• Sonuç bulunamadı

Türkiye'de seçkin sınıflar ve siyasal yapı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye'de seçkin sınıflar ve siyasal yapı"

Copied!
160
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ĐÇĐNDEKĐLER

BĐLĐMSEL ETĐK SAYFASI ... i

ÖNSÖZ ... ii ÖZET ... iii ABSTRACT... iv GĐRĐŞ ... 1 BĐRĐNCĐ BÖLÜM ... 3 1. SEÇKĐNLER TEORĐSĐ ... 3 1.1.Seçkinler Sınıfının Sosyolojik Đmkânı ... 3 1.1. Seçkinlerin Dolaşımı... 6 1.2. Seçkinler ve Seçkincilik... 8 ĐKĐNCĐ BÖLÜM... 10

2. OSMANLI’DA SEÇKĐN SINIFLAR VE DEVLET ... 10

2.1. Osmanlı Toplumsal Tarihine Đlişkin Metodolojik Problemler... 10

2.2. Osmanlı Đmparatorluk Düzeni... 12

2.3. Osmanlı’da Seçkin Sınıflar ve Devlet... 21

2.3.1. Klasik Dönem (14 ve 17. Yüzyıllar)... 21

2.3.3. Osmanlı Modernleşme/Periferileşme Dönemi... 37

2.3.3.1. Tanzimat Fermanı ve Tanzimat Dönemi ... 43

2.3.3.2. 1908 Darbesi ve “Milli Đktisat” Tasarısı ... 46

2.4. Osmanlı’daki Seçkin Sınıflar Üzerine Genel Bir Değerlendirme... 49

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 51

3. TÜRKĐYE’DE SEÇKĐN SINIFLAR VE SĐYASAL YAPI ... 51

3.1. Türkiye’nin Sınıfsal Yapısı Üzerine Kısa Bir Değerlendirme... 51

3.2. GELENEKSEL LAĐK SEÇKĐNCĐ SINIFLAR ... 59

3.2.1. Bürokratik Seçkinler ... 63

3.2.2. Askeri Seçkinler... 71

3.2.2.1. Ordunun Burjuvazileşmesi: OYAK... 80

3.2.3. Büyük Sermayedar Seçkinler... 82

3.2.3.1. Ulusal Burjuvazinin Politik Tasarısı... 82

(2)

3.2.3.3. Devletçilik Politikası ve Tek Partili Yıllar... 89

3.2.3.4. Demokrat Parti (1950): Geleneksel Đttifakın Bozulması ve Liberallerin Đktidara Gelişi... 92

3.2.3.5. Sermayenin Örgütlenmesi: TÜSĐAD ... 94

3.2.4. Geleneksel Laik Seçkinlerin Politik Đfadesi: CHP... 98

3.2.5. Geleneksel Laik Seçkinlerin Đdeolojisi: Kemalizm ... 100

3.3. YENĐ MUHAFAZAKÂR SEÇKĐN SINIFLAR ... 106

3.3.1. Türkiye’nin Yapısal Dönüşümü... 106

3.3.1.1. Siyasal Dönüşüm ... 110

3.3.1.2. Đktisadi Dönüşüm ... 114

3.3.1.3. Toplumsal Dönüşüm... 118

3.3.2. Türkiye’nin Toplumsal Modernleşmesi... 121

3.3.3. Yeni Muhafazakâr Seçkinler... 123

3.3.3.1 Türkiye’de Seçkinlerin Dolaşımı ... 123

3.3.3.2. Yeni Muhafazakâr Seçkinler ve Đslami Hareketler ... 125

3.3.3.3. Anadolu Kaplanları veya Đslami Calvinistler... 128

3.3.3.4. Yeni Muhafazakâr Seçkinlerin Politik Đfadesi: AK Parti ... 131

3.3.3.4.1.Tarihsel Arka Plan ... 131

3.3.3.4.2. AK Parti ... 135

3.3.3.4.3. Đslamcılık Đle Laiklik Arasında Bir Kimlik: Muhafazakâr-Demokrat ... 138

3.3.3.4. Muhafazakâr Sermayenin Örgütlenmesi: MÜSĐAD ve TUSKON... 141

SONUÇ ... 146

(3)

BĐLĐMSEL ETĐK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Öğrencinin Adı Soyadı Bedir SALA

(4)

ÖNSÖZ

Bu çalışma Osmanlı’dan günümüz Cumhuriyet Türkiye’sine kadar devlet toplum ilişkisi, bunun kurumsal ve politik ilişkiler/çelişkiler serüvenini seçkinler paralelinde izlemeye dönük bir değerlendirmedir. Bu çalışma neticesinde ortaya çıkan metinden ziyade, bu metnin oluşma sürecinde yaşanan savrulmalar, ortaya çıkan problematikler ve bunun oluşturduğu tecrübe akademik hayatım için bu metinden daha önemli bir yer teşkil edecektir. Ayrıca ilk akademik çalışma olarak bu tezin herhangi –iddialı- bir “tez” içermediğini, sadece içinde yaşadığım toplumun siyasal ve sosyal tarihine ilişkin genel bir fikir edinme, bu fikri akademik bir formatla kamuoyuyla paylaşma adına bana bir fırsat oluşturduğunu da belirteyim.

Ve son olarak hem lisans hem de yüksek lisans eğitimim sırasında fikirleriyle, yol göstericiliğiyle gösterdiği yakınlık ve yardımlarından dolayı tez danışmanım Doç. Dr. Mustafa Aydın’a müteşekkirim. Ayrıca Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki diğer hocalarıma, dostlarıma ve Murat Kayacan’a ayrı ayrı teşekkür etmenin yanında, özellikle benim için her zaman ufuk açıcı fikirleriyle entelektüel ilgimi zenginleştiren, muhayyilemi genişleten ve hocalığın ötesinde gösterdiği yakın ilgiden dolayı Prof. Dr. Yasin Aktay’a da her zaman minnettar kalacağım.

Konya Mayıs–2009

(5)

ÖZET

Türkiye’deki siyasal, sosyal ve iktisadi alanlardaki seçkin sınıflar üzerine olan bu çalışma, Türkiye’deki seçkin sınıfların uzun tarihsel arka planını da dikkate alarak değerlendirmeye çalışmaktadır. Bunun içinde öncelikle klasik Osmanlı dönemi ve sonrasında başlayan Osmanlı modernleşme döneminde seçkinlerin devlet ile olan ilişkisini irdelemektedir. Ayrıca tarihsel bir süreklilik içinde Osmanlı son döneminden başlayarak cumhuriyetle varlığını devam ettiren seçkinlerin toplumsal ve siyasal alanda oynadıkları rollere ilişkin geniş değerlendirmeler de içermektedir. Daha sonra günümüz Türkiye’sinde siyasal, sosyal ve iktisadi alanda belirgin bir konuma yükselen yeni seçkinlerin sosyolojik ve siyasal kökenleri ve görünürlülükleri üzerinde durulmaktadır.

Genel olarak bu çalışma Türkiye’de siyasal iktidarın nasıl şekillendiği, siyasal iktidarın ürettiği politikaların arka planındaki sınıfsal kaygıların, sınıfsal çatışmaların ve sınıfsal çıkarların ne derece belirleyici olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Türkiye cumhuriyetini kuran kadronun politik felsefi yaklaşımları “sınıfsız ve imtiyazsız” bir devlet ve toplum oluşturmaktı. Ancak hem kendilerinin uyguladığı politikalar hem de sonrasında uygulanan politikalar “sınıfsız ve imtiyazsız” bir toplum tasarımını mümkün kılmayacak kadar sınıfsallığa dayanmaktaydı. Bu tez tamda bu sınıfsallığın somutlaştığı aktörleri ve kurumları tarihsel bağlamı içinde ele alan bir çalışma niteliği taşımaktadır.

Anahtar Kavramlar: Seçkin, Seçkincilik, Sosyal Sınıf, Đktidar Seçkinleri, Geleneksel Toplum, Modern Toplum, Laiklik, Muhafazakârlık.

(6)

ABSTRACT

This study, which is about the elite classes in Turkish political, social and economic fields, will try to evaluate them by considering their historical background. For this purpose, it examines their relations with the state during the Ottoman modernization period beginning with the classical and post-Ottoman era. It will incorporate a detailed assesment of the social and political roles of the elite classes appearing in the last period of the Ottoman era and how they maintained their status into the Republican period. We will discuss sociological and political roots and development of the new elite classes who have appeared present day Turkish policy-making, social and economic fields.

In general, this study aims to show how the political authority is formed in Turkey and how class uneasiness, class conflicts and class interests affect policy-making in Turkey. The political-philosophical approach of the cadre who established the Turkish Republic forms "a classless and an underprivileged" society and state. Nevertheless, their policies were based on their class-based approach, making their goal impossible to achieve. This thesis studies the classism manifesting in actors and establishments in their historical context.

Key Words: Elite, Elitism, Social Classes, Power Elite, Traditional Society, Modern Society, Secularism, Conservatism

(7)

GĐRĐŞ

Türkiye, Osmanlıdan günümüze kadar seçkin sınıfların oldukça belirleyici olduğu, seçkin sınıfların etrafında oluşan siyasal tarihinin aynı zamanda sosyal tarihini de oluşturduğu bir ülke özelliği taşımaktadır. Böyle olunca seçkin sınıflar ekseninden hareketle Türkiye’nin uzun tarihsel süreç içindeki siyasal, sosyal ve iktisadi düzenine ilişkin genel bir fikre ulaşmak mümkün hale gelmektedir. Bu tezde böyle bir iddiadan hareketle Türkiye’nin uzun soluklu tarihini ana hatlarıyla, seçkin sınıflar ekseninde bir değerlendirme çalışmasıdır.

Üç bölüm olarak tasarlanan tezin ilk bölümü “Seçkinler Teorisi” başlığı altında seçkin kavramını teorik bir zeminde tartışmaya dönüktür. Sosyoloji literatüründe seçkin kavramına ilişkin temel yaklaşımlar ve bu yaklaşımlarla ilgili tartışmalara kısa bir şekilde değinilmekte; özellikle Türkiye’deki bağlamıyla ilintili olarak seçkinlerin dolaşımı ve seçkinler ile seçkincilik konuları alt başlıklar altında değerlendirilmeye çalışılmaktadır.

