• Sonuç bulunamadı

3. TÜRKĐYE’DE SEÇKĐN SINIFLAR VE SĐYASAL YAPI

3.2. GELENEKSEL LAĐK SEÇKĐNCĐ SINIFLAR

3.2.1. Bürokratik Seçkinler

Osmanlı’dan cumhuriyete devreden en önemli siyasal miras bürokratik oligarşidir.25 Özellikle Osmanlı modernleşmesi ile birlikte misyoner bir motivasyonla donanan bürokratik seçkinler, kendilerini hem siyaseten hem de sosyal statü itibariyle seçkin gören bir zihniyete sahip olmuşlardır. Bu seçkincilik zihniyetini besleyen en önemli etkende toplumu modernleştirme/çağdaşlaştırma misyonudur. Osmanlı’da modernleşme öncesi dönemde bürokrasi toplumsal kökeni itibariyle de toplumdan uzaktı. Osmanlı, bürokratik kadrosunu yetiştirmek için kurduğu Enderun mekteplerinde yetişen bürokratlar, tam anlamıyla padişaha ve devlete bağlılık içerisinde yetiştiriliyordu. Osmanlı Enderun mektebinde daha çok gayri Müslim ailelerin çocuklarından devşirdiği kişilerle bürokrasiyi istihdam ediyordu. Ancak eğitim sisteminin modernleştirilmesi/kitleselleştirilmesiyle Osmanlı bürokrasisinin toplumsal kökenleri değişmeye başladı. Daha önce Anadolu’daki Türklere kapalı olan birçok bürokratik mevki özellikle Abdülhamit dönemindeki eğitim alanındaki reformlarla taşradaki Müslüman Türk ailelerinin çocuklarına da açılmış oldu. Ancak bürokrasideki seçkincilik zihniyeti bir gelenek olarak devamlılığını sürdürdü.

Abdülhamit döneminde, açılan okullarda yönetici kadroyu oluşturmak için yerleştirilen taşralılar ile birlikte taşradan yönetici seçkinler tabakasına doğru bir akışkanlık başlamıştı. Geleceğin Jön Türkleri olan bu taşralılar farklı muamele gördüklerinin kanısındaydılar. Üst makamlar merkeze yakın köklü ailelerin

25 Osmanlı devlet geleneğinin sürdürücüsü olan bürokrasi bu geleneği olduğu gibi cumhuriyet

dönemine taşımıştır. Aslında Đttihat ve Terakki kadrosunun I. Dünya savaşı sırasında yer altı örgütü

şeklinde uzantısı vardı. Savaş sonrası dönemde Osmanlı yenilince birçok Đttihatçı subay Anadolu’ya gizlice kaçmıştı. Giden subaylar Anadolu’da gelişen direniş hareketlerine yardım etmek için beraberlerinde çok sayıda silah götürmüşlerdi. Örgüt ayrıca imkânlarıyla sağladığı istihbarat bilgilerini direnişçilerle paylaşıyordu. Osmanlı bürokrasisinin Anadolu’daki direnişçilerle olan bağlantısının ortaya çıkması neticesinde Đstanbul Đngilizler tarafından işgal edildi. Anadolu’daki direniş her geçen gün büyüyordu. Đttihatçılar bu direnişin başına ismi lekelenmemiş ve itibarı olan birini geçirmek istiyorlardı. Bunun içinde en uygun aday olarak Mustafa Kemal seçildi. Mustafa Kemal’de bu görevi kabul edince damat Ferit Paşa hükümetiyle irtibata geçilerek Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesi için uygun bir zemin oluşturuldu. (Zürcher, 2007: 206-208) Dolayısıyla kurtuluş savaşını ulusal çapta örgütlenmesini sağlayan ve bir çok direniş örgütünü bir araya getiren yurtsever bir ideolojiye sahip olan Đttihatçı bürokratlardı.

çocukları tarafından elde tutulmuştu. Eğitim imkânlarıyla üst makamlara kadar çıkan Jön Türkler, 1908 darbesini gerçekleştirdi. Ancak bu darbe sonucunda bile Osmanlı’da merkez-taşra ikililiği yine ortadan kalkmadı. Jön Türklerden oluşan yeni yönetici sınıf yine yönetilenlerden uzak kalmıştır (Mardin, 1994: 114). Seçkinciliğe, aristokratlığa ve halktan uzaklaşmaya yönelik sert eleştiriler getiren

Đttihat ve Terakki kadrosu ironik bir şekilde daha sonra elde ettikleri siyasal ve ekonomik imkânlarla cumhuriyete devreden bir seçkinci tavır içine gireceklerdir.

