• Sonuç bulunamadı

İmparatorluktan millete, milletten imparatorluğa siyasal tahayyüllerin tarihsel seyri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İmparatorluktan millete, milletten imparatorluğa siyasal tahayyüllerin tarihsel seyri"

Copied!
114
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İMPARATORLUKTAN MİLLETE, MİLLETTEN İMPARATORLUĞA SİYASAL TAHAYYÜLLERİN TARİHSEL SEYRİ

(Yüksek Lisans Tezi)

Burak GÖKALP

(2)

T.C.

DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

Kamu Yönetimi Anabilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

İMPARATORLUKTAN MİLLETE, MİLLETTEN

İMPARATORLUĞA SİYASAL TAHAYYÜLLERİN TARİHSEL

SEYRİ

Danışman:

Doç. Dr. Hayrettin ÖZLER

Hazırlayan: Burak GÖKALP

(3)

Kabul ve Onay

Burak GÖKALP’in hazırladığı “İmparatorluktan Millete, Milletten İmparatorluğa Siyasal Tahayyüllerin Tarihsel Seyri” başlıklı Yüksek Lisans tez çalışması, jüri tarafından lisansüstü yönetmeliğinin ilgili maddelerine göre değerlendirilip oybirliği ile kabul edilmiştir.

.../.../2017

Tez Jürisi İmza

Kabul Red

Doç. Dr. Hayrettin ÖZLER (Danışman) Doç Dr. Ali AYATA

Yrd. Doç. Dr. Ebru Deniz OZAN

Doç. Dr. Fatih KIRIŞIK Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

(4)

Yemin Metni

Yüksek lisans tezi olarak sunduğum “İmparatorluktan Millete, Milletten İmparatorluğa Siyasal Tahayyüllerin Tarihsel Seyri” adlı çalışmamın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım kaynakların kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla doğrularım.

…/…./2017 Burak GÖKALP

(5)

Özgeçmiş

Burak Gökalp 1991 yılında Ankara’da doğmuştur. Lise eğitimini Eskişehir Eti Sosyal Bilimler Lisesinde tamamlamasının ardından 2010 yılında Pamukkale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü kazanmış, 2011 yılında Farabi programı ile Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde bir sene eğitim almış, 2013 yılında ise Romanya’da bulunan Universitatea Petrol-Gaze’de Erasmus çerçevesinde eğitimine devam etmiştir. Pamukkale Üniversitesinden 2013 yılında mezun olmuş, 2014 yılında ise Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimine başlamıştır. 2017 yılında misafir araştırmacı sıfatıyla İngiltere’de bulunan University of Cardiff’de bulunmuştur.

(6)

ÖZET

İMPARATORLUKTAN MİLLETE, MİLLETTEN İMPARATORLUĞA SİYASAL TAHAYYÜLLERİN TARİHSEL SEYRİ

GÖKALP, Burak

Yüksek Lisans Tezi, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Tez Danışmanı: Doç. Dr. Hayrettin ÖZLER

Ekim, 2017, 102 sayfa

Gerek küresel siyasette gerek yerel siyasette ulus kavramının ve ulus devletlerin herkes ve her şeyden fazla bir ayrıcalığı ve bir ağırlığı vardır. Diğer bir ifade ile gazeteler, dergiler, kitaplar, internet v.b. gibi bilgi akışı sağlayan kaynakların hangisi ele alınacak olunursa olsun ulusal ilkenin genel-geçer bir meşruiyete sahip olduğu görülecektir. Yani toplumlar milli devletlerin ve milliyetçi düşüncenin doğallığı ve gerekliliği konusunda bir anlaşmaya varmış gibi görünmektedir.

Bu durum bir takım bilim insanlarını şu soruyu düşünmeye itmiştir: Ulusal ilke hem yerel hem de küresel siyaseti düzenleyici bir kural olmak zorunda mıdır? Başka bir siyasal kavrayış mümkün değil midir? Bu noktada Michael Hardt ve Antonio Negri İmparatorluk fikrini ortaya atmışlardır. Onlara göre postmodern ekonomi ile birlikte siyasette de postmodern bir döneme geçilmiş ve ulus devletlerin iktidarları dışında yeni bir iktidar biçimi peyda olmuştur. Bu bağlamda postmodern imparatorluk; ulus devletlerin dışında, üzerinde ve onu kapsayacak şekilde konumlanan ve iktidarını finansal akışlar üzerine kuran esnek hudutlara sahip, akışkan ve çok biçimli bir iktidar biçimidir.

Bu tez çalışmasında temel argüman; siyasal tarihin ekonomik paradigmalar eşliğinde bir salınım içinde olduğu, imparatorluklardan ulus devletlere değişen siyasal anlayışın serbest bırakılan bir sarkaç gibi imparatorluk noktasına geri döndüğüdür. Bu analiz için ilk bölümde milliyetçilik, ikinci bölümde klasik imparatorluklar ve üçüncü bölümde postmodern imparatorluk konuları incelenmiş ve bu salınımın karakteri ekonomik değişim süreçleri çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Negri ve Hardt, İmparatorluk, Kapitalizm, Postmodernizm, Ulus

(7)

ABSTRACT

FROM EMPIRES TO NATIONS, FROM NATIONS TO EMPIRES: THE HISTORICAL JOURNEY OF THE POLITICAL IMAGINATIONS

GÖKALP, Burak

M. Sc. Thesis, Department of Public Administration Supervisor: Assoc. Prof. Hayrettin ÖZLER

October, 2017, 102 pages

The nation concept and the nation states are more privileged and dominant than any others both in global politics and the local politics.In other words, it is not hard to recognize the position of nation states with a little glance to newspapers, magazines, books, internet etc. So communities seem to have reached an agreement on naturalnessand necessity of national states and nationalist thinking.

This has led some scholars to consider the following question: Does the national principle have to be a regulatory rule for both local and global politics? Is there any other political understanding possible? At this point, Michael Hardt and Antonio Negri came up with the idea of Empire. According to them, the postmodern revolution in the economy led a transformation in politics, and a new form of power has emerged, apart from the power of nation states which is called the empire. In this context; postmodern empire is a form of power which is fluid, abstract, immanent and operates with flexible boundaries. The empire situates itselfabove and beyond the nation states and that build their power on financial flows.

The main argument in this thesis is; that political history is in an in the context of economic paradigms. The oscillation causes the changing in political understanding from empires to nation states and then form nation states to empires again. For this analysis, nationalism in the first chapter, classical empires in the second chapter, and postmodern empire in the third chapter were examined and evaluated within the framework of the process of economic change.

(8)

İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ... v ABSTRACT ... vi İÇİNDEKİLER ... vii KISALTMALAR... ix GİRİŞ ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM SİYASAL BİR TAHAYYÜL OLARAK İMPARATORLUKLAR 1.1.İMPARATORLUĞUN HEGEMONYA VE EMPERYALİZM KAVRAMLARI İLE İLİŞKİSİ, FARKLILIKLARI VE BENZERLİKLERİ ... 9

1.2. KLASİK (TERİTORYAL/BÖLGESEL) İMPARATORLUKLAR ... 17

1.3. İMPARATORLUK: FARKLILIKLARIN YÖNETİMİ ... 19

1.4.İMPARATORLUK VE ARACILAR VE YÖNETİMİN ÇEŞİTLİLİĞİ ... 21

İKİNCİ BÖLÜM SİYASAL BİR TAHAYYÜL OLARAK MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK 2.1. ULUS FİKRİNİN FELSEFİ KÖKENLERİ ... 26

2.2. MİLLİYETÇİLİK KURAMLARI ... 33

2.2.1. İlkçi Yaklaşım ... 33

2.2.2. Modernist Yaklaşım ... 38

2.2.2.1. Eric Hobsbawm: Geleneğin İcadı ve Milliyetçilik... 39

2.2.2.2. Ernest Gellner ve Kültüre Dayalı Milliyetçilik Kuramı ... 43

2.2.2.3. Benedict Anderson: Hayali Bir Cemaat Olarak Ulus ... 49

2.2.3. Etno-Sembolist Yaklaşım ... 54

2.3.DEVLET, KAPİTALİZM VE MİLLİ KİMLİK... 59

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM POST-MODERN İMPARATORLUK 3.1. YENİ/POST-MODERN İMPARATORLUK ... 70

3.2. POSTMODERN İMPARATORLUĞUN HEGAMONYADAN AYIRICI NİTELİKLERİ ... 71

3.3. KAPİTALİZMİN POSTMODERN GÖRÜNÜMÜ: MADDİ OLMAYAN EMEK VE İMPARATORLUK ... 76

(9)

3.3.1. Gözden Irak Egemenlik: Panoptikon Modeli ... 76

3.3.2. Siber Egemenlik: Biyopolitik Model ... 77

3.4. ÇOKLUK: BİR DİRENİŞ İMKÂNI ... 82

3.4.1. Potestas’dan Potentia’ya: Postmodern Conatus ... 85

SONUÇ ... 91

KAYNAKÇA ... 96

(10)