Đkinci bölümde “Osmanlıda Seçkin Sınıflar ve Devlet” konusu tarihsel süreç içerisinde daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmektedir. Bu kısımda özellikle seçkinlerden veya seçkin sınıflardan hareketle bir değerlendirme yapmaktan ziyade daha çok Osmanlı tarihinde önemli dönüm noktalarını oluşturan süreçler ekseninde seçkinlerin nasıl bir durum içinde olduklarına ilişkin durumsal analiz yapılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca seçkinlerin devlet ile olan ilişkisi, devletin seçkin sınıflara yaklaşımı gibi problematikler ana temayı oluşturmaktadır.

Üçüncü bölümde ise “Türkiye’de Seçkin Sınıflar ve Siyasal Yapı” başlığı altında cumhuriyet Türkiye’sinde ki seçkinler üzerinde durulmaktadır. Đki ana başlık altında değerlendirilen bu bölüm, klasik cumhuriyet dönemi seçkinlerini oluşturan laik seçkinler ile günümüz Türkiye’sinde ortaya çıkan muhafazakâr seçkinler ayrı ayrı değerlendirilmektedir. Bu seçkin sınıfların siyasal alan üzerindeki etkisi, siyasi birer aktör olarak Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki

(8)

belirleyici durumları irdelenmeye çalışılmaktadır. Bu seçkin sınıfların siyasal, sosyal ve iktisadi alanlardaki uzantıları da ayrı başlıklar altında irdelenmektedir.

(9)

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

1. SEÇKĐNLER TEORĐSĐ

1.1.Seçkinler Sınıfının Sosyolojik Đmkânı

Toplum dediğimiz fenomen, tek tek bireylerden oluşmaktadır. Bireylerin yapısal ve tercihsel farklılıklarına rağmen bir araya gelmesi ve bu biraradalığın oluşturduğu kümelenme olan toplum, aynı zamanda bireylerden doğan farklılıkları eriterek genel bir yapı oluşturur. Bu yapı, kuşkusuz tarihsel bir yapıdır. Tarihsel bir yapı olan toplum, dinamik bir mahiyet taşıdığı gibi sürekli değişen bir durum ortaya koymaktadır. Ancak bu süregelen değişim içerisinde bireylerin konumunu etkileyen, kaynağını değişik nedenlerden alan, değişim hızının yavaş ve uzun süreli olduğu bir tabakalaşma sistemi de her toplumda mevcuttur.

Bireyleri zorunlu olarak birbirine bağlayan temel ihtiyaçlar, eşit oranda dağıtılmamıştır. Doğuştan gelen bu eşitsizliğin oluşturduğu mülkiyet ve güç dağılımı toplumdaki tabakalaşmanın temelini oluşturmaktadır. Bu orantısız dağılım kişiler arası ve gruplar arası siyasal, sosyal, dinsel ve ekonomik ilişkileri ve düzeyleri belirleyen, kişilerin yaşam standartlarını ve bunu olumlayan dünya görüşünü oluşturan temel parametrelerden biridir. Bu açıklamanın bütün toplumlarda –biçimsel istisnaları bir tarafa- var olan bir gerçekliğe tekabül ettiğini vurgulamak teorik olarak mümkündür.

Hakkında enformasyon/malumat sahibi olduğumuz eski toplumlardan bugünkü toplumlara kadar hemen hemen her toplumda seçkinlerin var olduğu görülmektedir. Tabi bunun değişik nedenleri söz konusu. Kimi zaman mevcut düzen kendi seçkinini oluşturacak yapıda kimi zamanda seçkinler kendi düzenlerini kurmaktadırlar. Aslında bu ikisi zaten birbiriyle bağlantılı bir şekilde gelişir ve statüko-seçkin ilişkisinde ki muhtemel gerginliği, uyuşmazlığı asgari düzeye indirir.

(10)

Toplumdaki eşitsizlikler üzerine en güçlü teorik eleştiriyi getiren Marx, ilk toplumun sınıfsız bir toplum (kominal/cemaat) olduğu temelinden hareket eder ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte eşitsizliklerin/sınıfların ortaya çıktığını belirtir. Bunu aşmanın ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın yolu da özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını iddia eder. Ancak özel mülkiyeti, insanın bütün hırsıyla sarıldığı “kendi” mülkiyetini ortadan kaldıracak bir gücü üretmesi çok zor. Öyle ki sınıfsız bir toplum ütopyasıyla eyleme geçen reel sosyalizm bile hâkim olduğu ülkelerde yeni sınıfların ortaya çıkmasına engel olamadığı gibi bizzat yeni sınıfları ortaya çıkartmıştır. Milovan Dijilas’ın “Yeni Sınıf” (1959) kitabı Sovyet devriminden sonra nasıl yeni bir sınıfın ortaya çıktığını eleştirel bir şekilde analiz eder. Reel sosyalizmin bu paradoksu, teorinin içsel paradoksundan ziyade daha çok beşeri dünyanın kaçınılmaz bir özelliğini gösteriyor.

Günümüz sosyal ve siyasal bilimlerinde önemli bir kavram olan seçkin kavramı Đngilizce Oxford sözlüğüne göre, toplumsal ve siyasal literatürde yaygın bir şekilde kullanımı ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren başlar; Amerika ve

Đngiltere’de ise Pareto’nun metinleri sayesinde 1930’larda başlar (Bottomore, 1990:8). Siyasal bilimlerde yönetici seçkinler, mevcut rejimi ve bu rejimin işleyişinde anahtar bir öğe olarak vurgulanmaktadır. Sosyal bilimlerde ise seçkinler, iktisadın, kültürün, siyasetin kısacası diğer tüm toplumsal kurumların

şekillenmesinde, bu kurumların işleyişinde başat öğelerden biri olarak varlığı kabul edilmektedir. Ve dolayısıyla seçkinler üzerine yapılacak analizler de bu çerçevede yapılmaktadır.

Modernite ile beraber toplumsal hayat bütünüyle daha önceki değişimlerden daha radikal bir şekilde değişime tabi olmak zorunda kalmıştır. Bu değişim, daha önceki geleneksel toplumlardaki seçkinlerin nüfuzunu, konumlarını doğrudan etkileyerek bir kısmını seçkinler ile ilgili çalışmasıyla bilinen Pareto’nun ifadeleri içinde tarihin mezarına göndermiştir. “Modern toplum”, “modern siyaset”, “modern iktisat” yeni seçkinlerini ortaya çıkartmıştır. Bottomere (1990: 96) ise modern

(11)

toplumlarda yeni ortaya çıkan bu seçkinleri aydınlar, sanayi yöneticileri ve bürokratlar şeklinde tasnif eder.

Özellikle modern politik düşüncenin ana teması olan toplumun tasarlanabilir bir nesne olduğu fikri, modern dönemdeki seçkinci zümrelerden biri olan aydınlara önemli bir statü vermiştir. Aydınlar toplumsal dönüşümlere öncülük etmişler ve deyim yerindeyse toplumu yeniden tasarlama girişimlerinde bulunmuşlardır. Bir de özellikle bilgi türleri içinde bilimsel bilginin modern düşünce ve akımlarda güçlü bir şekilde vurgulanması bilimsel bilgiyi tekelinde bulunduran aydınlara ayrı bir güç ve meşrutiyet kaynağı vermiştir.

Gaetano Mosca, seçkinler konusundaki yazılarıyla dikkat çekenlerden biri. Mosca, daha çok Pareto gibi siyasal seçkinlerle ilgilenir ve tüm toplumlarda iki sınıfın bulunduğunu, yöneten ve yönetilen bu sınıfların siyasal organizmalarda en değişmez olguları oluşturduğunu vurgular. “Her zaman sayısı daha az olan ilk sınıf tüm siyasal işlevleri yerine getirir, erki tekelinde tutar ve erkin sağladığı üstünlüklerden yararlanır; buna karşılık sayısı daha çok olan ikinci sınıf bazen şu ya da bu ölçüde meşru, bazen de yine şu ya da bu ölçüde keyfi ve zora dayalı bir biçimde yönetilir ve denetlenir” (Aktaran Bottomore, 1990: 10). Mosca’da her ne kadar siyasal bir ayrım yapıyor olsa da, temeldeki ayrımı seçkinlerin toplumsal yapının değişmez öğesi oldukları iddiasını taşımaktadır.

Toplumsal kurumlar seçkinlerin ortaya çıkmasına doğrudan kaynaklık eden zeminleri oluşturmaktadır. Ayrıca seçkinlerin varlıklarını meşrulaştırdıkları en etkin kurumlardır. Bu kurumların başında da kuşkusuz devlet gelmektedir. Devlet bir taraftan en büyük toplumsal kurum olarak rekabete dayalı çıkar gruplarını barındırırken diğer taraftan da bu kesimlerden bir seçkinler topluluğu oluşturur. Öte yandan sınıf kuramları devlete fazla önem vermemişlerdir. Devlet genelde ikincil ya da tali bir kurum olarak değerlendirilir. Özellikle Marksist gelenekte devlet burjuva toplumunun bir üst kurumsal yapısı olarak görülmekte ve böylece edilgen bir

(12)

1.1. Seçkinlerin Dolaşımı

Seçkinlerin dolaşımına ilişkin teorik açıklamalarıyla bu konuda en dikkat çeken isim Đtalyan sosyolog Wilfredo Pareto’dur. Pareto (1848–1923), bir dönem Sosyal Darvinizmi benimsemiş, sınıflar ve toplumlar arasındaki çatışmanın yaşam için gerekli olduğunu ve hayatta kalanların en yetenekli kişiler olduğunu belirtmiştir. Ancak daha sonra bu görüşlerin de ısrar etmemiştir. Pareto, aydınlanma felsefesini ve bu felsefenin humaniter değerlerini, ilerlemeci teorilerini, felsefi rasyonalizmini ve kitle demokrasisini sert bir şekilde eleştirir ve alay eder.

