• Sonuç bulunamadı

Çalışan Kadının Ev Kadınlığına Bakışı

2.3 Araştırmanın Metodolojisi

3.1.4 Çalışan Kadının Ev Kadınlığına Bakışı

Çalışan kadınların ev kadınlığına bakışının söz konusu tipolojinin ortaya koyulması için önemli görülmesine bağlı olarak çeşitli meslek dallarında çalışan kadınlarla bir odak grup görüşmesi gerçekleştirilmiştir. Hem ev rolleri hem de çalışma hayatının sunduğu rolleri bir arada taşıyor olmaları onların tipoloji hakkındaki düşüncelerini değerli kılmıştır.

Bu başlıkta ev kadınının gündelik rutinlerden kaçış olarak yorumladığı çalışma hayatının, bu hayatın aktörleri vasıtasıyla okunması amaçlanmıştır. Çalışan kadınların kendi ayakları üzerinde durmaları, yalnızca ev hayatı ile tanınmamaları, bir birey olarak kendi benliklerinin farkına varmış olmaları onların sosyal yaşamın aktif özneleri olarak görülmesini sağlamıştır. Kadınların aktif bir özne olarak varlık sergileme imkânı bulduğunu söylemek sanayileşen toplumlardan sonra mümkün olmuştur. Fakat kadınların kamusal yaşamda aktif özne olarak bulunmasının tarihi, Türkiye’de sonraki bir süreçte görülmekle birlikte bu sürecin tarihi 1980’li yıllara karşılık gelmiştir. Türkiye’de ataerkil aile yapısının varlığını sürdürüyor olması, söz

konusu sürecin Batıdaki ile özdeş gitmeyeceğini göstermiştir. Ataerkil aile yapısına paralel olarak kültürel bir konum kazanan cinsiyet rollerine bağlı olarak kadın ve erkeğin rolleri her durum ve şartta kendi yerini korumuştur. Diğer yandan gündelik yaşamda varlık sergileyen modern insanın kendisini ve bir başkasını ötekiliklerle tanıması onun düşünce yapısını gözler önüne sermektedir.

Barbarasoğlu’nun “Aradığınız Ev Kadını Artık Burada Oturmuyor!” başlıklı yazısında geçen Afyon otobüs garajı örneği söz konusu durumu özetlemektedir. Bu garajda üniversite öğrencisi olan iki genç kız alacakları cevaptan emin bir şekilde şalvarlı yaşmaklı bir kadına “ev kadını mısınız?” sorusunu yöneltmiştir. Kadına cevap hakkı sunmadan ellerinde bulunan formun ev kadını seçeneğini işaretlemeleri sonucunda şalvarlı yaşmaklı kadın dayanamayarak haykırmaktadır: “Ahh yavrum ben ev kadını değilim. Ben köy kadınıyım. Ev kadını çalışma bilmez. Silmeyi süpürmeyi iş zanneder. Ben köy kadınıyım. Alnımın terini silerim de ekmek diye yer, su diye içerim.” (Barbarosoğlu, 2017: 1). Burada önemli olarak görülen bir diğer nokta, ev kadınının köy kadını tarafından silmeyi süpürmeyi iş zanneden kadın olarak tanımlanmasıdır. Esasında mevzu bahis olan nokta kadın tipinin kendi içerisinde birden fazla ötekiliği barındırıyor olmasıdır. Haddi zatında aynı bakış açısı çalışan kadınlar arasında da görülmektedir.

Buradagerçekten de“çalışan kadın kamusal yaşamda daha çok varlık sergilemesiyle sosyal yaşamın aktif öznesi iken ev kadınının evden başka bir alanının olmaması onu sadece silmeyi süpürmeyi iş zanneden pasif bir kadın mı yapmaktadır?” sorusu önemlidir. İki kadın tipini birbirinden tamamen ayrı birer tipmiş gibi düşünmek elbette doğru değildir. Esasında meseleyi ayrı ayrı değerlendirmek iki kadın tipinin de birşeyleri ispat etme isteğinden kaynaklanmaktadır. Nihayetinde her iki kadın tipi de aynı toplumsal yapıdan beslenmiş, hemen hemen birbirinden farklı olmayan kültürel yapının içerisinde yoğurulmuştur. Toplumda, ailenin dişi kuşları olarak görülen kadınları kendi içerisinde bir öteki olarak tanımlamak bu yüzden doğru değildir.