KISALTMALAR AB Avrupa Birliği

ABD Amerika Birleşik Devletleri BM Birleşmiş Milletler

(11)
(12)

GİRİŞ

Toplumlar zamana ve mekâna bağlı, diğer bir deyişle, tarihsel ve coğrafi birimler olup, bu zeminde birbirleri ile karşılıklı olarak siyasal-kültürel olarak inşa edilirler. Mekâna bağlılık onun kaderi olmasa da (pek çok toplumun bugün yaşadığı coğrafya sözüm ona ata toprağı değildir) verili bir coğrafyada sürdürmesi gereken yaşamı onun kendi bilincine varmasının önemli bir koşuludur. Bu mekân sadece üzerinde ikamet edilen bir coğrafyaya değil aynı zamanda içine doğulan medeniyet ve kültürün simgesel habitatına gönderme yapar. Bu bağlamda, mekân bir toplumun ufki-yatay olarak kendiyle özdeşleştirdiği ve kendini sarmalayan kundak, döşek veya kucak iken zaman ise onun kendi “öz bilincine1” ulaşma yolculuğunu yani aktifliğini ve performansını imler. Zaman verili olanı dönüştürme ve değiştirme potansiyeli olan öznenin dikey olarak tecrübe ettiği ve kendinden başka öznelerin de varlığını idrak ettiği bir fenomendir.

Örneğin Hegel’e göre tarih “özgürleşmenin” tarihidir. Daha doğrusu bir tinin tarihidir. Bu tin Hegel’de evrensel olabilir ancak yer yer bir toplumun tini, onun tanrısallığının, efkarının tinine dönüşür. Zira evrensel olan kendini yerelde, cüzlerde, parçalarda gösterir aksi takdirde evrensel olan görülemez, çünkü evrensel olan tecrübe edilemez. Evrenseli tecrübe eden bir özne, bir şey, bir aktör olmalıdır. Ona göre insanın tahakkümden kurtulmak için yaptığı manevralar tarih dediğimiz olguyu oluşturur ama ona dışsal da değildir.

M. Foucault ise tarihi “iktidarın” neticesi ve ürünü olarak niteler (Foucault;2014: 13). Laclau’cu terminolojiye başvuracak olursak Foucault, tahakküm ilişkilerinin bir sonucu olarak tarihin somutlaşmasını, belirli anlarda tortulaşma veya yerinden çıkmalar2 neticesinde mümkün görmektedir. Birleştirici ve bütüncül bir

perspektiften bakıldığında Hegel ve Foucault’un yorumlarının çok farklı olmadığı ileri sürülebilir. Bu bağlamdan incelendiğinde tarih ve toplum tek bir bünyeye indirilemeyecek kadar karmaşık bir ilişkiler ağını ihtiva eder. Bu nedenle tarihsel olay

1 Bilinç etrafında olup bitenleri kavrayabilmek anlamında iken öz bilinç etrafında olan biteni anlayabilen

şey nedir sorusunun cevabından müteşekkildir.

2 Yerinden çıkmalar kabaca toplumda meydana gelen büyük değişiklikler olarak ifade edilebilir. Örneğin

(13)

veya olgular üzerinde yürütülecek bir soruşturma öncelikle söz konusu olayların tek bir parametreye indirgenemeyecek olduğu ön kabulü temelinde yapılmalıdır

Bu durum bizi yönelteceğimiz soruların metodolojisi üzerine düşünmeye iter. Sosyal bilimlerde “Nedir?” veya “Neden?” şekline sorulacak olan soruların karşılığında alınacak olası cevapların sığ bir bakış açısının ürünü olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü toplumsal bir gerçekliğin bahsi açıldığında, “Nedir?” veya “Niçin?” sorusu meselenin fotoğrafını çekmek ister. Diğer bir ifade ile “Nedir?” sorusu sorulduğunda söz konusu toplumsal fenomen bir tanıma indirgenir. “Niçin?” sorusu ise ele alınmakta olan toplumsal olgu veya olayı diyaketik bir belirlenim içerisine yerleştirmek sureti ile araştırmacıyı yine aynı indirgemecilik tuzağına itebilmektedir. Belirli bir zamandan ve mekândan oluşan bir analitik düzlemin içerisinde nesne veya öznenin yerini göstermek, belki de bu soruların ulaşabileceği amaca en uygun gelen bilgidir.

Ancak toplum tarihsel bazı bağlarla bağlıdır ve bu bağlar -hem toplumu hem de genel olarak siyaseti salt diyalektik bir konumlandırma yapılmasını imkansızlaştıracak biçimde- bir buzdağı gibi görüneni aşan ve görünmez kalan alanda varlığını sürdüren köklerdir. Toplumun/siyasetin statik, tutarlı ve sabit bir biçimde var olduğu ve bir “yapı” şeklinde tarifi de bu nedenle aynı yanlışa düşmektedir. Çünkü toplum; kültür, hukuk, dil, ekonomi, siyaset, ahlak ve buna benzer birçok değişkenden oluşur. Ancak tüm bu değişkenlerin bir aritmetik ortalaması şeklinde değil, bunların arasındaki ilişkiler, tutarsızlıklar, savaşımlar neticesi ortaya çıkan bir form şeklinde var olur ki bu da onun belirli bir ana sığdırılamaz, “fotoğrafı çekilemez” doğasını açıklar. Bir başka şekilde ifade edilecek olursa; böylesi karmaşık bir ilişkiler ağının fotoğrafını çekmek onu sadece ekonomiye, politikaya veya salt devlet iktidarına indirgemeden mümkün olmaz. Nasıl ki fotoğraf çekilirken kameranın kadrajı hareket ettirilmez. Öyle de “Neden?” ve “Niçin?” soruları için belirli bir pozisyon belirlenmeli ve o pozisyona göre malumat üretilmesi gereklidir. Bu yüzden söz konusu sorular yüzer-gezer olmayı ve bütüncül bir kavrayışı dışlayan, katı ve esnek olmayan bir kavrayışı gerektirir.

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu neden yıkılmıştır? gibi bir soruya cevaben fotoğraf mekanizması kullanarak cevap verildiğinde tek tek ekonomik, politik veya toplumsal problem veya yetersizliklerden/gelişmemişliklerden birisi gösterilmektedir. Osmanlı İmparatorluğunu yıkılışa sürükleyen şeyin ekonomik sebepler olduğu ileri

(14)

sürüldüğünde politik ve sosyal, politik tarafı öne çıkarıldığında ekonomik ve sosyal, sosyal güçler sebep olarak gösterildiğinde ise ekonomik ve politik parametreler sürekli gözden kaçacaktır. Bu durum fotoğraf makinesinin vizöründen bakıldığında görüldüğü gibi belli bir açıdan belli bir anı yakalamaya benzer. Sadece o kameraya yansıyan görüntünün ardında olanlara veya o görüntünün nasıl oluştuğuna dair bir fikir elde edilemez.

Bu noktada tarihsel bir olgu veya olayın kavrayışı için “Nasıl?” sorusu ciddi bir önem arz eder. Çünkü tüm bahsedilen diyalektik süreçlerin arkeolojisinin yapılmasına, onun özgün doğasının kavranmasına, doğasının oluşmasına etki eden güçleri anlamaya bizleri yetkin kılmaya en yakın aday “Nasıl?” sorusudur. Böylesi bir anlayış, kavranmaya çalışılan olay ya da olgunun bir süreç olarak incelenmesini zorunlu kılar. İncelediğimiz şey bir olgu, olay veya fenomen olmanın ötesinde genellikle hep bir kavram ve kavrayıştır dolayısıyla o kavramı/kavrayışı oluşturan veya tahayyülünü mümkün kılan koşullar, etmenler ve alternatif kulvarlar ve bunlar arasındaki etkileşimler anlaşılmaya çalışılır.

Yukarıda yapılan benzetmeye dönecek olursak bu kavrayış bir nesnelerin fotoğrafının çekilmesine değil “videoya alınmasına” benzer. Yani nasıl ki videoda bir süreç kayda alınmaktadır ve bu süreç içerisinde işlenen hikâyenin sona ulaşması sürecinde hangi gerilimler, ilişkiler ve zorunluluk/olumsallık geçişlilikleri olduğu görülebilir ise, bir mülahazayı “Nasıl?” sorusunu sormak suretiyle araştırmaya girişmek de onu bir süreç olarak kavramayı, içerisindeki gerilimleri incelenen olayın neticesine indirgememeyi gerektirir. Örneğin bu kavrayış çerçevesinde düşünüldüğünde Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sadece İmparatorluğun çöküşü değildir. Çöküş, değişen ekonomik-politik perspektifin hem sebep olduğu hem de ondan etkilendiği bir toplumsal dönüşüm süreci olarak, ancak söz konusu mefhumun bir süreç olarak ele alınması ile kavranabilir. Yani bu şekilde söz konusu duruma etki eden süreçler ve bu süreçlerin birbirine etkileri açıkça görünebilir. Bu durum Neden? ve Niçin? sorularını içerdiği gibi onların aksine; bir paradigmayı, siyasal anlayışını ve buna bağlı olarak siyasal tahayyülleri tartışmaya açar.