Benzeşmezlik kavramıyla sosyolojik bir yaklaşım ortaya koymaya çalışan Pareto, bundan hareketle bireylerdeki değer sistemlerinin köklü bir biçimde farklı olduğunu ve dolayısıyla bireylerden oluşan toplumunda tek bir biçimde olmadığını ileri sürmüştür. Toplumsal benzeşmezlik kavramıyla bütün toplumların insan kitlesiyle, bunları yöneten az sayıdaki seçkin topluluk arasında bir ayrımın var olduğunu ve bu ayrımın kesin olduğunu vurgular (Aron, 2000: 364). Toplumdaki sınıf ayrımını bu temel üzerinden kuran Pareto’ya göre en belirleyici ve nesnel özellikler taşıyan kesim aristokrat sınıfıdır. Toplumun seçkinlerini oluşturan bu sınıf her toplumda zorunlu koşulların ortaya çıkarttığı bir sınıftır. Ancak bu sınıf kapalı bir sistem (kast) değildir. Alt sınıflardan gelenler tarafından sürekli yenilenerek varlığını devam ettirir.

Pareto’ya göre, toplumdaki seçkinlerinin her biri kendi doğal yetenekleriyle başarıyı yakalamış mesleki hiyerarşide üst basamaklardan olan kişilerden oluşmaktadır. Ayrıca kullandığı “seçkin” kavramına her hangi bir değer yüklenilmemesi gerektiğini, bu kavramın metafiziksel değer taşımayan, nesnel olarak anlaşılabilir sosyolojik bir kavram olduğunu da vurgulamaktadır (Aron, 2000: 365). Seçkinlerin dolaşımının söz konusu olduğunu, bu dolaşımın tarihsel bir döngü içerisinde devam ettiğini ve bir anlamda tarihin aristokratların mezarı olduğunu şu şekilde belirtir:

(13)

Sınıflararası dolaşım nedeniyle, yönetici seçkinler her zaman ağır ve sürekli işleyen bir köklü dönüşüm halindedir. Bir nehir gibi, hiçbir zaman bugün olduğu yerde durmazlar. Zaman zaman ani ve şiddetli sarsıntılar görülür. Böylece sel olur; nehir yatağının dışına taşar. Ondan sonra, yeni yönetici seçkinler yeniden ağır bir dönüşüme girmeye başlarlar. Sel çekilmiş, nehir yeniden normal akışına geçmiştir. (Pareto’dan aktaran Swingewood, 1998: 203)

Bu akış alt sınıflardan üst sınıflara doğru akmaktadır. Bu akış toplumun dengesini sağlar ve dağılmasını önler. Sınıfsal hareketliliğin yavaşladığı durumlarda sınıf çatışmaları ve gücün belirleyiciliği ortaya çıkar.

Seçkinlerin dolaşımı üzerine yaklaşımlarıyla dikkat çeken bir diğer kuramcı olan Mosca, seçkin dolaşımının olduğu hareketli toplumlar ile durgun toplumları birbirinden ayırır. Demokratik toplumlar olan hareketli toplumlarda seçkin kademeler herkese açık olduğu gibi alt sınıflardan gelen bireylerin yönetici sınıfa dâhil olmaları da kolaylaşmıştır. Özellikle mutlakçı devletten modern temsili devlete geçiş ile toplumdaki siyasi güçlerin ve toplumsal değerlerin siyasal yönetime katılımı mümkün olmuştur (Duverger, 1995: 163). Ayrıca Mosca, her yönetici sınıfın toplumdaki siyasal, ekonomik ve toplumsal değişim ile birlikte yerini yeni bir yönetici sınıfa bırakacağını belirtmekte ve bu değişimin evrimsel olabileceği gibi devrimsel de olabileceğini vurgular (Kapani, 2003: 122).

Seçkinlerin dolaşımını mümkün kılan, sosyal, kültürel ve siyasal etkenler vardır. Bu toplumdan topluma göre de değişir. Geleneksel toplumlarda seçkin dolaşımı çok yoğun ve herkesi kapsayacak şekilde değildi. Özellikle siyasi iktidar alanı herkese açık değildi. Modern dönemlerde siyasetin demokratikleşmesi, eğitimin kitleselleşmesi ve sosyal hareketliliğin artması ile birlikte seçkinlerin dolaşımı/değişimi daha da mümkün hale gelmiştir. Özellikle demokratik kurumlar ve demokratik sistemler halkın geniş kesimlerine siyasal seçkin olma yolunu

(14)

açmaktadır. Bundan dolayı her ne kadar demokrasi ile seçkinlerin dolaşımı arasında haklı eleştiriler olsa da demokrasinin alt tabakalardaki bireylerin seçkin tabakasına doğru çıkmasına yol verdiği de olgusal bir gerçektir. Bir de demokrasi sadece alt sınıflardan seçkin sınıflara doğru bir akışkanlık sağlamaz, ayı zamanda sosyal ve iktisadi açıdan belli bir güce sahip sınıfların siyasal yönetime katılımına da imkân tanımasıyla seçkinler arasında çatışmaya da yol açar. Bu konuda siyasal partiler büyük önem taşımaktadır. Çoğunlukla her siyasal parti belli sosyo-ekonomik düzeylerdeki insanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu insanlar genelde sınıfsal çıkarlarını koruma mücadelesini siyasal partiler kanalıyla yürütmektedirler. Siyasal partiler yoluyla devam eden çatışma/mücadele yönetici seçkinlerin dolaşımında merkezi bir rol oynamaktadır.

1.2. Seçkinler ve Seçkincilik

Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Konumlarını verili olarak kabul eden ve bunu en doğal hak olarak telakki eden seçkinler bu konumlarını kurumaya dönük bir ideolojik-politik düzen oluşturmaya çalışırlar. Kendilerinin yerine geçmesi muhtemel toplumsal kesimleri engeller, kendi seçkincilik konumlarını daha sonraki kuşaklarına devredebilecek mekanizmaları kurarlar.

Seçkincilik her dönemde var olmuşsa da modern dönemlerde çok daha kapsayıcı ve etkili bir ideoloji olmuştur. Bunun en tipik örneği jakobenizmdir. Jakobenizm, bilginin “güç” olduğuna olan inancın bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve bilgiyi tekelinde bulunduran aydınların ellerindeki bu güç ile toplumu deşifre etmenin, toplumu tasarlamanın mümkün olduğuna olan inancın ifadesidir. Kuşkusuz aydınlar sosyal ve kültürel değişimlere “öncülük etmek, değişmiş bulunanı yaygın hale getirmek, yeni bir zevkin ve üslubun öncülüğünü yapmak, halkın sosyal tercihlerini etkilemek” (Aydın, 2004: 151) gibi roller oynarlar. Bu roller dolayısıyladır ki aydınlarda seçkincilik gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

(15)

Đnsan tüm zamanlardan daha fazla olarak modern dönemlerde toplumları kendi isteklerine göre biçimlendirme olanağını elde etmiştir. Bu durum beraberinde egemen insanların hırslarının daha da pekişmesine ve acımasızlaşmasına neden olmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda hemen hemen tüm toplumlarda dile getirilen sınıfsız toplum fikri sadece bir mitten öteye geçmedi; sınıfsız toplum fikrini somutlaştırmaya çalışan tüm iktidarlar ya mevcut sınıfı daha da seçkinleştirdiler veya yeni sınıfların ortaya çıkmasına neden oldular. Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar çoğunlukla soyut düzeyde kaldı.

Öyle ki Asya ve Afrika ülkelerinin en önemli seçkin sınıflarını ulusçu hareketlerin ileri gelen kadroları oluşturmaktadır. Bu ülkelerin ulusçuluğu yabancı egemenlerden kurtulup ülkeyi bağımsız kılma, farklı kültürleri içinde barındıran toplumdan yeni bir ulus yaratma gereksinimi ve ülkenin iktisadi kalkınmasını ulusal ölçekte planlamadan kaynaklanan bir ulusçuluktur. Dolayısıyla Bottomore’nin belirttiği gibi (1990: 110–111) “birçok gelişmekte olan ülkede bağımsızlık hareketini başarıyla yönetmiş tek bir partinin kendisini egemen seçkinler olarak kabul ettirmiş olduğunu ve iktidarın, gerek geçmiş eylemleriyle, gerekse de gelecekte modern bir ulus yaratma vaadiyle meşrulaştırdığını görmek hiç de

şaşırtıcı değildir.” Gelenek ve modernite arasında kalmış bu toplumların modernleştirme misyonuyla hareket eden aydınları, bürokratları gibi seçkinler sınıfı bu misyon dolayısıyla seçkinci bir tutum içine girmiştir.

(16)

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

2. OSMANLI’DA SEÇKĐN SINIFLAR VE DEVLET

2.1. Osmanlı Toplumsal Tarihine Đlişkin Metodolojik Problemler

Osmanlı toplumu üretim biçimi itibariyle zirai ve küçük sanayi üreticiliğine dayansa da, imparatorluk coğrafyasının genişliği ve bu genişlik içindeki zirai ve sanayi üretimindeki farklılık ve bu farklılığın yansıdığı ekonomik ilişkiler karşımıza oldukça karmaşık bir ekonomik düzen çıkartmaktadır. Böyle karmaşık bir ekonomik temel üzerinde örgütlenmiş olan siyasal ve sosyal yapının sınıfsal bir analiz denemesini yapmak oldukça zordur. Ancak, her toplumda özellikle teorik olarak farklı katmanların/tabakaların/sınıfların bulunabileceğine ilişkin genel kabule dayalı yargı, sınıf analizini mümkün kılmaktadır. Zaten bu çalışmanın da temel argümanını bu apriori yargı oluşturmaktadır. Esasında sosyal bilimlerde, toplumsal yapıyı sınıf temelli açıklama girişimi öncelikle ve bütünüyle Avrupa toplumu baz alınarak yapıldığından mevcut sınıf teorisinden hareketle Osmanlı toplumuna ilişkin bir analizde bulunmak zaten başlı başına problemlere yol açar. Bununla birlikte Osmanlı toplumunun pre-kapitalist dönemin baskın karakteristik özelliklerini -genel olarak feodal üretim biçimini- taşıyıp taşımadığı konusu da oldukça tartışmalı ve belirsiz olması konuyu daha da karmaşıklaştırmakta ve metodolojik sıkıntılara yol açmaktadır.

