeniz Boğazları cihetinden gelebilecek tehdidin bertaraf edilmesine müteallik mülâhazaları da yer almış bulunuyordu. Türkiye Hükûmeti ve içtimaî mahafili bunları teessürle karşılamış ve bu da Sovyet-Türk münasebetleri üzerinde tesirini göstermekten hali kalmamıştı. İyi komşuluk münasebetlerinin idamesi ve barış ve emniyetin tarsini namına Ermenistan ve Gürcistan Hükûmetleri Türkiye’ye karşı toprak iddialarından sarfınazar etmeği mümkün telâkki etmişlerdir. Boğazlar meselesinde Sovyet Hükûmeti bu mesele hakkındaki eski noktainazarını yeniden gözden geçirmiştir ve Sovyetler Birliğinin Boğazlar cihetindeki emniyetini Sovyetler Birliği için olduğu gibi Türkiye için de kabule şayan şartlar altında temin etmeği mümkün addetmektedir. Bu suretle, Sovyet Hükûmeti Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye karşı hiç bir toprak iddiasından olmadığını beyan eder.”291

Türkiye üzerine çöken ‘1945 kabusu’nun,292 Türk-Sovyet ilişkilerini adeta koparmasından sonra, SSCB’nin Türkiye üzerinde İran’da giriştiği faaliyete benzer bir faaliyete girişeceği, bazen en üst perdeden bazen ise daha aşağılardan açıklanarak tehdidinin ciddi olduğu ifade edimiştir. 1946 yılında TBMM’de gerçekleşen sıkıyönetim görüşmeleri esnasında Başbakan Recep Peker, Sovyet tehdidinin Türkiye açısından kaygı verici bir realite olduğunu vurgulayan bir belirsizlik atmosferinin Türk dış politikasına yansımasını aşağıdaki beyanında açıkça ifade etmiştir:

“…Yaşadığımız günlerde top sesi gibi peşin bir istilâ vasıtasının sesi kulaklarımızda çınlamadığı için, görüşü eksik olanların sezmekte tereddüt ettikleri tehlikeli hava içerisinde, Türkiye uyanık bulunmaya mecburdur. İzmir’de bir görüşmede de söylediğim gibi hangi gün

291SSCB Tarafından Türkiye'ye Verilen Notaya Cevap, 1953, BCA, Fon No: 30 1 0 0 Yer Numarası: Kutu

No: 61 Dosya Gömleği No: 376 Sıra No: 17.

87

şafak sökerken gözlerimizi açtığımız zaman memleket içinde istilâ kuvvetleri ile çarpışmaya mecbur olacağımızı bilemeyiz. Evet, bu, sadece bir ihtimaldir ki, tam kanaatle aksi iddia olunamaz. Fakat öyle ihtimaller vardır ki eğer tahakkuk ederse ihmal edenlere felâket getirir. Tahakkuk etmezse bundan bir zarar doğmaz. Bunu Hükümetinizin, sadık görüşünün açık bir ifadesi olarak arzediyorum. Nazi harbinden beri harb tehlikesine karşı hazır bulunmak çok ehemmiyet almıştır. Bazı muhterem arkadaşlarımın da izah buyurdukları gibi, Türkiye'den toprak parçaları fiilen istenmiştir. Türk yurdunun Boğazlar bölgesinde müşterek müdafaa adı altında bir yabancı üs tesisini resmî nota ile bu Devletten istemiştir. Kolombiya muhabiriyle yaptığım ve bugün çıkan konuşmada da belirttiğim gibi, biz, bu isteklerin vâki olduğu fakat henüz geri alınacağına dair hiçbir alâmetin ufukta görülmediği bir dış politika havasının tesiri altında yaşıyoruz. Bu bir realitedir. …İçinde bulunduğumuz günün, ne Türkiye Polonya'ya, ne Boğazlar Danzing'e benzer. Fakat bizim varlığımızı istiyenler birgün hiçbir dış iradenin önüne geçip menedemiyeceği bir şeye karar verebilirler, arkadaşlar. Ben bunların hakikat olamıyacağı teminatı ile yüreği tam rahat olan bir aklıbaşmda Türk Vatandaşı olduğunu zannetmiyorum.”293