Bu bağlamda imparatorluk yapılarının tarih içerisindeki salınımları yine aynı bakış açısı ile çözümlendiğinde tartışma bir tahayyül tartışmasına evirilmektedir. Bu

(15)

sebepten dolayı bu tezin yöntemi bir olayı veya olguyu seçip onu incelemekten ziyade, bir kavramı, bir kavrayışıveya bir paradigmayı incelemektir. Bu tez çerçevesinde söz konusu kavrayış veya paradigmaya “siyasal tahayyül” ismi verilmektedir.

Siyasal tahayyül derken kastedilen, siyasal gerçeklik düşünüldüğüne basitçe akla düşünsel şemalar, aksiyomlar ya da siyasal formlar değildir. Aksine siyasal tahayyül ifadesi daha geniş ve daha derin bir anlama/anlamlandırma yöntemidir. Öncelikle burada tahayyül ve tasavvuru ince bir nüans ile ayırmak gerekir. İngilizcede political imaginary ya da political imagining olarak kullanılan bu ifadenin Türkçesi tahayyül ya da tasavvur olarak çevrilmektedir. Tasavvur kelimesi Arapça kökenli olup ”tasvir” kökünden gelmektedir. Tasavvur etmek bir şeyi zihinde şekillendirmek, kurmak yani bir şeyi zihinde suretlendirmektir. Diğer taraftan tasavvur etmek sadece bir şeyi betimleyici tarzda zihinde canlandırmaya gönderme yapar. Tahayyül ise kökü hayal kelimesine dayanan bir kavramdır. Hayal kurma, hayalde canlandırma gibi anlamlarının yanında idrak etme, kavrama anlamlarına da haizdir. Burada bu iki kavram arasındaki temel ayrım tahayyülün yeni bir şey kurmak için hayal etmeyi ve bunu yeni bir idraki/kavrayışı hayata geçirmek suretiyle yapmasıdır.

Siyasal bir tahayyülden bahsedildiğinde ise politik, ekonomik, sosyal bir biçimin, olgunun, olayın veya bunların ilişkilerinin ortaya çıkmasının altındaki fikir, kavrayışa giden düşünsel etkinlik kastedilir. Diğer bir anlamda yeni bir sosyal değişken üretebilme yöntemidir. Herhangi çeşit bir şirket, bir devlet veya devlet altı örgütlenmeler bunların hepsi önce hayal etme ile kurulur. Örneğin bir klan federasyonu önce hayal edilir, sonra ortaya çıkan tahayyülü gerçek kılacak bir politika belirlenir. Bu anlamda tahayyül her türlü politik sistemden geniş ve derindir. Toplumsal alanda “ortak” olarak icra edilen her türlü davranış ve uygun davranılması düşünülen her etik-politik konum bir (ya da geçerli sayılan) siyasi tahayyüle uygunluğu ile meşruiyet kazanır ya da kaybeder.

İktidar meseleleri söz konusu olduğunda elimizde iki adet “harita” veya izlek ya da daha doğru bir ifade ile iki tahayyül olacaktır. Birinci harita takip edildiğinde farklı dil, din, etniste ve hatta halkları bir arada idare etme yeteneğine sahip soyut, akışkan, esnek ve kapsayıcı bir tahayyül olan İmperyal Tahayyüle ulaşılır. Ancak İmperyal Tahayyül’ün Antik Roma’ya kadar dayanan egemenlik anlayışı modern

(16)

zamanlarda yerini milli ilkeye dayanan egemenlik kuramına bırakmıştır. Bu ikinci izlek takip edildiği takdirde, felsefi kökenleri Aydınlanmaya kadar uzanan modernist bir akıl yürütmenin ışığında şekillenen yeni/modern bir ekonomik-siyasal tahayyülle yani ulus devlet, millet ve milliyetçilik olgularına ulaşılır.

Günümüzde ise her iki haritanın da güçlerinin etkileri görülebilmektedir. Diğer bir ifade ile bu tahayyüller birbiri ile iç içe geçer veya birbirlerini belli noktalarda keserler. Bunun neticesi olarak modern siyasal tahayyül ya da İmperyal tahayyül toplumsal formlarda birer eğilim olarak varlıklarını sürdürürler. Örneğin ulus devlet tarafından karakterize edilen günümüz siyasal uzamının ulus devletleri aşan Avrupa Birliği, Uluslar arası Para Fonu (IMF), Birleşmiş Milletler v.b. gibi kurumları kendi eli ile kurduğu gözlenmektedir. Yani dışlayıcı ve esnek olmayan bir yapıda olduğu ileri sürülen modern siyasal tahayyül içerisinde giderek ağırlığı artan bir İmperyal tahayyülün varlığından söz edilebilir. Yine aynı şekilde emperyalist imparatorluklar döneminde ya da daha doğru bir ifade ile imparatorlukların emperyalistleşmesine denk düşen 16.yy ve sonrası dönemde Hollanda, Portekiz, İspanya gibi imparatorlukların içerisinde gittikçe ağırlığını arttıran ve neticede ulus devleti ve milletleri doğuran bir tahayyülün yavaş yavaş yoğunlaştığı da yine tarihsel bir olgu olarak gözlemlenebilmektedir. nitekim modern bir siyasal tahayyül olan milliyetçiliğin gelişim süreçi ile sömürgecilik kronolojik olarak paralellik göstermektedir.

Bu bağlamda, eski İmparatorluk Tahayyülü supra statum3bir devlet tarafından meşruiyet ve egemenlik aracı olarak kullanılırken yeni İmperyal tahayyül devletler üstünde çalışmaya devam eder ancak gücünü devletvari bir yapıdan değil kapitalist ekonomik düzen ve ona ait olan kültürden alır. Yani İmperyal tahayyül içerisinde hem toprak temelli bir siyasal biçimin, hem de piyasa temelli bir politik-ekonomik birim kendine yer bulabilmektedir.

Tüm bunlar düşünüldüğünde ve dünya tarihini siyasi tahayyüller perspektifinden okunduğunda İmperyal tahayyülün bir salınım içerisinde olduğu görülür. Devlet öncesi kabile yapıları bir devleti teşkil edemedikleri için bir kenara bırakılırsa dünya siyaset tarihinin baskın devlet biçimi imparatorluklardır. Bu yapılar kurulurken klan toplumunun devamı olmaktan ziyade reddiyesi şeklinde hayata

(17)

gelmişlerdir. Yani imparatorluklar klanların gelişmesiyle değil, onların reddedilmesiyle ortaya çıkar. Ulus devletler ise bu reddiyenin de reddine dayanır. Yani bir reddiyeye dayanan imparatorluk da ulus devletler tarafından reddedilmektedir. Günümüzde yeniden hayata dönen postmodern imparatorluk da yine aynı şekilde gelişen ve küresel-entegre bir piyasanın genişlemesi değil aksine bunun reddedilmesine dayanmaktadır. Yani postmodern imparatorluk reddin reddinin reddidir.

Bu tez çalışması çerçevesinde imparatorluk tahayyülü, eski ve postmodern imparatorluk olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Bu geçişi anlamak amacıyla ise eski imparatorluklardan postmodern imparatorluğa geçişteki uğrak olan milliyetçilik ve ulus devletler konusu araştırılmıştır. Tezin ilk bölümünde klasik imparatorluklar emperyalizm ve hegemonya kavramları çerçevesinde tartışılacaktır. Bu bölümde imparatorluğun yönetim bilgisi, yapısı ve buna uygun ürettiği yönetim araçları incelenecektir. İkinci bölümde ise İmperyal tahayyülün yerini bıraktığı milliyetçilik yani modern siyasal tahayyül incelenecektir. Bu bölümde ulus devletlerin modernliği ve kurgusallığı milliyetçilik kavramı çerçevesinde tartışılacaktır. Milliyetçiliğin ve ulus devletlerin karakteri piyasa (modern üretim biçimi)-devlet ittifakı ile açıklanacak ve milliyetçilik bu ikilinin ilişkisinin bir sonucu olarak gösterilecektir. Milliyetçiliklerin ulus devletleri yarattığına dair olan pozisyon benimsenildiği için milliyetçilik modern tahayyülün siyasal bir yansıması olarak görülmektedir.