(17)

Taner Timur, Osmanlı toplumsal düzenine ilişkin yaptığı çalışma da bu metodolojik sıkıntıya değinmekte ve bu sıkıntıyı genel itibariyle –bizim de katılacağımız gibi- üç nedene bağlamaktadır. Bunlardan ilki, Osmanlı ideolojisidir ki, bu ideoloji Osmanlı tarihçileri ve vakanüvisleri1 tarafından yazılan tarih kitaplarında ve belgelerde aktarılan tarihsel olguların nesnelliğini zedelemektedir.

Đkincisi, /milliyetçi/metafizikçi bakış açısının tarih okumasına ve tarih yazımı üzerindeki yoğun etkisi. Diğeri ise Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan batılılaşma yanılgısının oluşturduğu algı (Avrupa merkezcilik) ve kavramsallaştırmalardır. Timur, bu üç engelin aşılması için tarihi materyalizm yönteminin kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır (Timur, 1979: 154-156).2 Ancak tarihi materyalizm yönteminin her ne kadar bize somut olgular üzerinden tarihi okuma imkânını verse de, bizatihi tarihin tarihselliğinden kaynaklanan birçok sıkıntıyı da beraberinde taşıması dolayısıyla bize tarihin hakikatini ifşa edecek yöntemi sunması da mümkün değildir. Fakat mevcut tarihsel verileri analiz etmede kullanılan metodolojiler içerisinde tarihsel materyalizmin kendi içinde en tutarlı metodolojiyi sunduğunu da vurgulamak gerekir.

Osmanlı imparatorluk hinterlandı birçok dil, din, kültür ve geleneği dolayısıyla farklı tarihi tecrübeleri bünyesinde barındıran, bu tecrübelerin siyasal, sosyal, iktisadi tezahürlerinin kurumsallaştığı zengin bir alanı oluşturmaktadır. Ayrıca hinterlant coğrafyası tarihin ilk dönemlerinden itibaren birçok medeniyete zemin teşkil etmiş ve kıtalar arası transit güzergâh özelliğine sahip hareketli bir coğrafyaydı. Tarihin oldukça hareketli ve üretken olduğu bu coğrafya da bir “Osmanlı” sürecinden bahsediliyorsa, kuşkusuz bu Osmanlının “nevi şahsına münhasır” bir iz bırakmış olmasından kaynaklanıyor. Ancak bu “nevi şahsına münhasır”lık durumunu salt nevi şahsına münhasır bir durum olarak algılamaktan da kaçınmak gerekir. Dolayısıyla Osmanlı sistemi olarak nitelendirilebilecek toplumsal yapıyı ne kusursuz bir yapı olarak görmek ne de bu düzeni/tecrübeyi görmezlikten gelmek yerine, tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış, tarihsel

1

Resmi Osmanlı tarihçileri olan vakanüvisler, devlet memuru olarak olayları kaydederlerdi.

2 Timur’un bu çalışması, temelde klasik Osmanlı dönemindeki feodal eğilimler ile merkezi iktidar

(18)

sürecin akışı içinde şekillenmiş bir kesit olarak algılamak daha analitik/bilimsel bir yaklaşım olacaktır.3

Klasik Osmanlı dönemi olarak nitelendirilen dönem, Osmanlının kuruluşundan başlayıp Osmanlı modernleşme hareketlerinin başladığı dönemi içermektedir. Bu dönem, “Osmanlı sistemi” (siyasal-sosyal-iktisadi) olarak nitelendirilebilecek yapının kurumsallaştığı ve kendi ilişkiler düzenini ürettiği dönemdir. Dolayısıyla bu dönem bir yönüyle Osmanlının özgün ve özgül yönünü de teşkil etmektedir. Bu klasik dönem de Osmanlı toplumu selefleri Roma, Bizans, Selçuklu gibi bir tarım toplumu özelliğini göstermektedir. Tarımsal üretimin ağırlıklı olduğu ve yer yer küçük sanayi üreticiliğinin yapıldığı bu dönem de üretim biçiminin ve siyasal yapının kavramsallaştırılmasına ilişkin ayrıca oldukça tartışmalı bir literatür de var karşımızda.

Her toplumda gerek işbölümünün gerekse de ideolojik nedenlerin ortaya çıkardığı tabakalaşmış bir düzen söz konusudur. Bu tabaklaşmada artık üründen geçinen, iktisadi işleyişi kontrol eden, yönetim mekanizmasında karar yetkisi olan bir seçkinler zümresi yer almaktadır. Osmanlı toplumunda da birçok seçkin zümre/sınıf yer almaktaydı. Osmanlı toplumu üzerine yapılacak sınıfsal bir çalışmada bu toplumun en aktif ve belirleyici sınıfının seçkin sınıflar olduğu, seçkinler dışındaki sınıfların (reaya) çok fazla belirleyici olmadığı, sosyal ve siyasal alanlarda “pasif” konumda bulundukları görülecektir.

2.2. Osmanlı Đmparatorluk Düzeni

Türkiye’de Osmanlı toplumunu idealize eden, Osmanlıyı ve Osmanlı toplumunu “Nizam-ı Âlem” şeklinde nitelendiren özellikle milliyetçi/muhafazakâr

3 Böyle bir tartışmaya girilmesinin nedeni Türkiye’de Osmanlı devletine ve Osmanlı tarihine ilişkin

özellikle halk arasında devam ede gelen keskin yaklaşımların sürüyor olmasıdır. Bunlar kâh Osmanlının göklere çıkartıldığı kâh Osmanlının birçok önemli yönüyle dikkate değer görülmediğine ilişkin uç yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar sadece halk arasında da bulunmamaktadır. Osmanlıyla ilgili yapılmış birçok akademik çalışmalar da bile, bu “bilimdışı” yaklaşımlar sarih veya gizil bir

(19)

kesim için, sınıf gibi çatışma, kargaşa içeren benzeri “ürkütücü” bir kavramsallaştırma ile Osmanlı toplumunu irdelemek, Osmanlı toplumsal düzenini bu yaklaşımla çözümlemeye çalışmak çok fazla itibar edilmemektedir. Ancak tarihteki bu olguyu veya süreci idealize etmeden, mevcut verilerle ve birazda materyalist tarih metodolojisiyle yaklaştığınız zaman farklı bir Osmanlı toplumsal düzeniyle karşılaşırsınız. Bu Osmanlı toplumsal düzeni hiçte zannedildiği gibi sessiz, sakin ve uyum-düzen içerisinde değildi. Tam tersi Osmanlı coğrafyasında, merkezi veya yerel yönetimlere karşı bireysel veya birçok toplumsal isyanın, çatışmanın var olduğu görülmektedir.

Osmanlı Đmparatorluğu selefleri Roma ve Bizans imparatorlukları gibi bir tarım toplumuydu. Tarımsal üretimin yoğun olduğu imparatorluk hinterlandı, yerleşim biçimi itibariyle köylerden ve küçük kentlerin yanında belli başlı büyük kentlerden oluşmaktaydı. Kentler genelde yönetim merkezi ve köylerdeki artı ürünün tüketildiği, bunun yanında küçük sanayinin ve muhtelif zanaatların icra edildiği yerleşim yerleriydi. Tarımsal üretimin yapıldığı köyler de ise Müslüman köylüler ürettikleri üründen öşür olarak adlandırılan vergiyi verirken, gayri Müslimlerde haraç olarak adlandırılan vergiyi veriyorlardı.

Tarıma dayalı bir toplum olan Osmanlı’da devlet toprak mülkiyetini ve toprak mülkiyeti üzerindeki tasarruf şeklini ve yetkisini hukuki bir prosedüre göre düzenlemişti. Bu düzenleme Tımar sistemi4 olarak nitelendirilmektedir. Tımar sistemi, devletin toprak mülkiyeti üzerindeki tasarrufudur. Bu sisteme göre toprak devletin mülkiyeti altındadır. Devlet bu toprağı savaşta yararlılık gösteren sipahilere veya diğer devlet memurlarına hizmet karşılığı vermekteydi. Tımarlı sipahi, devlet tarafından kendisine verilen bu toprağa tam anlamıyla özel mülkiyet diyebileceğimiz şekilde bir tasarruf yetkisine sahip değildi. Özellikle askeri mükellefiyeti yerine getirmediğinde veya toprağın ekimini yapmadığında devlet tarafından toprak elinden alınıyordu. Ancak bu tip kuralları aksatmadığı sürece toprak babadan oğla geçebiliyordu. Bu toprak sistemini meşrulaştıran ise miri

4

(20)

rejimidir. Bu rejime göre menkul veya gayrimenkul tüm mülkiyetin son kertede sahibi devlettir. Tımar ise, devletin bu miri arazisinin belirli miktardaki parçasını asker ve diğer memurlara vermesidir. Bununla birlikte tımar sistemi sadece bir toprak sistemi değildi, aynı zamanda bir yönetim sistemi idi. “Beylerbeyinden sipahiye kadar, sultanın eyaletlerdeki yürütme gücünü temsil ederdi. Sipahilerin çeşitli yöneticilik görevleri vardı. Kırsal alandaki reayanın korunmasıyla yükümlü bir tür polis gücü oluşturdukları gibi, tımar olarak tahsis edilmiş vergilerin toplanmasında ve miri tımar topraklarına ait yasaların uygulanmasında önemli görevler üstlenirlerdi” (Đnalcık, 2003: 121). Tımar sistemi bu şekilde hem Osmanlı ekonomik sisteminin temelini oluşturuyor hem de uzak bölgelerdeki yerel yönetimin işleyişini ve kontrolünü sağlıyordu.