Söylenilenlere bağlı olarak ev kadınının nasıl bir kadın tipini canlandırdığı sorusu araştırmanın bu başlığında da önemli bir soru olarak katılımcılara

yöneltilmiştir. Ev kadınının kendisinin arada kalmış bir kavram olduğunu söyleyen B.K. bu kavramın tam olarak ne anlama geldiğinin belirsizliği üzerinde durmaktadır. B.K. ev kadını ve ev hanımı arasında bir farklılık olduğunu, 45 yaşın üzerinde olan kadınların ev kadını olmayı kabullenmediğini ifade etmiştir. Çalışan kadın olmayan kadının ev kadını olarak zikredildiğini söyleyen B.K. bu isimlendirmenin kadınlar üzerinde olumlu bir etki bıraktığının söylenemeyeceğini düşünmektedir. Dolayısıyla B.K. evin hanımı olarak ev kadını gerçekliğinden ziyade hiçbir iş yapmayan, halinden mutlak surette memnuniyet duymayan, kendi içerisinde kompleksli olan kadın olma noktasında şikâyet beslediğini dile getirmektedir. Buna bağlı olarak ev kadınının sadece çalışmayan kadın olmadığını şu sözleriyle aktarmaktadır:

“ Sadece çalışmayan kadın olduğunda ev kadını olacaksın diye bir durum söz konusu değil. Çalışan kadın da ev kadınıdır. Herkesin bir şekilde gerçekleştirmesi gereken sorumlulukları, ilgilenmesi gereken ve her şeyden önce gelen bir ev hayatı var. Hepimiz ev hayatımızın sorumluluklarını yerine getirmek zorundayız. Çalışsak da çalışmasak da evimize ve eşimize sadık olmamız gerekiyor. Annelik görevlerimizi yerine getirmemiz gerekiyor. Rutin rutin deyip duruyoruz ama hepimiz hayatımızı bu rutinler içinde yaşıyoruz, öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor.” (B.K. 27 yaşında,Çocuk Gelişimi Öğretmeni).

Çalışan kadının da ev kadını olduğu düşüncesinden hareketle, rutinlerle örülen gündelik yaşamın bir şekilde kadınların tamamını bir ortak noktada birleştirdiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda kadınlar -yaşam sürülen ortam neresi olursa olsun kadınların sorumluluklarına bağlı olarak örülen -ortalama bir gündelik hayatın aktörü olmalarıyla bu ortak noktayı temsil etmektedir. Fakat genel olarak çalışan kadınlar arasında gözlemlenen yaygın kanaat, çalışan kadının kocasına daha az bağımlı olması, eve maddi bir gelir sağladığından ötürü daha çok sözünün geçmesi, aile ve akraba ilişkilerinin daha mesafeli ve daha düzenli bir şekilde işleyiş göstermesi yönündedir. Söz gelimi Ayça Ç. çalışan bir kadın olduğu için kayınvalidesi ve diğer akrabalarıyla kurduğu ilişkide daha çok saygınlık ve hoşgörü ile karşılaştığını ifade etmektedir. Ayça Ç. ziyarete gittiği zaman misafir gibi ağırlandığını ve sürekli “aman efendim sen çalışan bir kadınsın rahatsız olma, zaten

çalıştın iş görüp çok fazla kendini yorma” gibi sözlerle rahat hissettirilerek diğer eltilerinden farklı muamele gördüğünü de yorumları arasına eklemektedir.