Son bölümde ise Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabı ile başlattıkları, Çokluk ve Ortak Zenginlik isimli kitaplarla devam ettirdikleri bir tartışmaya değinilecektir. Buna göre küreselleşen kapitalizm artık bir imparatorluktur. Bu imparatorluk emperyalizm çağını bitirmiştir. Soyut, içkin, amorf ve esnek bir egemenlik biçimi kuran postmodern dönemin piyasa temelli imparatorluğu emeğin değişimi sonucu bu halini alabilmiş, yani maddi emekten maddi olmayan emeğe geçiş bunu mümkün kılabilmiştir. Ancak postmodern imparatorluğu mümkün kılan bu emek yeni direniş imkânlarını da beraberinde getirerek siyasete “çokluk” denilen yeni bir aktör kazandırmıştır. Son bölümde maddi olmayan emek temelinde imparatorluk ve çokluk kavramları tartışılarak İmparatorluğun tarih içerisindeki salınımı, imparatorluğun –bastırılanın- geri dönüşüne ilişkin bir soruşturma yürütülecektir.

(18)

BİRİNCİ BÖLÜM

(19)

Günümüzde, gazeteler her karıştırıldığında, televizyonlar her açıldığında, bilgisayar ekranlarından dünyanın dört tarafından gelen malumatlara her ulaşıldığında ulusların ve ulus devletlerin mutlak varlığı konusunda değiştirilmesi zor bir kanaate ulaşılmaktadır. Özellikle, son geleneksel imparatorluk olarak nitelendirilen Osmanlı’nın da tarih kitaplarında yerini almasından sonra, söz konusu yapıların günümüzde varlığına dair ne herhangi bir kanaat ya da sezgi ne de düşünce halkın geneline hâkim olabilmiştir. Hatta akademik çalışmalarda ya da ciddi devletler üstü yapılarda bile böyle bir tahayyülün emaresiyle karşılaşmak mümkün değildir. Akademide “uluslararası ilişkiler” isimli bir disiplinin olması, bürokraside “Birleşmiş Milletler” isimli bir yapının faaliyet göstermektedir. Bununla birlikte, siyaseti değerlendirme amacı taşıyan çoğu araştırmacı ulus, ulus-altı, ulus-üstü gibi kavramlar üzerinden çalışmalarını yürütme zorunluluğu hissettiği söylenebilir. Yukarıda işaret edilen ve bunlara benzer birçok örnek, ileri sürülen düşünceyi destekler niteliktedir.

İmparatorluk kelimesinin türetildiği, yönetme yetkisi anlamına gelen, imperium, (Ünlü, 2010:246)kelimesinden türetilen emperyalizm literatürde imperyal yönetim bilgisi ile eş anlamlı olarak sık sık kullanılmaktadır. Bu durum sömürgeci saiklerle dışarıya yönelen bir hükmet biçimi olarak imparatorluk kavramsallaştırmasının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Hâlbuki özellikle 17. ve 18. yy’larda ortaya çıkan deniz imparatorluklarının ekonomik genişleme arzuları ile ortaya çıkan sömürgecilik düzeni (Hobsbawm, 1999a: 71) imperyal yönetim bilgisinin bir kullanım çeşididir. Münkler (2009: 238), bu ayrımı emperyalizm ve emperyal politika kavramları üzerinden yapar. Ona göre imperyal yönetim şekli (emperyal politika) büyük ölçüde merkez yoğunlukludur. Sorun çıkmadığı sürece yani ekonomik ve politik sadakat sağlandığı sürece merkez periferi ile pek ilgilenme ihtiyacı duymaz. Ancak emperyalizm, aksine periferi saplantılıdır. Emperyalist yönetim biçimleri için ortak olan şey imparatorluğun yüklenmesi gereken görevlerin ircaa yerinin periferi olarak belirlenmesidir. Dolayısıyla emperyalizm imparatorluğun askeri ayağının daha fazla işe koşulduğu bir repertuara sahipken, imperyal yönetim anlayışı için kültürel ve ekonomik bütünleşme askeri müdahalelerden daha önemli bir politik araç olarak görülür.

(20)

Siyasal sistemin ulus devletler tarafından domine edildiği görüşüne rağmen imparatorluğun yönetim bilgisi adıyla olmasa da politikalarıyla bugün hala siyaseti, toplumu ve piyasayı etkilemekte ve büyük ölçüde şekillendirmektedir. Her ne kadar imparatorluk yapıları bugün ulus devletler tarafından ikame edilmiş görünse de imperyal tahayyül piyasa tarafından bir iktidar mekanizması olarak kullanılmaktadır. Postmodern dönemi karakterize eden yeni imparatorluk tahayyülünü anlayabilmek adına önce onu emperyalizmden ve hegamonyadan ayırt etmek gereklidir. Bu ayrımı yapabilmek adına bu bölümde, imparatorluk yapısını ve yönetim anlayışını emperyalizmden ve onun iktidar mekanizması olarak hegemonyadan hangi açılardan farklılaştığı incelenecektir.

1.1.İMPARATORLUĞUN HEGEMONYA VE EMPERYALİZM KAVRAMLARI İLE İLİŞKİSİ, FARKLILIKLARI VE BENZERLİKLERİ

İmparatorluk, tarih boyunca toplumları, büyük siyaset ve devlet adamlarını peşinden koşturan, cazibe merkezi olagelmiş bir siyasal tahayyüldür. Nitekim Çin, Roma, Moğol, Osmanlı gibi devletler söz konusu cazibeye kapılmış ve bir imparatorluk olmak uğruna binlerce insanın canını, ekonomik kaynaklarını ve bir o kadar da zamanı feda etmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in kendini Kayzer ilan etmesi, Napolyon’un cumhuriyet rejimini terk edip kendini imparator ilan etmesi (Burbank ve Cooper, 2011: 243-245), Hitler’in dünyaya yayılma planları, kabaca dünyaya yayılmanın ve genişlemenin çekim etkisi ile alakalıdır.

Ancak Sezar, Fatih Sultan Mehmet, Napolyon, Hitler gibi tarihin farklı zamanlarında farklı saiklarla politikalar inşa eden bu şahsiyetlerin hepsini aynı potaya koymak indirgemeci bir yaklaşıma işaret eder. Doğası itibarıyla bu devletler ve yöneticiler birbirinden farklı coğrafyalarda ve farklı siyasal konseptlerle hüküm sürmüşlerdir. Bu noktada Hitler ile Sezar’ın, Napolyon ile Fatih’in ayrıldığı nokta onların hangi politikayı benimsediği ile alakalıdır. Daha doğru bir ifade ile bu ayrım aynı eğilimlere sahip olan siyasal birimlerin diğer bir eğilime sahip olanlarla ayrıştırılması şeklinde yapılabilir. Bu eğilimler emperyal ve imperyal eğilimlerdir.

Cangızbay’ın kendine has üslubuyla ifade ettiği gibi, devlet ve devlet türleri üzerine yazmak ve konuşmak gerektiğinde insanın, ne devletin ne de onun şu ya da bu türünün Allah’ın emri olmadığını aklından çıkarmaması gerekir (Cangızbay, 2016: 69).

(21)

Bu bağlamda, günümüzde tek bir çeşit ulus devlet olmadığı gibi tek bir çeşit imparatorluğun da varlığından bahsedilemez. Yani Amerika Birleşik Devletleri’nin çok uluslu yapısı da bir ulus devleti işaret ettiği gibi Fransa’nın katı milliyetçiliğe dayanan anlayışı da bir ulus devlete işaret etmektedir. Bunun gibi imparatorluklar da farklı karakterlerde çeşitli tarihsellikler, olumsallıklar ve farklı mücadelelerin ürünüdür. Farklı uçlarda farklı biçimler alabilmektedir.

Bu noktada, imparatorluklar izledikleri politika ile sınıflandırılabilir. Daha açık bir ifade ile imparatorluklar emperyalist veya imperyal politikaya göre tasnif edilebilirler. Ancak şunu belirtmek gerekir ki bir imparatorluk ne tamamen bir imperyal ne de tamamen bir emperyal olabilmektedir. Genel olarak emperyalist politikalar imperyal politikalar ile bir arada bulunmaktadır. Bu yüzden emperyal ya da imperyal olmak bir eğilim şeklinde vücut bulur.

Her imparatorluk çok gelişmiş ve kuvvetli bir orduya sahiptir. İmparatorluk olmanın bir gereği olan fetih ancak güçlü bir ordu ve bu orduyu besleyecek bir ekonomiyle yapılabilir. Bu durum imparatorlukların iktidarının zor kullanımına dayanan kısmını teşkil eder. Diğer taraftan bu güç tek başına yeterli değildir. Devlet fethettiği toplumları yönetebilecek bir politik şemayı da oluşturmak zorundadır. İmperyal politikada yeni bir yer keşfetmenin temel amacı yayılma, genişleme arzusudur. Bu yayılma neticesinde alınan topraklar üzerinde yaşayan halklar himayeci bir anlayışla korunur. Diğer bir anlamda devlet söz konusu halkı ve onların kültürlerini “tanır”. Burada bir karşılıklılık söz konusudur. Yani devlet o halkı tanırken halka vergi vermek, askerlik gibi yükümlülükler yüklenir. Bu sayede bir üst kimlik oluşturularak imparatorluğu bütünleştirir. Yeni fetihler yapılacağı zaman imperyal bir eğilim gösteren devlet, o devlet üzerinde yaşayan tüm halkının adına fetihlerini geçekleştirir. Yani devlete katılan halk o devlet tarafından sahiplenilir.