Osmanlı düzeninin bir diğer önemli unsuru millet sistemi olarak nitelendirilen sistemdir. Osmanlı, bünyesinde farklı inanç ve kavme mensup halkları barındıran klasik bir imparatorluktu. Devlet, merkezi tahkim eden politikalarına yönelik herhangi bir saldırı olmadığı müddetçe her türlü dini ve etnik kesimlerin dinsel, kültürel farklılıklarıyla varlıklarını devam ettirmesine imkân vermekteydi hatta bunu yasal güvence altına almaktaydı. Yani devletin bugünkü ulus devletlerin yapa geldikleri toplumu kültürel ve kimliksel anlamda homojenleştirme gibi bir politikası ve kaygısı yoktu. Osmanlı, farklı dini kesimleri millet olarak görüyordu. Her millet, eğitim, din, sosyal ve kültürel konularda merkezin müdahalesine maruz kalmadan etkinliğini sürdürüyordu. Merkezi yönetim, bu konuları milletin/cemaatin kendi iç düzenine bırakmıştı. Ayrıca çoklu hukuk sistemi denilen usulle her millet kamu hukuku dışındaki mevzularda kendi iç hukukuna göre yargılanabiliyordu. Devlet ile toplumsal kesimler arasındaki bu görece özerklik durumu Osmanlı düzeni ve sivil toplum tartışmalarının da merkezini oluşturmaktadır. Sivil toplum, tarihsel serüveninden/bağlamından kopartılarak genel bir şekilde toplumsal örgütlenmenin devlet müdahalesi altında değil de, özerk bir şekilde yapılanması olarak değerlendirildiğinde Osmanlı’da sivil toplumun daha doğrusu sivil alanın mevcudiyeti konusunda bir kısım veriler bulmak mümkündür. Ancak modern sivil toplum kavramını tarihsel ve felsefi

(21)

bağlamından koparmadan, bu bağlama sadık kalarak Osmanlı toplumu değerlendirildiğinde çok daha farklı bir toplumsal yapılanma karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’da sivil toplum tartışmaları bağlamında Đnalcık (1998:79), klasik Osmanlı sisteminde devlet ve reaya (toplum) arasındaki ilişkiyi şu şekilde değerlendirir: üreten sınıflar ile devlet arasında ilişkiyi ve iletişimi sağlayan spesifik kurumlar vardı. Reaya içerisinde yer alan her grup, millet, cemaat vesaire kendi temsilcisini (kethüda) seçme hakkına sahipti. Seçilen kethüda padişahın onayını aldıktan sonra o cemaatin temsilcisi (kethüdası) oluyordu.5 Bundan anlaşılıyor ki devlet ile toplum arasında ara kurumlar vardı ancak bu ara kurumlar bariz bir şekilde devletin veya merkezin kontrolünde olması dolayısıyla sivil topluma paralel düşecek olan özerkliği tartışmalıdır.

Osmanlı düzeninde şehirlerde loncalar denilen esnaf teşkilatları vardı. Bu loncalar, Selçuklular döneminde de var olan Ahi teşkilatının devamıydılar. Aynı meslek gruplarının bir araya gelerek kurdukları loncalar, çırak yetiştirme, kalite kontrolü ve standardizasyon ile ilgileniyorlardı. Bunun yanında fiyat istikrarını sağlayıcı, haksız rekabeti, aşırı üretimi ve işsizliği önleyici vb. özelikleri taşımaktaydı. Ayrıca narh sistemi olarak adlandırılan ve devlet tarafından uygulanan fiyat ve kalite denetiminin en önemli yürütücüsü de bu loncalardı. Loncalar toplum ile organik bağı en güçlü olan sosyal organizasyonların başında gelmekteydi. Osmanlı’daki yönetici sınıf için loncalar fiyatları kontrol etmek gibi ekonomik işleyişin devamı açısından faydalıydı. Ancak organize olmuş olmaları, aynı meslekteki insanların yoğunlaştığı loncaların tekelleşmeye meyletmesi, halkın siyasi otoriteden memnuniyetsizliğinin ifadesi olabilmesi gibi tehlikeleri de vardı. Bunun için merkezi yönetim loncaları devlet denetimine almıştı (Kuran, 2000: 51). Bu durum tipik Osmanlı düzeninin en belirgin özelliklerinden biridir. Devlet, toplumsal hayata çok fazla karışmamaktaydı. Ancak toplumsal organizasyonların mevcut siyasal ve sosyal sistemi tıkayacak, itiraz edecek veya işleyişi aksatacak herhangi bir teşebbüste bulunma ihtimaline karşı loncalar, tarikatlar, tekkeler gibi

5

Ayrıca, Osmanlı ve sivil toplum tartışmalarına ilişkin Cihan ve Doğan’ın (2007) çalışmasına bakılabilir. Çalışma özgün iddialar taşımaktan ziyade daha çok yetkin kaynaklardan hareketle bir derleme niteliği taşımaktadır. Ancak akademik düzeyde genel bir fikir vermesi açısından da kayda değer bir çalışma.

(22)

ekonomik ve sosyal gücün temerküz ettiği alanları da kontrol altına almayı ihmal etmemişti.

Osmanlı siyasal yapısı ise padişahın veya sarayın etrafında oluşmuş, bürokratik sistemin o günün şartları ve imkânları içerisinde olabilecek en rasyonel

şekilde düzenlendiği bir yapıydı. Özellikle Osmanlı’da devletin resmi işlemlerinin hemen hemen tamamının yazıya geçirilmesi ve kayıt altına alınması gibi bir teamülün oldukça yaygın olması Osmanlı bürokratik sisteminin işleyişinin niteliği hakkında bir fikir vermektedir. Đstanbul’un yönetim merkezi olduğu Osmanlı’da idari yapı eyaletlere, eyaletlerde sancaklara bölünmüş olarak yönetiliyordu. Yine bir kısım eyaletler özerk bir statüye sahipti. Ancak genel anlam da Osmanlı devlet yapısı merkeziyetçi bir yapıydı. Bu merkeziyetçilik toplumsal ve iktisadi alanı kapsayan bir merkezilikten ziyade Tabakoğlu’nun (2000: 25) vurguladığı gibi ideolojik ve siyasi anlamda merkezi bir özellik taşımaktadır. Yani merkezi otorite, sarayın veya hanedanın iktidarını korumak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacak kadar sert önlemlere başvurmuş; bunun için hanedan üyelerinin öldürülmesi meşrulaştırılmış; esasında özerk olarak görülebilecek toplumsal örgütlenmeler, merkezi otoriteye karşı bir tehdit olarak algılandığı anda da hemen müdahale edilmiştir.

Türkiye de, Osmanlı toplum yapısına ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı ilk dönem eserlerin çoğu 1960’lı ve 1970’li yıllara aittir. Bu dönemlerde Osmanlı toplumunun (klasik dönem) Avrupa’daki gibi feodal mi olduğu veya feodal yapıdan farklı olan Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) mı olduğuna ilişkin tartışmalar yoğunluktaydı. Özellikle Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu, Đsmail Cem, Đdris Küçükömer, Hikmet Kıvılcımlı, Niyazi Berkes gibi Osmanlı toplumsal yapısıyla ilgilenenler Osmanlı toplumunun Avrupa’dan ve dolayısıyla feodaliteden farklı olduğunu vurgulamışlardır. Bu dönemlerde özellikle Marksist düşünürlerin Avrupa merkezci sol yerine yerel bir sol politik hareket ve bunun tarihsel arka planını oluşturma gayreti söz konusuydu. Bu gayret, sol kesim için, Türkiye toplumunun

(23)

tarihsel sürecini yeniden yorumlama ihtiyacını ortaya çıkarttı. Đşte ATÜT’ün popülerliği bu dönemde kısmen bu nedenden dolayıdır.

Osmanlı toplumsal düzeninin feodal üretim tarzı olmadığını, bunun yerine Marx ve Engels’inde yer yer dolaylı bir şekilde değindikleri ATÜT kategorisi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Sencer Divitçioğlu, bu tezini ele aldığı Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu (1981) adlı eserinde, önce ATÜT kavramsallaştırmasını Ortodoks Marksizm’den hareketle teorik bir çerçevesini ortaya koyar. Sonra Osmanlı’da üretim biçimini, devlet yapısının ana hatlarını belirtir; bu teorik çerçeve ile Osmanlı toplumsal yapısının birbiriyle genel anlamda örtüştüğü tezine vararak Osmanlı toplumunun bir ATÜT toplumu olduğunu ifade eder. Kemal Tahir’de (1992) ATÜT’ü savunmuş ve Osmanlı toplumunun doğulu toplumların tarihsel devlet geleneklerine göre kurulduğunu vurgulamıştır.6 ATÜT’lü doğu toplumlarının en karakterist özelliği özel mülkiyetin olmamasıdır. Doğu toplumlarında veya Asya toplumlarında özel mülkiyetin yokluğu genelde coğrafi özelliklere bağlanmaktadır. Tarımsal üretimin yapıldığı ve geniş arazilerin olduğu, ancak iklim özelliği itibariyle de az yağış alan bu arazileri sulamak için gerekli olan araçlar ve sulama tesisleri için devlet gibi güçlü maddi altyapıya sahip kurumlara veya komüne ihtiyaç vardır. Bu toplumsal düzende kişisel mülkiyet yoktur ve devlet toplumdan önce gelmektedir. Ayrıca Avrupa’dakine benzer bir feodal yapılanmada yoktur.

6 Kemal Tahir’in bu eseri sistematik olarak hazırlanmış bir kitap çalışması değildir. Kemal Tahir

daha çok bir edebiyatçıdır. Ancak entelektüel açıdan Osmanlı tarihine ve Osmanlı toplumsal yapısına yönelik yoğun bir ilgi içerisinde olduğundan, bu konuyla ilgili okuduğu metinlerden bir kısım konuları ve düşüncelerini not etmiştir. Đşte bu kitap, bu notlardan oluşmaktadır. Dağınık ve kısa notlardan oluşan kitap, Kemal Tahir’in Osmanlı toplumsal yapısına ilişkin fikirlerinin dağınık ancak ayrıntılı bir dökümünü vermektedir. Kemal Tahir, ayrıca Türkiye’deki sosyal bilimcilerin Osmanlı toplumuna yönelik farklı bir metodolojiden hareketle araştırmalarda bulunmasına da akademinin dışında biri olarak oldukça etkili olmuştur. Özellikle Osmanlı ve genelde Doğu toplumlarının Batı toplumlarından farklı olduğunu ve ayrıca doğu-batı diyalektiği içerisinden Osmanlı imparatorluğunun konumlandırılması gerektiğini savunan fikirleri araştırmacılar üzerinde etkili olmuştur. Ki o dönem için etkisi, özellikle Đstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümündeki akademik çalışmalarda daha çok görülmektedir. Osmanlı’yı, sınıf çatışmasının olmadığı, burjuvazinin olmadığı ve padişahın despot olmadığı kerim bir devlet olarak nitelendiren Tahir için Osmanlı, batılı sömürüye karşı doğuyu savunan bir devletti.