Özellikle 1908 sonrası Đttihat ve Terakki yönetimi ile birlikte padişahın yetkileri kısıtlanmış ve siyasal sistem monarşiden oligarşiye doğru bir dönüşüm geçirmiştir. Erken cumhuriyet dönemi de bundan farklı olmamıştır. Rejim “cumhuriyet” rejimi olarak nitelendirilse de, “cumhur” iç ve dış politikanın belirlenmesinde dolaylı veya dolaysız herhangi bir şekilde müdahil olma imkânını bulmamıştır. Seçimle meclise gelen milletvekilleri de bürokrasinin çizdiği sınırların dışına çıkabilecek derecede güçlü olamamıştır. Zaten hukuki ve yasal açıdan kendini güvenceye almış bulunan bürokrasi parlamento tarafından gelebilecek manipülasyonlara karşı devamlı hazırlıklı olmuştur. Ki tek parti döneminde CHP ve bürokrasi arasındaki organik bağ, zaten bürokrasiyi sıkıştıracak demokratik müdahaleleri önceden bloke edecek nitelikteydi.

1908 hareketiyle başlayan ve cumhuriyet döneminde bütünüyle yönetimi ele geçiren bürokratlar, mevcut geleneksel kurumları bir bir değiştirmekle kalmadılar, ayrıca halkın kültürel ve gündelik yaşamına da müdahale ederek iktidarları için tehlike olarak gördükleri ne varsa kaldırmaya başladılar. Kurulan devletin en önemli kaygısı toplumu kontrol altında tutmak ve rejimi halka karşı koruma mantığına dayanmaktadır. Bu mantığın gereği olarak yönetimin merkezileştirilmesi ve kendi iç mantığına göre karar organı oluşturması gerekirdi. Çünkü topluma kaygıyla yaklaşılıyor ve dolayısıyla toplumsal taleplerin ifade edilmesi, ifadeye kavuşacak yollar bulması tehlike olarak görülüyordu.

Đdris Küçükömer Osmanlı-cumhuriyet bürokrasisi arasındaki benzerliklerden hareketle şu özelliklerini vurgulamaktadır. Bürokrasi toplumdaki mevcut tüm sınıflara açık bir sitemdir. Ancak bu debdebeli kliğe girilince genel olarak halktan kopulmaktadır. Küçük memurlar bürokratik seçkinler tarafından kullanılmakta ve memurlara eğitim yoluyla batıcı ve kapitalist bir ideoloji aşılanmaktadır. Böylece değişime öncülük eden memur, ideolojik olarak halka karşı yabancılaşmıştır (1994: 100). Bundan da anlaşılabileceği gibi bürokrasi kendi iç mekanizmasıyla oluşturduğu ilişkiler ağıyla ve anlayışıyla halktan ayrışmayı bir gelenek haline getiriyor. Tabiî ki burada bürokrasiden kastedilen üst mevkilerde yer alan (yargı, askeriye, eğitim ve iktisadi gibi kurumlardaki yönetici) kişilerdir.

Savaştan sonra gayri Müslimlerin çoğunluğunun Türkiye’yi terk etmesiyle birlikte ülkede bürokrasinin karşısında durabilecek bir burjuva sınıfı kalmamıştı. Çünkü daha önce güçlü olan Hıristiyan burjuvazisi ülkeyi terk etmişti. Arta kalan kesimler ise bürokrasiye karşı özerk bir alan oluşturacak güçte değildi (Keyder, 1993: 113). Parlamentonun üyeleri ise mevcut düzene ve gidişata yönelik her hangi bir muhalefette bulunma iradesinden yoksundu. Nitekim 1925 ve 1930 yılında çok partili parlamenter sisteme geçme denemeleri olmuş ancak sistem bu partileri kaldırabilecek hoşgörüden yoksundu. Her iki dönemde de açılan partiler kısa süre sonra “yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin odak noktası” oldukları iddiasıyla kapatılmıştır. Kısacası tek parti döneminde parlamento işlevsizleştirilmiş/kişiliksizleştirilmiş vaziyetteydi.