Emperyalist politikada ise askeri gücün yanına ek olarak milliyetçilik temelinde sömürgeciliğe dayanan bir yayılma anlayışı yerleştirilir. Yani bir yere gidip orayı fethetmenin amacı orayı devletin ve üzerindekileri de bir toplumun parçası yapmak değildir. Diğer bir ifade ile alınan yer bir amaç değil başka bir şey için araçtır. Yani devlette milliyetçilik gibi dışlayıcı bir kavram ağırlık kazandıkça emperyalist eğilimler artmaktadır. Bu bağlamda, Ardent’in de değindiği gibi –ileride ayrıntılı bir

(22)

biçimde yer verilecektir- alınan yerlerdeki insanların rızasını almak karşılıklığıa değil asimilasyona dayanır. Diğer bir ifade ile alınan yere bir üst kimlik değil üstün kimlik götürülür. Bir yer fethedildiğinde o devlet altında yaşayan herkesin adına değil, belirli bir anavatanda yaşayan bir ulusun adına fethedilmiştir. Böyle bir rıza üretme metodu ise imperyal olmaktan ziyade hegamoniktir ve emperyaldir.

Bu çalışmada imparatorluk ile emperyalizmi ayıran temel mekanizmanın ekonomik paradigmanın değişimi olduğunu savunulmaktadır4. Yani diğer bir ifade ile milliyetçiliğin imparatorluklarda yoğunlaşması ekonomideki değişime koşut ve ondan kaynaklıdır. Buna göre; üretim biçimin tarımsal olandan endüstriyel olana geçiş sürecinde ekonomik paradigmaya paralel olarak değişen bir sosyopolitik paradigma değişiminden bahsetmek mümkündür. Bu değişim imparatorluklardan milli devletlere, oradan da ulus devletlere şeklinde gerçekleştiğini ise genel kabul gören bir olgudur.

Başka bir şekilde ifade edilecek olursa; giriş bölümünde ifade edilmiş olan tarihsel gelişimin reddetmeye dayanması durumu, emperyalizm ve imparatorluk tartışmasında da ayırt edici özellikleri ortaya çıkarmak için kullanılabilir. Yani bir önceki tahayyülün reddine dayanan tarihsel gelişme süreci göz önüne alındığında, emperyalizm imparatorluğun reddidir. Bu reddiyenin temelinde ise bir önceki ekonomik paradigmanın reddedilmesi yatmaktadır. Örneğin Roma fetih ettiği toprakları ortak bir hukukun içerisine dâhil ederek farklı kültür, din ve yaşayış tarzlarını bütünleştirebilmekteydi. Ancak değişen ekonomik perspektifle beraber hayat bulan ulusal ilkenin gelişmesi ve yoğunlaşması neticesinde bu böyle bir mekanizma işletilemiyordu5. Diğer bir ifade ile ulusal ilkenin dışlayıcı doğası buna müsaade etmediği için ele geçirilen topraklarda rızayı zor yoluyla üretmektedir. Bu sebepten dolayı imparatorluğun reddiyesi, dönemin geniş coğrafyaya yayılan devletlerini tiranlığa dönüşmeye zorlamaktaydı(Arent, 2011: 13-14).

İmperyal yönetim bilgisinin temel ayırt edici özelliği ise aynılıklar yerine farklılıklar üzerine inşa edilmesidir. Toplumları olduğu gibi kabul eder ve “öz”lerine saygı duyar. Farazi kimlikler dayatmak yerine daha üst –üstün değil- bir politik aidiyet biçimine diğerlerini ekler. Bu bağlamda, farklılıkları bir biçimde hoş görebiliyor olmasının onların daha uzun ömürlü olmasını sağladığı ileri sürülebilir. Farklılıkların

4 Bu argüman ikinci bölümde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır.

(23)

altını daha kalın çizgilerle çizmedikleri müddetçe söz konusu çeşitlilik bir tehditten ziyade bir fırsata dönüşür (Özler, 2016, 223-224).

Merkezsiz, ya da daha doğru tabirle yok-yerli, yersiz-yurtsuz yapısıyla ulus devletlerin sınır obsesyonunun ve merkezileşme tutkularının bir nevi antitezi olarak değerlendirilebilecek olan imperyal yapılar bu bağlamda düşünüldüğünde çok daha akışkan, soyut ve eklektik bir yapıdadır. Yani bir diğer anlamda imparatorluklar sınırlarla ayıran bir –modern- egemenlik anlayışı yerine hem farklı sosyal ve siyasal kimliklerin arasındaki bağ hem de onları denetleyen iktidar olarak ifade edilebilir. Bu tip yapılar zikredilen egemenlik kavrayışından dolayı diğer daha küçük sosyal biçimleri kendine çekebilme kabiliyetine sahiptir. Nitekim hepsi aynı şekilde olmasa da tarihe damga vurmuş olan büyük imparatorlukların isminin başına “Pax” 6 önekinin getirilmesinin haklı gerekçeleri vardır.

Eğilimleri çerçevesinden bakılacak olursa, Osmanlı İmparatorluğu imperyal bir belirlenimin mümessili durumundadır. İslam medeniyetinin bir parçası olan imparatorluk, özellikle genişlediği batı koridorunda, egemenliği altına aldığı bölgelerde, onları sömürmeye yönelik olmaktan ziyade kendine eklemleme politikaları yürütmüştür. İmparatorluğun artık değere el koymuş olması ya da devşirmeleri Osmanlı merkezinde çeşitli görevlere getirmek amacıyla söz konusu bölgelerden koparması karşılıklı bir pazarlığın gereği olarak ifa edilen edimler olarak değerlendirilebilir. Nitekim el konulan artık değer –vergi- ile bölgeye yapılan yatırım, götürülen hukuk ve ifa edilen güvenliğe ilişkin görevler sömürgecilikten ziyade himayeci bir yaklaşımın izlerini taşır. Yani rıza bir karşılıklılık esasına göre üretilmektedir. Nitekim bugün Latin Amerika’da ki geniş nüfuslu devletlerin İspanyolca ve Portekizce konuşması ve bölgenin Hıristiyan çoğunlukça domine ediliyor oluşu dönemin imparatorluklarının sömürgeci yapısından kaynaklandığı herkesçe malumdur. Diğer yandan, Osmanlı’nın hâkimiyet kurduğu bölgelerde yerel diller ve inanışların günümüzde bile varlığını devam ettirmesi, hatta Osmanlı imperyarşisinin monarşik yapısını temsilen saray ve çevresinde konuşulan dilin Arapça ve Farsçanın ciddi etkisi altında olması onun iki yönü açık bir imperyal ilişki içinde olduğuna örnektir. Roma’nın kıyıcı şiddetinin ardında da buna benzer bir ilişki yatar. Vatandaşlık hakkı ile sonradan imparatorluğa dâhil edilen halkların da “Romalı”

(24)

sayılıp içeriye dâhil edilmesi yine imperyal bir anlayışın izlerini taşıyan imperyal zihniyetin ürünüdür.

İmperyal yönetim ve egemenlik anlayışının bir diğer özelliği de ulus devletlerin aksine tek bir politik davranış şemasına bağlı kalmıyor oluşudur. İmperyal bir tahayyülün, farklı coğrafyalarda farklı “egemenlik repertuarları” üretebilme kapasitesine sahip olması bu yönetim anlayışını sadece devletlerle sınırlı kalmayarak, yani Hobbesyen bir anlayışla egemenliği meşru güç kullanma tekeline indirgemeyerek, devletin dışında farklı örgütlenme biçimlerinin de kullanımına kolaylıkla eklemlenebilecek bir kimyaya sahip olduğunu ispatlamaktadır. Nitekim geleneksel imparatorluk yapılarının yanı sıra Hardt ve Negri’nin değerlendirmelerinde ifade edildiği üzere sermaye ya da bir diğer adlandırmayla kapitalizm7 post-modern bir imperyal egemenlik anlayışı inşa edebilmiştir. Aşağıda ayrıntılı bir şekilde ele alınacak olan bu yeni imparatorluğun, geleneksel imparatorluklarla temel farkı onun bir devletin bedeninde cisimleşmemiş, hatta bu devletlerin üzerinde konumlanarak hepsini içererek dışarısını yok etmiş olmasıdır.

Özetle imparatorluklar, çok büyük politik birimlerdir, yayılmacıdırlar veya mekâna yayılmış iktidar hafızalarına sahiptirler, bünyelerine yeni topluluklar kattıkça hem farklılıkları hem hiyerarşiyi ayakta tutabilen yapılardır (Burbank ve Cooper, 2011: 9).