(24)

Osmanlı’nın feodal bir toplum olmadığını ileri sürenlerin en önemli argümanı ise Osmanlı’nın merkeziyetçi bir devlet yapısına sahip olduğu tezidir. Feodalizmi adem-i merkeziyetçi ile eşbiçimli gören ve güçlü bir merkezi yapının olduğu yerde feodalizmin görülmeyeceği tezinden hareket eden görüşe göre feodalizmin belli başlı kriterleri mevcuttur. Bunlar: Toprağın aristokratların mülkiyetinde bulunması, bu aristokratların yanında çalışan köylülerin üzerinde yalnız mülkiyet açısından değil, siyasal ve hukuksal bir yetki hakkına sahip olması, kendi mülkiyetlerindeki dirlikleri (fiyef) başka aristokratlara dağıtma yetkisini kullanmaları ve eyaletlerdeki kamu gücünün babadan oğla geçmesi gibi kriterlerdir. Buna karşılık Osmanlı toplumunun feodal bir yapı özelliği taşımadığını öne sürenler şu önermeler üzerinde durmaktadırlar. Bunlar: klasik dönem Osmanlı toplumunda toprağın padişahın şahsında devlete ait olması; yargı yetkisinin dirlik sahiplerinin yetkisinde değil de devletin atadığı memurların yetkisinde olması; dirlik sahiplerinin toprakları dağıtma yetkisinin olmaması; Osmanlı toplumunda her hangi bir kamu görevinin babadan oğla geçmediğinin, padişahın azledilmesiyle değişebileceği gibi önermelerdir (Berktay, 1989: 301). Her iki kesiminde önermelerini Osmanlı düzeninde kısmen görmek mümkündür. Osmanlı’da özel mülkiyet yoktu. Ancak diğer taraftan devlet tarafında dağıtılan tımarlar ve bu tımarların sahibi olan sipahiler vardı. Bu sipahiler veya tımar sahibi diğer devlet memurları merkezi yönetimin zayıf olduğu zamanlarda mülkiyet üzerinde şahsi tasarrufta bulunabiliyordu. Ancak bunun herhangi hukuki bir dayanağı yoktu. Bu tasarrufta bulunma durumu küçük köylüyü çok fazla etkilediği görülmemektedir. Küçük köylü üretimine dayanan Osmanlı üretim biçiminde köylüler tımarların dağıtılmasından fazla etkilenmemekteydiler. Çünkü Osmanlı’da toprağın devletin elinde olması halk için hukuki olarak daimi bir kiracılık sözleşmesinin oluşmasına neden olmuştu. Fakat toprağı işledikten ve vergisini ödedikten sonra köylü sanki toprağın gerçek sahibiymiş gibiydi. Barkan’ın (1980: 128) ifade ettiği gibi “kiranın her yerde toprağın verim kabiliyetine göre, mahsulde bir hisse şeklinde alınmakta olması ve umumiyetle bir vergi şeklini almış bulunması ve toprağın babadan oğla geçmesi, kiracılığın mahzurlarını hissedilmez bir hale sokmaktadır.”

(25)

Berktay (1989: 306-307) feodaliteyi sadece merkezi devletin varlığına bağlamayı yani merkezi devlet ne kadar güçlü ise toplumun feodaliteden de o kadar uzaklaşacağını, merkezi devletin zayıflaması veya bir devlet ne kadar geri ise toplumun/devletin o derece feodal sayıldığı gibi bir çıkarımı eleştirmektedir. Tam tersine merkezi devletin inşasının sınıflaşmayı arttırdığını, rant ödeyici bağımlı bir köylülüğü oluşturduğunu, kısacası ekonomik temelde feodalleşmeyi hızlandırdığını vurgulamaktadır. Ve genel olarak Osmanlının klasik dönemini feodal bir üretim tarzı içerisinde değerlendiren Berktay’a (1989: 118) göre, “Türkler, 15. ve 17. yüzyıllarda gelişen dünya ekonomisinin girdabına çekilinceye kadar, Orta Asya, Ön Asya ve Anadolu’da insanlığın kapitalizm öncesi bilinen bütün ana biçim ve eğilimlerini yaşadılar. Köy halkının köy topraklarına toplu tasarrufu ve bunları kendi arasında periyodik bir yeniden dağıtıma tabi tutması usulü, Osmanlı

Đmparatorluğu’nun sınırları içindeki bazı bölgelerde, 20. yüzyılın başlarına kadar inatla varlığını korumuştur”. Berktay gibi Timur’da (1979: 180-181) paralel argümanlarla Osmanlı tımar sistemini feodalizmin ilk aşaması olarak nitelendirir ve bu durumun evrensel bir nitelik taşıdığını, eski Amerika uygarlıkları ve Japonya’ya kadar birçok yerde örneklerinin görülebileceğini iddia eder.

Görüldüğü gibi Osmanlı devletinin feodal üretim tarzı mı yoksa ATÜT’mü olduğu tartışması veya bunların dışında farklı bir üretim tarzı mı olduğu tartışmasında Osmanlı Đmparatorluğunun merkeziyetçiliği belirleyici olmaktadır. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki, özellikle ATÜT ve feodalite tartışmasının temel çıkış noktası üretim tarzının ve üretim biçiminin ne olduğuna ilişkindir. Bir toplumun yapısal çözümlemesi yapılırken üretim tarzı ve üretim biçiminin esas alınması gibi teorik bir yaklaşım en azından teorik olarak bir kısım problematiklere de kapı açtığını burada değinmek gerekir.

Osmanlının merkezileşme konusuna dönecek olursak, Osmanlı devletini de kapsayacak şekilde genelde Asya veya Doğu toplumlarında ki devletin yapısını analiz ederken yaygın olarak kullanılan nitelendirme “Doğu Despotizmi” kavramıdır. Doğu despotizmi, tüm kararların sultan tarafından alındığı ve kararların

(26)

tamamen keyfi olduğu bir siyasi sistemdir. Bu kavramın tarihsel arka planı Machiavelli ve Montesquieu gibi modern siyaset felsefecilerine kadar dayanmaktadır. Batı siyaset felsefesi literatüründe Doğu toplumlarındaki devlet tipini ve bunun Avrupa’daki devlet tiplerinden olan farklılığını vurgulamak için yaygın olarak kullanılan kavrama Weber,7 sosyolojik analizlerle yüklü teorik bir zemin oluşturmuştur. Ancak tam da burada vurgulanması gereken önemli bir farklılık var o da “doğu despotizmi” kavramının en bariz niteliği olan padişahın mutlak yetki ve etki sahibi olması özelliğinin Osmanoğulları hanedanının bütün üyeleri için geçerli olmadığıdır. Yer yer güçlü padişahlar mutlakıyetçi olmuş olsa da Osmanlı tarihinde bir kısım padişahların mutlak otoriteye sahip olmadığı, padişahların değiştirilmesinden de anlıyoruz. Özellikle saray çevresinde ki ulema ve askeri üst bürokratlar bir araya gelip devleti iyi yönetemediklerini düşündükleri padişahları değiştirmişlerdir. Bu Osmanlı devletinin tipik özelliklerinden biridir. Örnek olarak IV. Mehmet’in av merakı yüzünden idareyi ve saltanatı ihmal ettiğini ittifakla hükme bağlayan ulema ve devlet erkânı mezkûr padişahı indirip yerine II. Süleyman’ı tahta geçirdiler. Yine başka bir örnekte Sultan I. Mustafa’nın ehliyetsizliği hükmüne varan devlet erkânı, padişahı zorla tahttan indirip yerine II. Osman’ı geçirmişlerdir. Bunların dışında değişik isyanlarda özellikle 17. yüzyıl sonrası dönemlerdeki isyanlarda sık sık padişahların değiştirildiği görülmektedir. Bu örneklerle Osmanlı’nın mutlakıyetçi bir devlet olmadığı iddia edilmiyor. Osmanlı yönetim tarzı itibariyle merkeziyetçi bir şekilde örgütlenmişti. Ancak bu merkeziyetçiliğin sadece tek bir şahsın inhisarında olduğuna ilişkin fantastik öğeler içeren oryantalist yaklaşım da resmedildiği gibi de değildir.

7 Bu konuda ayrıntılı ve eleştirel bir çalışma için bakınız Bryan S. Turner’in Max Weber ve Đslam

(1997) çalışmasına ayrıca, doğu despotizmi kavramını içine alan patrimonyal devlet anlayışına ilişkin Osmanlı’da patrimonyal devlet ve bunun kültürel ve sanatsal alan üzerinde sosyolojik bir çalışma için Halil Đnalcık’ın, Şair ve Patron (2003) çalışmasına bakılabilir.

(27)

2.3. Osmanlı’da Seçkin Sınıflar ve Devlet

2.3.1. Klasik Dönem (14 ve 17. Yüzyıllar)

Makro düzeyde Osmanlı toplumunu iki sınıfa ayırmak mümkündür. Đlki vergi vermeyen yönetenler sınıfı/seçkinler sınıfı, diğeri ise vergi mükellefi olan yönetilenler sınıfı. Ancak bu düzeyde bir sınıfsallık durumu oldukça karmaşık olan Osmanlı toplumsal düzenini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Evet, Osmanlıda yönetilenler sınıfı olarak nitelendirilebilecek ve geniş halk kesimlerinden ayrılan, artı-ürünü kontrol eden ve tüketen saray ve çevresinde aristokrat/seçkin bir sınıf (askeri sınıf) vardı. Bunun yanında köylerde yaşayan, tarımsal üretime dayalı halkın yanında, kentlerde yaşayan ve zanaat veya küçük sanayi üreticiliği yapan geniş bir halk kesimi (reaya sınıfı) de vardı. Ancak bu geniş halk kesimi içerisinde değerlendirilen fakat iktisadi ve politik gücü itibariyle de bu halktan oldukça farklı olan, merkezden uzak, yer yer merkezle çatışan/anlaşan bir taşra seçkinleri de mevcuttu. Klasik Osmanlı döneminin temel sınıf mücadelesini tam da bu oluşturmaktadır. Dolayısıyla klasik dönem Osmanlı toplumsal düzeni ve bunun uzantıları olan iktidar mücadelesini, bu iki seçkin zümrelerin mücadelesi olarak okumak da mümkündür.