Bürokratik seçkinlerin ekonomik ilişkilerde oldukça heveskâr oldukları ve resmi görevlerini ekonomik çıkarları için kullandıklarına yönelik şikâyetler cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren dile getirilmekteydi. Buna örnek olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu, vatan kurtarıcılarının devleti nasıl soyduklarını şu

“O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü milli mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu. Garp Cephesi Kumandanı iken, yolsuzluklarından şüphelendiği bir levazım reisini herkesin gözü önünde nasıl haşladığını kulaklarımla işittiğim Đsmet Paşa’nın, temeli fazilet ve feragate dayanması lazım gelen bir devrim rejimini daha ilk günlerinden itibaren soysuzlaştırma tehlikesi gösteren bu hal karşısında belli başlı bir tepkide bulunmaması ve benim bu husustaki bazı yakınmalarımı hiç cevaplandırmadan müphem bir gülümsemeyle dinleyişi beni hayretten hayrete düşürüyordu.” (Aktaran Başkaya, 1991: 140).

Hikmet Kıvılcımlı ise bir kısım verilerden hareketle ilk dönemlerde bürokrasinin ve tabiî ki devlet adamlarının iktisadi işleyişin içinde ne derece rol aldığını şu şekilde açıklar:

“1929 Türkiye’sinde 25 milli kapitalle sanayi ve maden

şirketi vardı. Bunların idarelerinde 20 kadar mebus alakadardı. Mevcut Milli 38 bankada 31 tane mebus bulunuyordu. Yani, hemen hemen her büyük yerli şirketin mecliste bir mebusu var! Her şirkete bulunan çok eski temyiz azalarını, büyük askeriye ve mülkiye erkânını da hesaba katmalıdır. Sonra bütün büyük endüstriye 7 banka egemendi demiştik. Bunlardan üçü devlet bankasıdır; fakat yalnız birinde (15–20 müesseseyi güden Đş Bankası’nda) 13 mebus vardır. Đş Bankası’nın sabık müdürü Celal (dönemin

Đktisat Bakanı Celal Bayar’ı kastediyor. B.S.) sıfatı ile Türkiye’nin ekonomik politik müdürü olmuştur” (Aktaran Başkaya, 1991: 118)

Bu iki örnek erken cumhuriyet döneminde bürokratların ekonomi içindeki yerini ve siyasal ağırlıklarını ekonomik rant için nasıl kullandıklarını göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca Đş Bankası yoluyla bürokratlar içinde bir burjuvalaşma fırsatı doğdu. Kurulan banka, bir takım firmalar kurarak bu yolla iktidardaki bürokratlara yeni servet kazanma yolları açıyordu. Aslında Đş Bankasının daha önceki örneği 1917 yılında kurulmuştu. Bu dönemde milli bir banka kurma arzusu vardı. Bundan hareketle sermayesinin yarısını hükümetin verdiği Đtibari Milli Bankası, 1917 yılında kuruldu. Bir kanunla Ergani bakır madenlerinin işletilmesi ve Ergani’deki demiryolu yapımı bu bankaya verildi. Küçükömer, bu bankayı “Devlet Bürokrat Bankası” olarak nitelendirir/isimlendirir (2002: 79). Çünkü bu bankanın sermayesini finanse edenler ile bu bankanın kurucuları dönemin bürokratlarıydılar.

Đş Bankasının ilk modeli olan bu banka, 1927 yılında Đş Bankası ile birleşir. Böylece bürokratlar bu tip yollarla üretim araçlarına sahip olabiliyor ve artık üründen pay almanın farklı bir metodundan faydalanıyorlardı. Bürokratik seçkinlerin ekonomiye doğrudan dâhil olmalarının başka yollarından biri de devletçilik politikalarıdır. 1930’lu yıllardan itibaren başlayan devletçilik politikaları gereği birçok sanayi kuruluşu devletleştirildi ve yeni sanayi kuruluşları açıldı. Devletçilik politikasıyla ekonomiye doğrudan müdahale etmek yasallaştı. Böylece devletin bürokratları adeta bir işadamı haline geldiler.

Bütün bunların yanında devlet işlerini yürütme ve devleti temsil noktasında bürokratların sınıfsal ve statüsel konumu beraberinde devlet-toplum yabancılaşmasını getiriyordu. Bürokratik seçkinler ile halk arasındaki bu kopukluk aynı zamanda devlet ile halk arasında onarılması son derece zor kopukluklara yol açıyordu. Günümüzde bile bunun izlerini görmek mümkün. Özellikle tek parti döneminde bürokratların bir taraftan halkı “aydınlatma” “çağdaşlaştırma” gibi söylemlerle ve “geri bir halkı ileriye taşıma” misyonuyla hareket etmesi, diğer

taraftan batılılaşma özentisi içerisinde devletin imkânlarıyla değişik etkinlikler ve balolar düzenlemesi halkın nefretine yol açıyordu. Halk ekonomik olarak oldukça kötü bir durumdayken, halkın çoğunluğu temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekerken, birde devlet tarafından ağır vergiler altında bırakılmışken bürokratların bu derece savurganlaşması haklı olarak nefrete yol açmıştır. Bir de bürokratlar bir taraftan böyle bir yaşam içerisindeyken ve ayrıca batı kültürünü, batı kurumlarını baskıyla kabul ettirmeye çalışırken, diğer taraftan da halktan oldukça uzak bu gelişmeleri bir devrim olarak nitelendirmeleri devlet/devlet adamları ile halk arasındaki mesafeyi daha da derinleştirmişti.