İmparatorluklar, bu akışkan ve esnek yapıyı idare etmek için bir bürokratik sistem geliştirmek durumunda kalmışlardır. Bu idari yapı Roma’da yaşayan Yunan tarihçi Polybius’un Roma İmparatorluğu’nun yapısını açıklamak için kullandığı şema üzerinden de analiz edilebilir. Polybius, neden başka devletler/şehirler değil de Roma çevresini boyunduruk altına almıştır? Sorusunun peşine düşmüş ve neticesinde bu genişlemeyi sağlayanın örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürmüştür (Burbank ve Cooper, 2011: 27). Ona göre Roma İmparatorluğu üç iyi yönetim biçiminin, monarşi, aristokrasi ve demokrasinin, ölçülü bir birleşiminden oluşmaktaydı. Roma gerçekten de İmparator, Senato ve Halk Komitelerinden müteşekkil büyük bir makine gibi faaliyet göstermekteydi. Bu sayede, söz konusu “iyi yönetim biçimlerinin” kötü ikiz kardeşlerine; monarşinin tiranlığa, aristokrasinin oligarşiye, demokrasinin komite

(25)

yönetimi veya anarşiye- dönüşmeleri engellenmiş oluyordu (Negri ve Hardt, 2003: 325-14). Teritoryal imparatorluklarda İmparator, Senato ve Halk Komitelerine denk düşen bu anlayış, Supra-Teritoryal örgütlenme biçimlerinde askeri gücün monarşiyi, ulus aşırı örgütlenmelerin oligarşiyi, STK’ların ise demokrasiyi temsil ettiği bir anlayışa evirilmiştir. (Negri ve Hardt, 2003: 327; Özler, 2016: 231).Aşağıda daha ayrıntılı ele alınacak olan söz konusu üç sacayağı üzerine kurulu sistem, bu tez çerçevesinde İmperiyarşi olarak isimlendirilecektir.

Emperyalist bir yönetim şekli için Avrupa’da ortaya çıkan sömürgeci imparatorlukların saldırganlıkla, acımasızlıkla ve disiplinli bir örgütlenme ile (Hobsbawm, 1999a: 24) Amerika kıtasında yürüttüğü politikalar en bariz örnekleridir. Nitekim İspanyanın kurduğu plantasyonlarda siyah emek gücünün köleleştirilmesinden toplu katliamlara varan çeşitli şiddet repertuarları egemenliğin bir aracı olarak sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Söz konusu sömürgeci devletler Moğolların yüksek hareket kabiliyetlerine, kaynaklarını bir araya toplama yeteneklerine ve özel şartlara uyum sağlayabilen askeri kuvvetlerine benzer özelliklere sahiptiler ve bu anlamda bir anlamda “Denizci Moğol İmparatorluğu” gibi davranabildiler. Ancak onların karşılaştıkları halklarla arasında geliştirdikleri “faydacı” ilişkiler kurabilme yetisinden yoksun olmaları sebebiyle deniz imparatorlukları içerileme yerine şiddet ve baskıya dayanan bir egemenlik anlayışını tercih etmişlerdir (Burbank ve Cooper, 2011: 158). Bu da imperyarşik yönetimden aristokratların yavaş yavaş çıkarılmasına koşut oluşmuştur.

Diğer taraftan ilerleyen zamanlarda emperyalizm paradigması gittikçe siyasi-yoğun olmaktan ekonomik-siyasi-yoğun olan bir kavrayış ile ele alınmaya başlanmıştır. Lenin emperyalizmi kapitalizmin en üst mertebesi olarak görür ve emperyalist politikayı açıklamak için beş temel özelliği vurgulayan bir tanım yapar: 1.) üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamda tayin edici rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek seviyeye ulaşmıştır, 2.) banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe girmiş ve mali sermaye temelinde bir mali oligarşi meydana getirmiştir, 3.) meta ihracatından farklı olarak sermaye ihracatı özel bir önem kazanmıştır, 4.) dünyayı aralarında paylaşan tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur, 5.) bu paylaşım tamamlanmıştır (Lenin 1995: 92). Lenin bu şekilde dünyanın tek bir dünya tröstüne doğru gittiğini düşünmektedir (Şenalp, 2012: 37).Lenin bu ekonomi yoğunluklu tanımı

(26)

elbette söz gelimi İspanyol ya da İngiliz imparatorluklarını açıklamaz ancak geç kapitalist döneme ilişkin gözlemleri sömürgeciliğin ekonomi ile ilişkilerinin yoğunlaşarak devam ettiğine işaret etmektedir.

Hegemonya ile İmparatorluğun yönetim anlayışı arasında ince bir ayrım vardır. Hegemonya kavramına göre biri baskıya diğeri rızaya dayalı iki yönetim anlayışından bahsedilebilir (Antoniades, 2008: 3). Bu bağlamda, Antonio Gramsci’nin Lenin’den dönüştürmek ve genişletmek sureti ile devşirdiği Hegemonya kavramı zor ve rızanın belirli oranda kullanılması olarak tanımlanması (Gramsci, 1971: 366, 166, v.d) noktasında imperyal yönetim anlayışı ile benzeşir. Gramsci’nin bu düşüncesi, Robert Cox tarafından oluşturulan neo-Gramsciyan terminolojiyle uluslararası ilişkiler arenasında esaslı bir tartışma konusu olarak ortaya çıkar. Cox’a göre uluslararası sistem içerisinde hegemonik bir güç çok ekstrem durumlar dışında şiddete başvurmaz, onun için rıza üretmek çok daha önemlidir8. Gramsci’nin de devlet düzeyinde gösterdiği gibi siyasal sistem sadece zora değil insanların ikna edilmesine de dayanır (Cox, 1993: 52). Joseph Nye’ın kandırmalara (havuç) veya tehditlere (sopa) dayanarak siyasal politika üretmek olarak kurguladığı yumuşak güç kavramı da hegemonya kurmanın günümüzde kullanılan metodolojisini işaret eder (Nye, 2005 14).

İmparatorluğun işleyiş mantığına oldukça benzeyen hegemonik politikalar belli noktalarda da ondan ince bir çizgi ile ayrılmaktadır. Bu çizginin inceliği sebebi ile kimi zaman söz konusu iki kavram birbirine karışmıştır. Nitekim Antoniades (2008: 4), Negri ve Hardt’ın İmparatorluk olarak ifade ettikleri post-Foucaltcu düşüncelerini, Laclau ve Mouffe’un Hegemonya kuramı ile aynı kategoride değerlendirmek suretiyle “radikal hegemonya yaklaşımı” olarak tasnif etmiştir.

Bunun aksine, diğer taraftan Münkler, (2009) bu kavramların farklı olduğunu ileri sürer ve bu farkı birkaç açıdan inceler. Öncelikle bir imperyal iktidar ile hegemonik iktidar kendi bölgelerinde oynadıkları rol nedeniyle farklıdırlar. İmparatorluklar kendi içlerindeki küçük kuvvetlerin çatışmasında hakem rolü üstlenir, aralarındaki çatışmaların savaşa dönüşmemesi için politikalar üretir. Ancak hegemonyanın hüküm sürdüğü bölgelerde bu durum biraz tersine işler. İmparatorluk içi savaşlar

8 Cox’un naif bir şekilde hegemonik gücü âlicenap bir iktidar olarak tanımlamıyor elbette. Ancak

dikkatleri sadece şiddetten/zorlamadan iknaya/rızaya kaydırıp ikisinin dengeli ilişkisini gözler önüne sermek istiyor.

(27)

imparatorluğun tamamını sorgulama nesnesi haline getirirken hegemonyalarda savaş hegemonik ilişkileri kuvvetlendirir. Zira hegemonyalarda mesele hegemonik iktidarın değişimi olduğu ve de değişmesi haline de iktidarı kabul edileceği için şiddet yumuşak güç politikalarının uygulanması için gerekli zemini temin eder (Münkler, 2009: 71-72).

Bu okumaya dayanarak şöyle bir çıkarım yapılabilir. İmperyal yönetim âlicenap bir karakteristik sergileyerek düşmanlara karşı himayesinde olanları korumak amacıyla ya da refahı ve politik-ekonomik dolaşımı kuvvetlendirmek amacıyla –yine bir hami olarak- savaşa girişirken, hegemonya neredeyse kendine eşit bir güç ile girdiği iktidar mücadelesinin peşindedir. Yani bizatihi girilen savaşlarda hegemonya kendi için mücadele verirken imperyal –emperyal ile karıştırılmamak kaydıyla- iktidar merkezi ve periferisi ile birlikte tüm imparatorluğun hizmetçisi olarak savaşır. Bu bağlamda hegemonik güç potansiyel sömürgeciliktir(Münkler, 2009: 73-74).