“Ev kadını ile kıyasladığımızda aile ve akrabalık ilişkilerinde de farklılaşmalar olduğunu görüyorsun. Çalışan bir kadın olduğumuz zaman işte arada bir mesafe daima oluyor. İşte sen çalışan bir kadınsın aman sen rahatsız olma diyebiliyorlar bir kere. Benden beklentileri ona göre şekilleniyor. Ziyarete gittiğim zaman o evin her işi yapması gereken bir gelini gibi değil de misafirmiş gibi muamele görüyorum. Çalıştığım için herkes bana nasıl bakması gerektiğini, yorgunluk seviyemi, nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmayacağımı biliyor. Haklarımı gözlüyor, varlığımı önemsiyor. Tabi yine bu da kişinin kendisiyle alakalı yani, kişiye göre değişebiliyor. Ama ben sıkıntı çekmiyorum.” (Ayça Ç. 29 yaşında, Özel Eğitim Öğretmeni). Kadının uzmanlaşmış bir alana sahip olması noktasında bu yolla bir birey olarak kendinden taviz vermediğini ifade eden Ayça Ç.’den farklı olarak B.K. (27 yaşında, Çocuk Gelişimi Öğretmeni) çalışmanın aksine ev kadınlığının bir birey olarak kendinin farkına varmak için daha elverişli bir konumu temsil ettiğini ifade etmektedir. İş hayatının kadının hayatında boş vakit bırakmayarak kadını köleleştirdiğini söyleyen B.K. kendisini bu işin sınırlarına göre ayarlamak zorunda olduğunu düşünmektedir. Öğretmenliğin herkes için kabul edildiği şekliyle kadın için rahat bir meslek olduğu düşüncesinin aksine kendisini köle gibi hissettiğini düşünceleri arasına eklemektedir. Bu noktada B.K. için işten eve gelmek ev hayatına hapsoluş değil, özgürlüğe kaçıştır:

“Geçenlerde henüz yeni evlenen bir arkadaşım aradı. Laf arasında bana çay demlerken kendini kötü hissettiğini söyledi. Ev işlerini kendisi gördüğü için ve eşi işi gereği eve biraz geç geldiği için kimse ona değer vermiyormuş gibi hissediyormuş. Oysa ben işten gelip yemek yaparken oh be diyorum, yemek yapacağım için mutlu oluyorum. Yemek yapmak bile kendime zaman ayırmak gibi geliyor çünkü. Yoğun çalışma hayatından kurtulup mutfağıma geliyorum. Bu benim için anlatılamaz bir şey, yaşaman gerekiyor.” (B. K. 27 yaşında, Çocuk Gelişimi Öğretmeni).

Bir birey olarak kendinin farkına varma noktasında B.K. ile aynı fikirde olan Büşra T. çalışma hayatının kadını belirli bir kalıpta görmek istediğini, bu yüzden de özgürlük alanını kısıtladığını ifade etmektedir. Sabah belirli bir saatte uyanıp mesai

bitimine kadar iş yerinde durması, mesai bitiminde eve gelip yemek yapmak zorunda olması Büşra T. için bir birey olarak kendinin farkına varmak değil, kişinin ev ve iş arasındaki telaşlı çabanın içinde kendini kaybetmesi anlamına gelmektedir (Büşra T. 30 yaşında, hasta kabul çalışanı). Diğer yandan zamanının çoğunu evde geçirme hissinin ona kendini mutlu hissettirmeyeceğini söyleyen Büşra T. bu tavrıyla ev kadını ve çalışan kadın arasında çizdiği tipolojiyi ifşa etmektedir. Ev işlerinin bazı insanlar için bir özgürlüğe kaçış, bazı insanlar için de özgürlükten taviz olduğunu ayrıca eklemektedir. Bu durumu söz konusu düşüncesine kaynaklık edecek iki iş arkadaşının yaşantısı ile örneklendirmektedir:

“Benim iki arkadaşım var. Bu arkadaşlarımdan birisi ev işi yaptığı için kendini kötü hissetmiyor. Akşam işten çıkıp giderken bu akşam hangi yemeği yapacağını, çocukları hangi saatte nereden alacağını severek, mutlu hissederek kararlaştırıyor. İşten çıktığında artık ailesiyle ilgilenme vaktinin geldiğini rahatlıkla söyleyebiliyor. Bunun için hayıflanmıyor. İkincisi biraz daha yorgun bir tip. Yani daha işe başlamadan aman akşam yemek yapılacak, hafta sonu iş yapılacak… Sürekli bir şikâyet, sürekli bir yorgunluk hâli. Hafta sonu arıyor bazen, bir an önce hafta içi gelse de özgürlüğüme kavuşsam diyor. Oysa ilk arkadaşım için hafta sonu demek, vakti kıymetlendirmek demek. Aileyle geçirilecek iki kıymetli gün demek.” (Büşra T. 30 yaşında, hasta kabul çalışanı).