Demokrat Parti dönemine kadar toplumu ilgilendiren kararları bürokrasi tek başına alıyordu. CHP zaten bürokratik kesimin partisi konumundaydı. DP iktidarıyla ve çok partili sisteme geçişle birlikte toplumun muhtelif talepleri siyaset yoluyla statükoyu zorlamaya başladı. Bürokratik iktidar, tabandan gelen baskılara ve taleplere karşı hep mesafeli durdu. Kendi alanının daralmasını rejimin sıkıştırılması olarak algıladı ve toplumdan gelen taleplere ve bu taleplerin siyasal alana taşınmasına karşı durdu. Nitekim 1960 askeri müdahalesi asker-sivil bürokrasi ve bu zümrenin politik ifadesi olan CHP’nin katılımıyla gerçekleşmiştir.

Tek parti dönemi zaten bir bürokratlar yönetimiydi. DP iktidarında da devletin merkeziyetçi yapılanması bürokrasiye önemli bir alan bırakmıştı. Fakat özellikle tabandan gelen talepler ideolojik olarak bürokratları rahatsız ediyordu. Ancak 1960 askeri müdahale sonrasındaki seçimlerde devlet bütün kurumsal gücüyle CHP’yi desteklemişse dahi bir kere çok partili hayata geçilmiş, geri adım atmanın imkânsızlaştığı bir süreç başlamıştı ve yapılan seçimlerde DP devamı niteliğindeki AP yine birinci parti olarak meclise girdi.

1961 anayasası görece toplumsal taleplerin, sivil hareketlerin ortaya çıkmasına izin verse de, dernekleşme, sendikalaşma gibi sivil oluşumlara görece olanak tanısa da bürokratların seçkinci tutumları hiç azalmadı. 1971’deki askeri müdahale ve 1980’deki müdahale sivil bürokratların askerle işbirliği içinde

gerçekleşmiştir. 1980 müdahalesi ile bürokratik yapı bu sefer tekrar tek parti dönemindeki gibi, ancak yeni siyasal yapının içinde kendi konumunu yeniden tahkimleştirdi. Bunu da yeni ihdas ettiği kurumlar yoluyla sürdürdü. Öyle ki 1982 anayasası Milli Güvenlik Konseyinin birçok kararı eklenerek oluşturulmuştur. Bu anayasayla kurulan Devlet Denetleme Kurulu, Yüksek Öğretim Kurulu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Danıştay, Bölge Đdare Mahkemeleri, Đdari Yargılama Usulü Kanunları, Sıkıyönetim Kanunu, Devlet Başkanının (cumhurbaşkanının) atama ve denetleme yetkisinin düzenlenmesi vb. uygulamalar ile bürokrasi toplumsal hayatı bütünüyle kuşatan bir güce kavuşacak şekilde yeniden yapılandırıldı. Bu durum aynı zamanda siyaset alanının sınırlanması anlamına da geliyor. Bürokrasinin müdahale alanı ve faaliyet alanı ne kadar geniş ise siyasetin alanı o derece daralmaktadır. Bürokratik yönetim ile demokratik siyaset arasındaki bu ters orantı Türkiye’de sürekli bürokratik yönetimin lehine bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak bir de Milli Güvenlik Konseyinin birçok kararları eklenerek yapılan 1982 anayasası da bürokratlara hukuki ve yasal bir zemin/iktidar oluşturmuştur.

Bürokrasi sadece merkezi yerlerde değil ülkenin her tarafında etkin bir mekanizma ağı kurmuştur. Özellikle yerel yönetimlerde bile bürokrasi en kilit konumda yer almakta ve böylece merkeziyetçiliği pekiştirmektedir. Yönetim konusundaki merkeziyetçi tutum ile kaynakların dağıtımı, dağılımı, bölüşümü kontrol altına alınmakta ve nereye, nasıl dağıtılacağı gibi konular merkezden karara bağlanmaktadır. Günümüzde yerel yönetimlerin güçlendirildiği, klasik bürokratik örgütlenmenin reformize edildiği bir dönemde Türkiye hala ağırlıklı olarak bir bürokratlar ülkesi görünümündedir.