Ancak bir noktanın altını çizmek gerekir. Antoniades’in de (2008) gözden kaçırdığı bir küçük nüans söz konusudur. Üçüncü bölümde üzerinde durulacak olan Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kavramsallaştırmasını bir hegemonya stratejisi gibi okuyan yazar, Negri ve Hardt’ın sermayenin hegemonik bir güçten imperyal bir güce geçişinin hikâyesini anlattığını fark etmemiş gibi görünür9. Bu iki kavramı birbirine indirgemek siyasal bir hakikat olarak imparatorluğun anlaşılmasını engellemektedir. Nitekim Negri ve Hardt’ın (2003: 194) ABD’nin Vietnam ile giriştiği savaştan sonra emperyalizmin geri dönülmez bir biçimde ABD pratiklerinden silindiğini, yerine imperyal bir ileri atılımın geldiğini iddia etmesi hegemonya ile imperyal yönetim stratejilerinin birbirine dönüşebildikleri, aynı anda birbirinin özelliklerini taşıyabildikleri ve bir zorunluluk kadar da tercih meselesi olduğunu ortaya koyar (Münkler, 2009: 74).

İmperyal ve hegemonyal pratiklerin kültür ve kimlik boyutunda da ayrıştığı gözlemlenebilir. Nitekim hegemonik iktidar bir güç eşitsizliğinden faydalanıp etki bölgesindeki sosyal ve siyasal aidiyet biçimlerine “üstünlük” kurarken, imperiyarşik siyasal örgütlenmelerde kimlikler birbirine karışır, birbirinden etkilenir ve melezleşir. İmparatorluk yeni medeniyetlerin beşiği, kültürlerin kavşak noktası, kimliklerin ise bir nevi öz yurdu olarak işlev görür. Özlere saygı ilkesinden dolayı –ideal bir

(28)

imparatorlukta- kimlikler homojenize edilmez. Her ne kadar Roma, Osmanlı ve “medeniyet götüren” sömürgeci imparatorluklar kısmen homojenleştirme politikası izlemişse de bu durum faydadan çok zararını görmüşlerdir. Yani biri diğerlerinden güçlü olan bir merkez ile diğerleri arasında kurulan bir ilişki olarak hegemonya, merkezi ile periferisi arasındaki bir ağ örgütlenmesi olarak tanımlanan imparatorluk yapılarına göre (Münkler, 2009: 80) daha az esnek ve daha az içerileşicidir.

1.2. KLASİK (TERİTORYAL/BÖLGESEL) İMPARATORLUKLAR

Daha önce ifade edildiği gibi imparatorluklar farklılıklara dayanan bir egemenlik anlayışına sahiptir. Elbette bu yapılar farklılıklara gönüllü olarak kucak açmamıştır ancak başarılı olan imparatorluklar farklı coğrafyaları ele geçirdikçe farklı kimlikleri yönetme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardır. Kimi zaman söz konusu farklılıkların yönetimi, denetleme, dâhil etme, dışlama (barbar-medeni), ödüllendirme, sömürme hatta bazen siyasi gücü paylaşma veya merkezileşme gibi enstrümanları kullanarak icra edilmiştir. İmparatorluklar denetlediği veya merkezileştiği kadar kimlik ve kültürler hatta medeniyetler arası bir bağlantı kurmayı, bunları bir araya getirmeyi de mümkün kılmış, bu tip siyasi belirlenimleri kendilerinin geliştirdikleri bir “ilişkiler ağına” katmayı da başarmışlardır (Burbank ve Cooper, 2011: 2).

Teritoryal imparatorluklar arkaik bir geleneğin temsilcileridirler. İmparatorluk kavramını siyaset teorisinin kullanımına sunan Roma imparatorluğu, bu geleneğin başlatıcısı olarak sayılabilir. Her ne kadar Çin, Asur, Mısır gibi imperyal yapılarla eş anlı hükümranlık sürdüğü bilinse de Roma İmparatorluğu, insanlık tarihinde etkilediği devletler ve insan toplulukları bakımından en dikkate değer olandır. Nitekim bugün bile Roma geleneğinden miras kalan çoğu Latince kavram idari ve siyasi yapılarda kullanılmaktadır. Roma’da yargılamakla görevli Tribunusların, ve idari görevli Consulislerin bu unvanları günümüzde mahkemelere İngilizce trial denilmesi, dilimize de geçmiş olan konsolos (consul) kelimesi bu duruma örnek teşkil etmektedir (Burbank ve Cooper, 2011: 32).

Roma’nın M.Ö 3. yy’da bilinen “dünya”da inşa ettiği egemenlik anlayışı ve ona ait söz konusu kurumlar, o ya da bu şekilde kendinden sonraki devletler tarafından sahiplenilmiştir. Nitekim Ortaylı’nın Osmanlı Devleti’ni Doğu Roma’nın bir devamı

(29)

olarak değerlendirmesinin ardındaki mantık da budur. Osmanlı, Pagan ve Ortodoks Roma’dan sonraki Müslüman Romadır (Ünlü, 2008: 211-212).

Ancak Osmanlı sadece III. Roma’dan10 mı ibarettir? Osmanlı gibi imperyal bir cihanşümul devlet sadece tek bir kaynaktan mı beslenmekteydi? Ünlü (2008: 212) bu fikre katılmakla beraber eksik olduğunu ileri sürer. Yazar, bu iddiayı daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirerek Osmanlı Devleti’nin III. Roma’nın dışında aynı zamanda kurumsal, ideolojik ve terminolojik bağlamlarda II. Selçuklu, III. Abbasi, IV. Sasani, V. Pers ve X. Akad İmparatorluğu olduğunu ileri sürer. Bu silsileye Moğol ve Hun geçmişi de eklenirse bir imparatorluğun beslenebileceği kaynakların çokluğu ve çeşitliliği daha açık anlaşılır olacaktır.

Nitekim bu “melez” siyasal örgütlenme anlayışının izleri padişahların unvanlarında da sürülebilir. Örneğin az önce zikredilen “padişah” yani “şahların şahı” ifadesi ele alındığında İran (şah) geleneğinin izlerine rastlanır. Bununla beraber “Sultan” ifadesi Arap siyasal kültüründen devşirilirken diğer taraftan Fatih Sultan Mehmet ile kullanıma giren “Kayzer” (Caesar) unvanı Roma devlet geleneğini simgeler (Ünlü, 2008: 213).

Roma’nın kuruluşu bir milat olarak kabul edilirse bu durum, ortalama beş bin yıldır devletten devlete iletilen arkaik ve kümülâtif bir imperyal yönetim bilgisinin dünyanın gidişatını şekillendirdiğine dair ileri sürülecek bir savı doğrular niteliktedir. Diğer taraftan, Teritoryal İmparatorlukların kırılgan olduğu nokta ise farklılığa dayanan egemenlik anlayışları ile kümülâtif ilerleyen imperyal yönetim bilgisinin birlikte birleştirici bir fonksiyon icra etmesi ile çözülüyor gibi görünmektedir. Başka bir ifadeyle, farklılıkları kaynaştırma ve birleştirme özelliklerine sahip olmalarının yanı sıra dağılma riskiyle de karşı karşıya olan imparatorluklar, içeriden veya dışarıdan herhangi bir grubun hâkim grup haline gelmesinin ardından bu yeni muktedirin kendini önceleyen siyasal egemenlik anlayışına bağlı kalması ve hatta onu geliştirmesi sayesinde dağılma riskini oldukça azalttığı gibi söz konusu yapıları daha dayanıklı ve uzun ömürlü hale getirmektedir (Burbank ve Cooper, 2011: 10; Özler, 2016: 224)

10 I. Roma: Doğu ve Bat şeklinde ayrıldıktan sonra Germen akınları ile yıkılan Roma merkezli Batı Roma

İmparatorluğu

II. Roma: İstanbul merkezli olarak Batı Roma’nın yıkılışının ardından 1453’e kadar yaşamını devam ettiren Doğu Roma İmparatorluğu, diğer adıyla Bizans.

(30)

Diğer taraftan, coğrafyanın kendisi bir savaş alanı olarak, zaman çürüme (corruption)/değişme olarak ve öteki ise kendisi olmayan, yani –potansiyel- düşman olarak imparatorluğu tehdit etmektedir. İmperyal egemenlik ilkesini benimseyen yapılar ise bu durumda kendilerini içinde buldukları coğrafi uzam, tecrübe ettikleri zaman ve karşılaştıkları ötekilerin farklılığı ölçüsünde farklı egemenlik repertuarları geliştirmek durumunda kalmışlardır. Bu repertuarlar özünde ne bir beceriler kılavuzu ne hazırda bekletilen bir egemenlik reçetesidir. Kaldı ki böyle olması durumunda “imperyal” olmanın mümkün olmadığı ulus-devletlerce şüphe götürmez bir şekilde ispatlandığı ileri sürülebilir.