Türkiye’de icranın başı olan Başbakanın yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bir sabah uyandığında işgale uğramış olabileceğini ifade etmiş olması, ya dış politikanın günlük politikaya alet edilmesiyle ya da gerçekten çok ciddi bir tehdit karşısında bulunulması ile açıklanabilir. Hükümetin, zayıf olduğu, dış tehditle mücadelede çaresiz kaldığı, Türkiye’nin her an saldırıya açık olduğu zannını uyandırmamak adına gereksiz yere bu türden bir açıklamadan kaçınacağı düşünüldüğünde tehdidin gerçek olduğu öngörülebilir. Zira her ne kadar CHP hükümetleri iktidarda kalmayı sürekli olarak tasavvur etmişse de DP’nin seçimlerde ciddi bir başarı göstermesi, CHP’nin popülizme sapmasına neden olmuştur. Fakat dış tehlikenin oy kaygısı ile kullanılması aciz bir hükümet fikrini doğururdu ki bu da başarısızlıkla eşdeğerdi. CHP’nin kamuoyunu susturmak için dış tehlikeyi kullanması daha makul gözükmektedir. Özellikle bu dönemde yapılan eleştirilerden birisi de CHP’nin dış tehlike korkusuyla basını, muhalefeti tedip edip, sindirmesidir. CHP hükümetlerinin halkta oluşturduğu memnuniyetsizlik, tek parti iktidarının getirdiği aşınma, savaş içerisinde ve sonrasında devam eden iktisadi sebepler karşısında, CHP’nin sahip olduğu vasıtaları kullanarak muhalif basın ve sesleri susturup ‘memnuniyetsizliğin’ halka yayılmasının önüne geçmek için dış tehdidi bir kalkan olarak kullandığı iddia olunabilir. Bu konuda en açık eleştiri muhalif partilerden gelmiştir. 22 Temmuz 1948 tarihli Yeni Sabah gazetesinde yer alan Millet Partisi”nin Fahrî Başkanı Fevzi Çakmak’ın halka beyannamesinde, Çakmak, dış

293TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 5, Toplantı: 1, Altmış Beşinci Birleşim, 28.05.1947, s.

88 tehdidin politik bir amaç dairesinde kullanıldığını iddia etmiştir. Mareşal’ın beyannamesinde yer alan vurgusu şu şekildedir:

“… Haricî tehlikeyi siper edenlerin kulakları çınlasın. Dış tehlike lakırdısı ve sulh yerine oturmadı lâfı herkesi susturmak ve kötü iş görenlerin faaliyetlerine devam etmelerini sağlamak için uydurulmuş bir safsatadan başka bir şey değildir. Amma böyle bir safsata da maalesef yurdumuzda, her zaman iktidardakiler tarafından, geçer akçe gibi kullanılmıştır. …Saraçoğlu Şükrüler, Receb Pekerler hattâ Hasan Sakalar, hükûmet aleyhinde yapılan her hangi bir tenkidi, adeta bir nevi ihanet ve hıyanet saydılar. Düşününüz ki, Saraçoğlu her hangi bir tenkide karşı <<Henüz sulh yerine oturmadı, dahili işlerimizi böyle bozuk gösterir, birbirimize hücum edersek harici düşmanımızın ekmeğine yağ süreriz>> diye bir tekerleme tuturmuş, her gazeteci toplantısında tekrarlar dururdu. Yani bir Bakan karışık işlere mi karışmış bunu örtbas etmek yurdseverlik icabı idi…”294

Genelkurmay Başkanlığı sonrasında Demokrat Parti’nin yanında CHP’ye muhalefet eden Fevzi Çakmak, DP sonrası fahri başkanı olduğu Millet Partisi’nde de çizgisini sürdürmeye devam etmiştir. İnönü’nün siyasi rakibi gibi görülen Çakmak’ın açıklamaları eski görevi sebebiyle oldukça dikkat çekiciydi.

Bir başka muhalif isim olan Sadık Aldoğan, TBMM’deki konuşmasında, Sıkı Yönetimin uzatılmasını, Hükümetin halkın İstanbul’da miting yapmaması ve istediği zaman gazeteleri kapatması için istediğini ifade etmiştir. Aldoğan’dan sonra söz alan DP’li Fuad Köprülü’nün açıklamaları da oldukça dikkat çekicidir. Zira Fuad Köprülü’nün konuşması esastan çok usul üzerine durmasından ötürü, DP’nin özü itibariyle Sovyet tehdidinin vasfına itiraz etmediği görülür. Köprülü’ye göre:

“…bu tehlikeler karşısında iktidar partisinden asla az hassas değiliz ve olamayız. (Soldan bravo sesleri) (Sağdan alkışlar), hattâ biz, ben şahsen kendi namıma söyleyim, bu çeşit ideolojilere karşı alâkadar makamların aldıkları tedbirleri, maddi değil çünkü onlardan haberim yok, mânevi tedbirleri kâfi görmemekteyim. (Soldan bravo sesleri). Ben bunu daima yazdım ve söyledim. …Sonra harici tehlike karşısında biz hiçbir zaman dünyanın sükûn ve emniyete kavuştuğuna ve artık rahat rahat köşemizde oturmamız lâzımgeldiğine kani değiliz. Bu böyle iken bize bu, nasıl isnat edilebilirler?”295

Meclis’te sıkıyönetimin uzatılması esnasında yaşanan görüşmeler, CHP ile DP arasında harici tehdidin politikaya yansıyan bir tartışması olarak

294Yeni kurulan “Millet Partisi”nin Fahrî Başkanı Mareşalin Halka Beyannamesi, 22.07.1948, BCA,

Fon No: 490 1 0 0 Yer Numarası: Kutu No: 1360 Dosya Gömleği No: 515 Sıra No: 1 Dosya Numarası: 8. Büro

89 değerlendirilmiştir. Gerek iktidar gerekse muhalefet Sovyetlerin dışarıda askeri unsur, içeride ise ‘zararlı fikirler’ olarak tehdit oluşturduğu gerçeğini reddetmemiştir. CHP İktidarının muhalefete karşı harici tehdidin bir koz olarak kullanıldığını, Cemil Koçak da ifade etmektedir. Koçak, dış politikadaki haberleri CHP’nin muhalefeti sınırlandırmakta kullandığı basit bir argüman olarak değerlendirmektedir. Koçak’a göre Sovyet tehdidinin kullanılması, elini zayıflattığından dolayı DP’yi rahatsız etmiştir. Yoksa DP, iktidarın dış politikasını hiçbir zaman sorgulamamış, çoğu kez kayıtsızca desteklemiştir.296 Dış politikaya yönelik yaşanan atışma ve çekişmeler ise daha ziyade günlük politikanın bir gereği olarak değerlendirilmiştir.

Yalçın Küçük’e göre Batı’nın dışarıda Sovyetlere yönelik aldığı tedbirler – Truman Doktrini, Marshall Planı- Türkiye’nin Meclis ve siyasi kulisler başta olmak üzere içeride yaşadıkları ‘masal’dan ibarettir. Küçük, Sovyetlerin Türkiye’den toprak ve üs isteğinin bir masal olduğunu ve bunu kanıtlayan hiçbir belgenin olmadığını iddia etmektedir.297 Küçük’ün iddiasının aksine Şevket Süreyya Aydemir, Molotov’un Moskova radyosunda vatandaşlarına yaptığı bir konuşmada, ‘yakında ve güney sınırları hakkında pek mutlu haberler dinleyeceklerini’ haber verdiğini ifade etmiştir. Aydemir’e göre bu konuşma Türkiye ve İran’a yönelik bir mesaj içermekteydi.298 Ayrıca dönemin yerli ve yabancı basınında Sovyet istekleri ve özellikle Boğazlarla ilgili notalar sıklıkla yer almıştır. 1953 yılında ise Molotov’un Sovyet taleplerini geri aldığı beyanı, gerginleşen SSCB-Türkiye ilişkilerinde Türkiye’nin bir ‘Soğuk Savaş çıkardığı’ iddiasının ise asılsız olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan Türkiye’nin sahip olduğu güç ve eriştiği konum, Sovyet Rusya ile ABD’yi karşı karşıya getirmekten çok uzaktır. Boğazların stratejik yapısı ancak bir denge unsuru meydana getirebilirse de Türkiye’nin bu dengeyi kendisinin oluşturduğunu iddia etmek, Türkiye’nin 1945-1950 yılları arasındaki gücünü abartmak olur. Benzer bir biçimde Yasin Aktay, Türkiye’de komplo üretiminin Cumhuriyet döneminde resmi prosedürler çevresinde, bizzat devlet tarafından gerçekleştiğini ve devletin toplum için tehdit kabul ettiği komünizmi, bu çerçevede değerlendirdiğini iddia etmektedir.299 Ancak durum yalnızca politik bir manevra kabul edilse dahi Türkiye’nin faydası