Katılımcılardan Şeyma G. de iş yaparken kendini kullanılmış gibi hissettiğini söyleyerek özgürlüğe kaçış ve özgürlükten taviz arasında kalan yaşantısını örneklendirmektedir. Neslinin sınav odaklı yetiştiğini düşünceleri arasına ekleyen Şeyma G. ev hayatının onun yaşındaki kadınlara iyi bir izlenim uyandırmamasını bu yaşantısına bağlamaktadır. Aynı zamanda okul hayatının kadın erkek eşitliğini kadınların hayatına işlediğini ifade etmektedir. Ev işlerini yaparken sürekli “neden eşim yapmıyor da ben yapıyorum” diyerek kendini sorguya çektiğini söyleyen Şeyma G. Bu düşüncenin kendisini bir yerden sonra mutlu hissettirmemeye başladığını şu sözleriyle aktarmaktadır:

“Sen istediğin kadar düzeni sorgula karşındaki insan aynı durumu gayet normal karşılıyor. İşine öylesi geliyor çünkü. İslamiyette kadının görevi durmadan evi işi yapmak ya da sürekli bir elinde bez temizlik yapmak değildir. Daha doğrusu eskiden

millet hücrede yaşıyormuş tabiki ev kadını diye bir sıfat yokmuş. Nihayetinde herkes evinin hanımıymış ama dediğim gibi hücre hayatı, evler küçük. Çeşit çeşit yemek yapmak zorunda değiller, millet ne bulduysa onu yemiş. Şimdi bu kadar işi kadın nasıl yapsın? Resmen eşyaya köle oluyoruz. Şimdi bakıyorum saray gibi evler, bir sürü eşyalar… Bu kadar işi kadın nasıl yapsın? Bunları düşününce sorguluyorsun ama senin söylemlerin düzeni değiştirmiyor. Hatta seni mutsuz ediyor. Örfle adetle harmanlanmış bir düzeni silip atamıyorsun. Bu noktada insanın ancak karşısındaki insanı mutlu ettiğinde mutlu olabileceğini çok geç öğrendim. Rollerimi çok geç kabullendim.” (Şeyma G. 31 yaşında, Fen Bilgisi Öğretmeni).

Ev kadınının nasıl bir tipi canlandırdığı noktasında fikirlerinden faydalanılan emekli ptt memuru Sevim S. odak grup içerisinde bire bir bulunmasa da farklı ortamda yapılan görüşme notlarıyla tartışmanın içeriğini beslemiştir. Ev kadınının nasıl bir tipi canlandırdığı noktasında düşüncelerinden ilham alınan Sevim S. zaman zaman katılımcılarla aynı fikirlere sahipken zaman zaman da farklı fikirlere sahip olmuştur. Apartman hayatında yaşayan bir ev kadınının günlerinin bir sabitesi olduğunu ve bu sabitenin onu tembelleştirmeye alıştırdığını düşünen Sevim S. yemek, temizlik ve bulaşıktan başka işi olmayan bu kadının bir de “yoruluyoruz, bitiyoruz, tükeniyoruz” diyerek zaten başka işi olmayan kadının bir de hakkıymış gibi şikâyet ettiğini söylemektedir. Çalışanların yükünün daha ağır olduğunu düşünen Sevim S. “bir de bizimle yer değiştirip işe gidip bir de iş yapsınlar da görelim onları!” diyerek bu durum karşısında onlara tepkili olduğunu ifade etmektedir. Hem çalışmış hem de ev kadını olmuş birisi olarak iki hayatı da tecrübe etmiş olan Sevim S. ev kadını tipolojisini şu sözleriyle ortaya koymaktadır:

“İnsan sürekli evde olup çalışmasa bunalır. Bir de eşi aksi biriyse vay o kadının hâline; aman efendim şuraya gitme buradan gelme. Oysa çalışma hayatı erkek otoritesini esnekleştiriyor. Her ay paraları sayıyorsun adama, esnek olmayıp ne yapacak? Tabi ortak bir yaşam kurmak önemli. Bu dünyada da senlik benlik olmamalı. Ben bir yere gideceğim zaman asla kocamdan izin almam. Ben gideceğim derim biter. Erkeklerin tavrını maddi güç belirliyor. Bu hâliyle ev kadını temizlikten yemekten başka bir dünyası omayan, işsizlikten kendini eve adayan kadındır benim için. Bir yere gideceğinde kocasından izin almak zorunda olan, eve meddi bir destek sağlamadığı için otoriteyi tamamen herifinin eline veren kadındır. Kavga olduğunda

her zaman erkeğin haklı olduğu hayatı yaşayan kadındır ev kadını. Bu kadınların da sonu dayak oluyor genelde. Çalışıp dayak mayak yiyen var ama genelde çoğu ev kadınlarının en son dayandığı yer dayak. Çalışıp şiddet gören kadın sayısı yüz kişide birse ev kadını olup dayak yiyen sayısı yüzde elli. Çalışırken dayağı yiyip de göünün moruyla işe gidemezsin. adam bunu biliyor, şiddet uygulamaya korkuyor. Çalışırken onun eline bakmak zorunda da değilsin. Çeker gidersin, ona muhtaç değilsin.” (Sevim S. 60 yaşında, emekli ptt memuru).

Odak grup görüşmesinde ulaşılan yaygın kanaat, ev kadınlığının aslında insanın kendi hayatının patronu olduğu rahat bir hayatı temsil ettiği yönünde iken kadının hayatına finansal bir katkı sunmadığından ötürü bir yerden sonra sıkıcı bir hayatı temsil edebileceği yönündeki kanaattir. Diğer yandan saha araştırması boyunca kadınların eksikliğini hissettikleri not edilen maddi gelirden yoksunluk çalışan kadınlar arasında da kaçınılması gereken bir hâl olarak zikredilmektedir. Bu bağlamda çalışan kadınlar bir yandan ev hayatının kadını kendine bıraktığı için onu özgürleştirdiğini ifade ederken diğer yandan da maddi gelir eksikliğinin onları belirlenmiş bir rutinin içerisine attığını düşünebilmektedir. Burada maddi gelirin yalnızca eve finansal bir destek sağlama ya da bireyin kendi ayakları üzerinde durması olarak düşünülmemesi gerektiğini konuşmalardan çıkarmak mümkün olabilmektedir. Bir kadının maddi gücü hem onun sosyal hayatını hem de konumu ve değerini belirlemektedir. Aynı zamanda böylelikle kadın kendisinden taviz vermemekte, körü körüne eşine verdiği otoriteyi paylaşmakta, ev hayatında sözü geçen bir kadın olarak saygınlık kazanmaktadır. Fakat çalışma hayatında aktif bir rol oynayan kadının genellikle kendini ev ve iş arasındaki keşmekeşte savrulan kadın olarak tanımlaması gözlerden kaçmamaktadır.

Ev yaşamı ve gündelik rollerinden kaçmak için çalışma hayatını bir fırsat olarak gören kadının bu hayatta da beklentilerinden uzaklaşması, onun nerede olmak istediği konusunda kendisini sorgulamasına sebebiyet vermektedir. Bu durumda çalışan kadınlar ev kadını olma noktasında kendilerini kötü hissederken çalışan kadın olma noktasında da kötü hissetmeseler de kendilerini iyi hissetmemektedir. Yalnızca ev işleri yapan, ev dışında bir sosyal yaşantıya sahip olmayan kadın olarak ev kadını tipinin çalışan kadınlar arasında daha baskın görüldüğü gözlemlenmektedir. Ev

kadınını böylesi bir kalıba koyan tipolojinin yanı sıra rutin hayatı gönüllü olarak seçen, fertlerin mutluluğu için kendisinden vazgeçen bir tipoloji söz konusudur. Bu hâliyle bu hayatı hem seven hem de bu hayattan olabildiğine kaçmak isteyen kadın ise çalışan kadın tipi için önemli bir belirleyen olmaktadır. Sonuç olarak odak grup görüşmesi ve gözlem notları çalışan kadınların da ev kadınları gibi arada kalmış bir kadın tipini temsil ettiğini göstermiştir.