Bu iki aristokrat sınıfın toplumsal kökenlerine değinmeden önce ifade edilmesi gereken önemli bir ayrıntı var. O da, belki sadece Osmanlı imparatorluğuna has bir özellik olan şu durum ki bu iki aristokratın artı-ürünün paylaşımı ve iktidar mücadelesi sırasındaki sınıf çatışmalarında hanedanı değiştirme gibi bir teşebbüs içerisinde olmamaları veya böyle bir teşebbüs söz konusu olmuşsa dahi başarılı olamamasıdır. Zaten Osmanlı Đmparatorluğu’nun selefleri Roma ve Bizans’tan ayıran önemli hususlardan biri de tek bir hanedanın asırlarca devam etmesidir. Hem saray çevresi aristokratları (ki bir kısmı sarayın inisiyatifiyle ortaya çıkmış kısmen türedi bir aristokratlar sınıfıdır) hem de taşradaki aristokratlar Osmanoğulları hanedanını itirazsız bir şekilde kabul etmişlerdir. Daha sonraki paragraflarda da görüleceği gibi iktidar mücadeleleri sırasında padişah değiştirilirken bile Osmanoğulları’ndan birisi olmasına son derece dikkat edilmiştir.

(28)

Timur’un (1979: 71) haklı olarak “tarihi açıdan istisna olan ve açıklanması gereken, altıyüz yıl buyunca Osmanlı devletinde tek bir hanedanın iş başında kalabilmiş olmasıdır” şeklindeki ifadesini/sorusunu somut verilerle yanıtlamak zordur. Ancak bunun nedeni sınıf mücadelesinin oldukça örtük olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bir de saray/Osmanlı ideolojisinde devlet-hanedan özdeşliği söz konusudur. Bu ideolojik çeper hanedan için bir koruma zırhı işlevi gördüğü gibi hanedanlığı halkın gözünde kutsallaştırmıştır.

Bunun yanında hanedanın ve padişahın kutsallığını destekleyen bir diğer husus dinsel kurumlar ve bu kurumlardan beslenen ideolojidir. Şöyle ki, Osmanlı’da eskiden kalan ve yeni kurulan tüm vakıflar, merkezi otoritenin kurulması ve tahkim edilmesiyle birlikte bu vakıfların idari ve yönetimi merkeze bağlanmıştı. Bu vakıflardan tarikatların tekke ve zaviye şeyhlerinin faydalanabilmesi padişahın iznine bağlıydı (Akdağ, 1974: 38). Dolayısıyla Osmanlı Müslüman toplumu üzerinde geniş bir manevi hâkimiyet kurmuş olan tarikatların mensuplarına padişahları yüceltici telkinlerde bulunması hanedanın şahsiyet-i maneviyesini güçlendiren önemli bir faktör olmuştur. Ayrıca bir diğer faktörde Osmanlı hanedanının, hanedanı özellikle içte parçalayacak herhangi bir teşebbüsü önceden akamete uğratacak tedbirler almasıdır. Bunların başında da eski Türk geleneklerindeki toprağın hanedan üyeleri arasındaki paylaşımını yani devleti kardeşler arasında paylaşma sistemini uygulamamak ve bunu engellemek için yeri geldiğinde kardeşlerin öldürülmesinin dahi meşru olarak kabul edilmesidir.

Bu iki aristokratın toplumsal kökenlerine gelince bu iki aristokrat sınıf, Osmanlı’nın devletleşmesinden ve merkezi otoriteyi sağlamasından önce var olan aristokratlara dayanmaktadır. Yani kuruluş süreci sırasında Osmanlı’da iki yönlü bir sınıflaşma görmek mümkündür. Bunlardan biri saray aristokrasisini oluşturan din adamları, Müslüman olmuş Bizanslı asiller ve Đran kökenli yöneticilerken diğeri de gazilerden ve eski asillerden oluşan taşra aristokratlarıdır (Timur, 1979: 85). Bu iki sınıfsal damar tüm bir Osmanlı ve cumhuriyet tarihi boyunca varlığını ve

(29)

sürekliliğini farklı formlarda, faklı düzeylerde ve ideolojilerde devam ettirmiştir. Bu süreç, ileriki sayfalarda ayrıntılı bir şekilde analiz edilecektir.

Osmanlı’nın kurulduğu Anadolu coğrafyası, o dönem için ekonomik gelişme düzeyinin oldukça hareketli ve gelişmiş olduğu bir bölgeydi. Osmanlı doğu ve batı ticaret yollarının birleştiği bir yerde (ipek yolu) kurulmuştu. Ayrıca Osmanlılar öncesinde Selçuklular, bu yolu rasyonel bir şekilde kullanarak Anadolu’nun çoğu yerinde hanlar ve kervansaraylarla birlikte yaygın bir posta ve gümrük sistemi ile donatmışlardı. Selçuklular ticarete önem vererek, tüccarın can ve mal güvenliğini sağlayarak Anadolu’yu o günün şartları içerisinde uluslararası bir ticaret merkezi haline getirmişlerdi (Avcıoğlı, 1979: 18-20). Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, Malatya gibi şehirleri o dönemin önemli ticaret şehirleriydi. Bu şehirlerde zengin bir tüccar tabakası vardı. Bir de Selçuklular, Anadolu’nun fethi sırasında savaşlarda başarılı olmuş veya savaşa katılmış Türkmen beylerine tımarlar veriyordu. Anadolu’da tüccar sınıfının yanında tarımsal üretimin artı-ürününü kontrol eden bu tımar sahibi beyler öyle güçlenmişlerdi ki zaman zaman merkezi otoritenin gevşemesinden faydalanarak serbestçe hareket edebiliyorlardı hatta merkezi otoriteye karşı bile gelebiliyorlardı. Đşte özellikle bu kesimler daha sonra Osmanlı dönemindeki iki güçlü sınıftan biri olan taşra aristokrasisinin nüvesini oluşturacaktır.

Bir diğer sınıfı teşkil eden ise saray çevresindeki bürokratlar, askerler ve ulema kesiminden oluşan saray aristokrasisidir. Osmanlı devleti bilindiği gibi ilk dönemlerden itibaren sınır genişlemesi ve fetih hareketlerini genellikle batıya doğru yürütmekteydi. Bu esnada birçok Bizans tekfuru ve yöneticileri Osmanlı’nın hizmetine girmek zorunda kaldı. Ayrıca Osmanlı’da birinci sınıf muamelesi görmenin yolu Müslümanlıktan geçiyordu. Müslüman biri devletin her tarafında mevcut hizmetlerden ve imkânlardan doğal olarak gayr-i Müslimlerden daha fazla faydalanabiliyordu. Bu nedenle olacak ki birçok eski Bizans yöneticisi ve tekfuru Müslüman olup Osmanlı’nın hizmetine girdi. Birde Osmanlı öncesi Selçuklular ve beyliklerde yöneticilik yapmış veya buralardaki medreselerde eğitim almış Arap,

(30)

bürokratikleşen Osmanlı devlet kademelerinde kolayca memur olabiliyorlardı. Türkler ise, göçebe olduklarından hem eğitim bakımından hem de idari tecrübe bakımından bu kesimlerden oldukça geride idiler. Türkmen beyleri, kendilerine verilen tımarlarda maddi güçlerini ve siyasal iktidarlarını güçlendirmeye çalışırken, köylere yerleştirilen göçmen Türkler ise çiftçilikle uğraşıyorlardı. Bundan dolayı ilk dönemler Türkler, şartların zorlamasıyla, daha sonra ise iktidar mücadelesinin sonucunda sistematik bir şekilde merkezi yönetimin çevresinden uzaklaş(tırıl)mışlardır.

Özellikle saray çevresi aristokratlarının halktan koparak sosyal bir sınıf olarak ortaya çıkması üzerinde duran Akdağ (1974: 113-114), Osmanlı’da sınıfsal ayrışmanın gerçek nedenini özel mülkiyetin olmamasına ve toprak mülkiyetinin bütünüyle devletin elinde olmasına bağlar. Ve toplumun devlet eliyle fonksiyonel bir şekilde biçimlendirildiğini vurgular. Türklerin Anadolu’yu fethetmeleriyle birlikte daha önce Hıristiyanların elinde olan topraklar devletin eline geçti. Devlet (Selçuklu-Osmanlı) bu toprakları tımar sistemine göre dağıtıyordu. Tımar dağıtımı özellikle taşra aristokratını ortaya çıkartan temel faktördür. Dolayısıyla bu durumda Osmanlı’da devletin ortaya çıkışını sınıf mücadelesi veya sınıf teorileri bağlamında değerlendirmek zorlaşmaktadır. Başka bir ifadeyle devlet, sınıf çatışmasının bir tezahürü değil, sınıflar devlet müdahalesinin birer tezahürüdür. Bu tez Marksist devlet teorisinin zıddını oluşturmaktadır. Tabi Osmanlı devletinin kuruluş şartları ve döneminin bu tezi doğrulayacak şekilde irdelendiğini de söylemek biraz aceleci bir yargı olacaktır. Osmanlı devleti en basit anlatımla bir aşiretin yavaş yavaş büyümesi ile ortaya çıkmıştır. Peki, bu aşiretin bu derece kısa sürede büyümesi ve tek hanedan olarak varlığını sürdürmesi nasıl açıklanacaktır. Günümüzden bakınca sanki bütün şartlar bu küçük Kayı aşiretinin büyük bir imparatorluğa doğru evrilmesine yardımcı olmuştur. Fakat bu kadar basit şekilde oluşmayan tarihi dolayısıyla tek bir nedene indirgemekte yeterli açıklamayı vermez. Ancak konumuz açısından önemli olan yukarı da zikredilen iki aristokrat sınıfının mücadelesi ve bu mücadelenin Osmanlı devletinin yapılanmasında, kurumsallaşmasında, iç ve dış politikasının belirlenmesinde ne ölçüde etkili olduklarıdır.