Günümüzde bürokratik seçkinlerin durumuna baktığımızda kuşkusuz demokratikleşme süreci ile birlikte bürokrasinin manevra alanı daralmıştır. Ancak bürokratlar hala seçkinci tavırlarını ve “mevzi”lerini kuruma telaşı içinde oldukları görülmektedir. Özellikle yükseköğretim, yargı gibi kurumlardaki bürokratlar parlamentoya karşı çıkabilmekte, parlamentonun kararlarını protesto

edebilmektedir. Dolayısıyla bürokratlar için statükonun devamı ve korunması toplumsal taleplerden daha önemli olarak algılanmaktadır. Bu konuda, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) tarafından “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” adlı çalışma hâkim ve savcıların çoğunluğunun nasıl bireysel veya toplumsal talepler karşısında devleti öncelediğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Adalet ile devletin çıkarları veya demokrasi ile devletin çıkarları arasında bir karşıtlık durumunda devletin çıkarlarının öncelendiğine ilişkin yaygın bir kanaat var. Sorulan sorulara verilen aşağıdaki cevaplar bu durumu göstermektedir.

“Ben devletçi hukukçuyum.” “Önce devlet gelir.”

“Bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz.” “Her zaman devlet ön plana çıkıyor gibi geliyor.” “Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız.”

“Yani mutlaka tabi hepimiz devletimizi seviyoruz, devletimizin güvenliği konusunda azami özeni, dikkati göstermek durumundayız.”

“Diyelim devleti korumaya çalışırken adil olmayabilirsin, adaletten sapabilirsin. Veya adaleti yerine getiriyorum diye devlete zarar verebilirsiniz veya devleti koruyorum diye adalete zarar verebilirsiniz. Mümkündür.”

“Şimdi devlet olmazsa demokrasi olmaz. Tabii, Cumhuriyet Savcısıyım, yani bu nasıl, Cumhuriyeti denetlersiniz devleti korumak gereği… Bu gibi durumlarda devlet mi öncelikli demokrasi mi önemli, yani çok fazla karşılaştığımız bir durum olmadı şimdiye kadar. Ancak tabii ben Cumhuriyet Savcısı olarak devleti ve rejimi korumam gerek. Ben rejimin savcısıyım. Buna karşı olan bir şeyde ben demokrasiyi, demokrasi dediniz, göz ardı ederim. Yani siz benim devletime, milletime saldırırsanız, bu olmaz.”

“Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem.”

“Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz.” “Yargılama faaliyetinin amacı, olmazsa olmazı nedir.”

“Hukuk öncelikli olarak hangi değeri korumalıdır.” (Sancar, Ümit, 2007: 11).26

Bürokratik sınıfın teşkil ettiği sosyal, siyasal ve iktisadi konumuna ilişkin analizde bulunurken, bu sınıfla organik bir bağ içerisinde olan dolayısıyla bu sınıfın imtiyazlarından faydalanan bir zümre daha var o da aydın zümresidir. Türkiye’deki aydınların önemli bir kısmı özellikle Osmanlı son dönemi ve erken cumhuriyet döneminde aynı zamanda devlet görevlisi oldukları göz önüne alındığında aydın- bürokrat ikiliğinin ne derece birleştiğini kestirmek zor olmamaktadır. Modernleşme ile birlikte batıya gönderilen ve orada eğitim alıp gelen bürokratlar aynı zamanda aydın kesimini oluşturuyorlardı. Bürokratik yönetimin yoğunlaştığı ve şiddetlendiği dönemlerde toplumdaki farklı seslerin bastırılmasıyla, toplumun kültürel öncülüğünü yapanlarda bu bürokrat aydınlardır. Erken cumhuriyet döneminin önemli aydınlarının çoğunun aynı zamanda bürokrat olması şaşırtıcı değildir. Aydının bürokratlaşması veya bürokratın aydın olurken bürokratlıktan vazgeçmemesinin en önemli nedenlerinden biri, ideolojik olarak toplumu biçimlendirme gereğini hissetmesinden dolayıdır. Toplumu değiştirecek, modernleştirecek yeterli eğitime ve fikre sahip olduğu düşüncesinde olan aydın aynı zamanda bu işi yürütebileceği teknik imkânları da bürokratlık vasfıyla yerine getirebilecekti.