(31)

Osmanlı hanedanı toplumsal köken itibariyle taşra aristokratı olarak belirtilebilecek Anadolu’daki beylikler içerisinden çıkmıştır. Bu beyliklerle mücadele eden Osmanlı’nın karşısında bir de Bizans imparatorluğuna sembolik olarak bağlı olan, başka bir aristokrat kesimini oluşturan tekfurlar vardı. Osmanlı zamanla bu iki aristokratı bünyesine kattı fakat bu aristokratlar mahalli iktidarlarını sürdürmeyi de devam ettiler. Zaten Osmanlı’nın bu derece kısa sürede büyümesinin en önemli nedeni de Avrupa’daki feodal yapının kısmen benzeri bir yapılanma içerisinde olan Türkmen beyleri ve Bizans tekfurları ile kurduğu karşılıklı ilişkidir. Denilebilir ki Osmanlı hanedanı merkezi otoritesini güçlendirene kadar Bizans-Türk aristokratları karşısında pasif kalmıştır. Osmanlı’nın bu pasifliği ince bir politika olarak ta değerlendirilebilir. Çünkü köken itibariyle de Osmanlı hanedanı bu zümreye dâhildi. Selçuklu devletinin yıkılması ve Bizans’ın zayıflaması dolayısıyla Anadolu ve Rumeli’de merkezi otoritenin olmaması mahalli iktidarlar arasındaki çatışmayı yoğunlaştırmıştı. Bu çatışma ya iktidar paylaşımı ile azalacak veya karşı tarafın yenilmesiyle son bulacaktı. Osmanoğulları ilk seçeneği politik bir tercih olarak kullanarak merkezi otoriteyi sağlayana kadar Bizans-Türk aristokratlarıyla iyi geçinmeye çalıştılar. Öyle ki, bu dönemde Osmanlılar, nüfuzlarını arttırmak için evliliği işlevsel bir şekilde kullandılar. Osmanoğulları daha ilk başlardan beri toplumun ileri gelenlerinin kızlarıyla evlenerek akrabalık bağlarını güçlendirdiler. Bu bağ, o dönemin şartları içerisinde politik getirisi oldukça yüksek olan bir bağdı.

Fetret devrinden itibaren yoğun bir şekilde başlayan taht kavgalarına paralel olarak devam eden bir çekişme/çatışma da devşirme ve kölelikten gelen zümrenin, idari yetkileri Türklerden alarak merkeze yerleşmesidir. Böylece Enderun, soy itibariyle Türk olmayan ve sonradan Müslüman olan, Hıristiyan dünyasından gelen devşirmelerin eline geçti. Fakat kadılık, müftülük ve müderrislik gibi uzun medrese eğitimi isteyen görevler Türklerin elinde kaldı (Akdağ, 1974: 75). Türkler ile devşirmeler arasındaki iktidar mücadelesinin taht kavgaları üzerinde direkt etkisini Akdağ (1974: 27), Fatih ile babası arasındaki taht çekişmesi örneğinde açıklamaktadır. Bu çekişme “has-gulam (köle) Enderunlu rical ile Türk rical

(32)

arasındaki rekabetin etkisinde oluşmuştu” diye vurgulamaktadır. Fatih’in tahta oturması kozmopolit-imparatorlukçu siyasetin (saray aristokrasisinin) bir zaferidir.

Đstanbul’un fethinden sonra Türkler (taşra aristokrasisi) devlet idaresindeki ağırlıklarını yitirdiler. Ayrıca Fatih dönemine kadar Anadolu’da Selçuklulardan tevarüs eden seçkinler sınıfının elinde tımarlar vardı. Fatih, merkezi otoriteyi güçlendirmek için yeni düzenlemeler yaparak ve ellerindeki tımarları alarak ekonomik olarak ta bu taşra aristokratlarının (Türkmen beyleri) gücünü iyice zayıflattı (Kuran, 2000: 43).

Đstanbul’un fethi ile birlikte veya Osmanlı tarihine ilişkin dönemselleştirme kategorilerini kullanırsak yükseliş dönemine girerken Osmanlı, geleneksel bürokratik yönetim açısından tam anlamıyla merkezileşmiş bir devlet görünümü arz ediyordu. Bu dönem, Osmanlı düzeninin kurumsallaştığı ve Osmanlı ideolojisinin yaygın bir şekilde kabullenildiği dönemdir. Özellikle yüzyıllarca Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun başkentliğini yapmış olan Đstanbul, Osmanlı’nın yeni başkenti olarak Bizans’tan kalan kurumlarını Osmanlı’ya devretmiştir. Osmanlı bu yönüyle daha önceki Müslüman devletlerin tecrübelerini ve Đran’ın yönetim tecrübesinin yanında Bizans’ın ve dolaylı olarak ta Roma Đmparatorluğunun tecrübesini eklemiştir. Đşte Osmanlı bir anlamda tüm bu tarihsel tecrübelerin birer sentezi üzerinde kurumsallaşmış bir imparatorluktu. Ki Osmanlı düzeninin özgün ve özgül ağırlığını da genellikle bu sentez oluşturmaktadır.

2.3.2. Mali Kriz ve Merkezi Otoritenin Bozuluşu

Osmanlıda merkezi yönetimin güçlü olduğu, özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemi arasında saray aristokrasisi ile taşra aristokrasisi arasındaki mücadelenin çok fazla barizleşmediği görülmektedir. Zaten Osmanlı tarihinde Osmanoğulları hanedanının en güçlü olduğu dönem bu dönemdir. Bu dönemde Osmanlı’nın sınırları oldukça genişlemiş, Osmanlı bulunduğu coğrafyada en güçlü devlet durumuna gelmiştir. Batıya meydan okuduğu bir dönemdir bu dönem. Ancak Batı’da kendi içerisinde yeni bir dönemin

(33)

doğuşunun sancısını çekmektedir. Coğrafi keşifler yapılmış, Batı, dünyanın başta Amerika kıtası olmak üzere değişik yerlerini “keşfetmiş”; ayrıca buralardaki altın ve gümüş madenleri durmadan Batı’ya akmakta ve böylece sermaye birikimi meydana gelmektedir. Başka bir ifadeyle kapitalizme geçiş olanca yıkıcılığıyla ve reorganizasyonuyla yaşanmaktadır batıda.

Amerika’dan Avrupa’ya getirilen değerli madenler, buradan Osmanlı pazarına ucuz ve bol gümüş olarak giriyordu. Bu ani durumla karşılaşan Osmanlı maliyesi ciddi bir krize maruz kaldı. Ayrıca sermaye birikimiyle zenginleşen Avrupa için Osmanlı’nın hammadde ürünleri oldukça ucuzdu. Ucuza alınan hammaddeler ürün haline getirilince tekrar ucuza Osmanlı pazarına giriyordu. Yerli sanayi böylece büyük bir darbe yedi. Yerli sanayinin krize girmesi aynı zamanda tamamen vergiyle ayakta duran Osmanlı bürokrasisini ve bürokratik personelini ekonomik olarak zayıflattı. Geçim sıkıntısını çeken saray çevresi gözünü tımarlara dikmeye başladı. Tımarlar artık tımar sipahisi değil saray çevresi bürokrasisi tarafından toplanmaya başlandı. Bu da yeterli olmayınca bu sefer vergi toplama yetkisi mültezimlere8 verildi. Mültezimlere verilen geniş yetkiler bir süre sonra mültezimlerin merkezin kontrolünden çıkmasına neden oldu. Merkezin verdiği bu tavizler zamanla mültezimlerin elindeki toprak mülkiyetini arttırdı ve zaman aşımıyla birlikte mültezimlerin elindeki topraklar kazanılmış haklar haline geldi (Lewis, 1988: 29-31). Aslında ilk başlarda iyi işleyen iltizam sistemi daha sonra üretim sektörü üzerinde kalabalık bir rantiye zümresinin ortaya çıkmasına yol açtı. Hem üretici halka hem de hazineye zararı dokunan sistemin mevcut hali 18. yüzyılda merkezileşme politikaları kapsamında revize edildi. Đltizam sistemi ile ortaya çıkan ranttan en çok beslenen zümre ise, Đstanbul’da oturan üst tabakadaki askerlerdi. Bunların yanında mukataaların (mültezime verilen vergi kaynağı) bulunduğu bölgede mültezimlerle anlaşmalı olan ayan ve eşraflarda bu ranttan beslenen diğer kesimleri oluşturmaktaydı (Genç, 2000: 157). Mültezimlerin elde

8

Mültezimler veya iltizam sistemi Osmanlılarda devlete ait vergilerin özel bir şahsa verilmesidir. Başka bir ifadeyle vergilerin özelleştirilmesidir. Vergileri devletten satın alan mültezim, satın aldığı vergi kaynağının yıldan yıla değişmeyeceğine dair devletten teminat alıyordu. Đltizam sistemi Osmanlının en uzun süreli yaşayan kurumlarından biriydi. Bu sistemde değişik dönemlerde değişiklik yapılmışsa da 1925’te ancak Aşar vergisiyle birlikte kaldırılmıştır.

Referanslar

Benzer Belgeler

mobil bedava savaş oyun indir.seyfi doganay mp3 indir dur.musa eroğlu mihriban mobil mp3 indir.hızlı ve öfkeli 7 türkçe dublaj mobil indir.Mustafa topaloğlu oy oy emine mp3

Baskın Oran, Zuhal Olcay, Gencay Gürsoy, Ertuğrul Kürkçü, Ali Nesin, Ahmet İnsel, Aydın Engin gibi aydınlardan oluşan 5 bin 400'ü aşkın kişi, sol seçmen için

Bağımsız adayların da oy pusulasında yer alması ve bazı siyasi partilerin bazı seçim çevrelerinde seçime girmemesi nedeniyle 85 seçim çevresi için farkl ı oy

1 Osmanlı Devleti’nde Siyasal ve Toplumsal Yapı; Klasik Osmanlı Düzeninde Değişim ve Gerileme; Fransız Devrimi ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi Osmanlı Devleti’nde Siyasal

ALLAH’ın kesin haram hükmü geldikten sonra ; bu hükümleri tatbik etmek için zamanın uygun olmadığını veya, insanların henüz bu hükümleri uygulamaya hazır olmadıklarını

maddesinde, sözleşmeye taraf devletlerde yaşayan bütün yerleşik yabancılara, sözleşmeye taraf ülke vatandaşlarının tabi olduğu yasal koşulları yerine

luklu bir parti olamayan Türkiye Özürlüsü ile Mutludur Partisi, Türkiye Bü- yük Millet Meclisi kayıtlarına göre sponsor bulamadığı ve maddi sıkıntılar yaşadığı

Yine Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın geçen aylarda düzenlediği ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açış konuşmasında “rehber alınması”nı istediği “Kentleşme