Aksine, imparatorluk repertuarları karşılaşılan güçlüklerle doğaçlama yöntemlerle mücadele etmekteydiler. Elbette bu yapılar bir geleneğe sahiptiler ancak onları yani bu “adapte olma yeteneğine sahip” imperiyarşik yönetim bilgisinin sınırları yöneticilerinin hayal gücü, dışarısı ya da öteki olarak belirlenen “halklar”, aynı hedefe yönelmiş başka imparatorluklar ve çevre koşulları tarafından çizilmekteydi11.

1.3. İMPARATORLUK: FARKLILIKLARIN YÖNETİMİ

Günümüzün siyasal tartışmalarına kısaca bakıldığında, farklı toplulukların ve sahip oldukları kimliklerin tanınmasını talep eden tartışmaların dikkat çekici bir çoğunluğu oluşturduğu görülecektir. Nitekim bu durum ulus-devletlerle tanımlanan siyasal uzamın yapısal/kronik bir sorunu olarak dünyanın dört bir tarafında karşımıza çıkmaktadır. ABD’de son dönemde D. Trump’ın seçilmesinin ardından ABD’nin Hispanik yurttaşlarına ve siyahîlere karşı değişen tavrı, Brexit’ten sonra özellikle Birleşik Krallık’ın iç kesimlerinde ortaya çıktığı iddia edilen ve bizatihi AB’den ayrılmanın müsebbibi olarak gösterilen dışlayıcı eğilimler, Almanya’da Türklerin durumu ve Orta Avrupa ülkelerinde yükselen sağ-otoriter partilerin varlığı bu durumun yakın gelecekte çözülebilmesinin pek de mümkün olmadığını gözler önüne sermektedir. Hal bu iken, imparatorlukların penceresinden farklılıklar çok daha başka anlam dünyalarını harekete geçiren bir siyasal egemenlik aracı olarak kavranılmaktadır. İmperyal örgütlenme biçimine göre bütün milletler eşdeğersiz olarak kabul edilir (Burbank ve Cooper, 2011: 9). Tarihsel, toplumsal, zamansal ve coğrafi değişkenlerin

(31)

çeşitliliğinin sebep olduğu sui generis nitelikli muhtelif egemenlik repertuarları, farklılıkların yönetiminde de birbirine göre de nev-i şahsına münhasır metodolojiler benimsemişlerdir. Bu bağlamda kimi imparatorluklar farklı aidiyet biçimlerini “hayatın bir gerçeği” olarak değerlendirmekteyken kimi imparatorluklarda ise farklılaştırılmamış içerisi ile “barbarlar” olan dışarısı arasında kalın çizgilerle sınırlar çekilmekteydi (Burbank ve Cooper, 2011: 13).

Nitekim milletlerin bugünkü anlamda var olmadığı, etnik aidiyetlerin de eş değersiz kabul edildiği bir çağda en büyük farklık sayılan dini inanışların ve buna bağlı olarak gelişen kültürel aidiyet biçimlerinin Moğol siyasetindeki yeri, hayatın bir gerçeği olarak farklılıkların yönetimine dayanan anlayışın en belirgin örneklerinden birisidir. Moğollar, bu farklı aidiyet biçimlerine faydacı bir yaklaşım içeren radikal bir ilkeden hareketle, tüm zamanların en büyük kara imparatorluğunu kurmuşlardır. Bu sayede Moğol Hanları, hem göçebe toplulukların teknolojik avantajlarından hem yerleşik halkların kurumlarından faydalanmışlardır. Moğol egemenlik repertuarı caydırıcı bir şiddet politikası, farklı din ve kültürlerin himayesi ve kişisel sadakat üçlüsünün harmanlanmasıyla hayat bulmuş gibi görünmektedir. (Burbank ve Cooper, 2011: 5).

Dışarısı ve içerisi ayrımına dayanan imparatorluk anlayışına ise Roma örnek verilebilir. Moğollar gibi küçük parçaları birleştirmek suretiyle bir bütün olarak imparatorluğu inşa eden Romalılar, İtalya’da egemenlik kurduktan sonra merkezin dışına doğru uzanmaya başlamıştı. Belki de batısında Etrüsklerin, ortasında Romalılar, Sabinler ve Samnitler dâhil Latinlerin yaşadığı, çevresindeki adalarda Yunanlı ve Kartacalı toplulukların bulunduğu (Burbank ve Cooper, 2011: 30) bir bölgede egemenlik kurmanın getirdiği kısmi tecrübe neticesinde dışarıdan içeriye eklemlenen her kültür adeta Roma’nın doğal bir parçası gibi kabul edilmişti. Bunu sağlamak adına kullanılan repertuar ise hiyerarşiye saygı, yeteneğe açıklık ve halk egemenliği ilkelerinin bir karışımından oluşmaktaydı (Burbank ve Cooper, 2011: 31).

Roma için dünya medeni yaşam tarzını yansıtan humanitas ile bunun dışında kalan dünya yani barbarlar arasında ikiye bölünmüştü. Romanın evrensel humanitas kıstasları altında yaşamayan halk ve biçimler net bir çizgiyle ayrılmıştı. Bu durumda dışarıya uygulanan şiddet ve yağma gibi politikalar bir anlamda meşrulaştırılıyordu. Moğollar için anlaşılan böyle bir ideolojik haklılaştırmaya ve şedit bir ayrıma gerek

(32)

yoktu ancak Roma siyasal mobilitesini arttırmak adına medeni-barbar ayrımını kullanmayı tercih etmişti. Moğollarda bir benzerinin uygulandığı gibi imparatorluğun içerisine girildiğinde hele Roma’dan vatandaşlık payesi alındığında bir anlamda barbar olan humanitasın evrensel bütünlüğünün bir parçası olabiliyordu. Ancak Moğolların aksine devlet, işgal ettiği topraklardaki kurum ve anayasalara barbarik olduğu için kıymet vermemeyi tercih ediyordu (Ağaoğulları ve Göker, 1991: 13-14).

Tüm bunlarla beraber farklılıklar homojenleştirilmeye çalışılmıyordu. Aksine önemli olan şey sadakatti. Sadakat sağlandığı sürece imparatorluk yapılarının geneli için yaşam tarzları bir tehlike arz etmiyordu. Ancak Roma gibi bazı imparatorluklar kendine özgü bir kültüre –humanitas- dayanarak bir parça homojenleştirme fikrine çok da soğuk bakmıyordu. Ancak seçkinlere sağladığı politik avantaj ve yetkiler devasa büyüklükteki imparatorluğun dört bir tarafındaki seçkinlere cazip geldiği de su götürmez bir gerçekti (Burbank ve Cooper, 2011: 14).

Özetle Moğol ve Roma pratikleri taban tabana zıt iki egemenlik repertuarını temsil etmekteydi. Bu iki devletin önemi ise imkan evrenindeki çeşitliliği göstermesinden ileri gelmekteydi. Bir yanda özellikle M.S 4. yy’da Hıristiyanlığın tüm dünyayı aydınlattığı bir imparatorluk olarak tahayyül edilen ve Hıristiyan-Romalı minvalinde homojenleştirici stratejilere12 angaje olan Roma, diğer yanda merkezsiz, başkentsiz ve herhangi bir dini anlayışın hâkim olmadığı politik tahayyülü ile tüm farklılıkları kucaklayan Moğollar (Burbank ve Cooper, 2011: 14-15) imperiyarşik yönetimin imkân evrenindeki çeşitliliği gözler önüne sermektedir.

1.4.İMPARATORLUK VE ARACILAR VE YÖNETİMİN ÇEŞİTLİLİĞİ

İmperyal yönetim biçimleri farklılıkların farklı yönetilmesi ilkesini benimsemişti ve bu politikayı uygulamak için yine farklı egemenlik repertuarlarınca egemenliklerini yeri geldiğinde paylaştı, yeri geldiğinde yerel aristokratları merkezlerde görevlendirdi ve yeri geldiğinde tebaalarının maharetli ve hünerli olanlarını bürokraside

12 Bu homojenleştirme politikaları ve ideolojisi ile ulus-devletlerin stratejileri çok farklıdır. Birisinde

baştan ayağa aslında daha önce var olmayan bir “milleti” var etmek dürtüsü varken, diğer tarafta bir tür “üst kültür birliği” oluşturma çabası göze çarpar. ABD gibi federatif devletlerde de bir üst kültür birliği yaratılmaktadır ancak bu birlik yine ulus devlet anlayışıyla dışarıya genişlemeye imkân vermeyecek şekilde katılaşmaktadır. Diğer bir ifade ile dışarıya karşı bir ulus devlet gibi davranırken içeride ulus devlet politikasını daha az yoğunlukta uygular.

(33)

önemli noktalara getirdi. Aslında bu şekilde yönetme şekli imparatorluklar ile ulus devletlerin birbirinden en fazla ayırtıldığı noktalardan biridir.

Polybuis’un zikredilen üç katmanlı yönetim anlayışı içerisinde -en genel çerçevede düşünmek kaydıyla- aracılar aristokrasi katmanına tekabül eder. Monarşik merkezi güç ile çevre yani tebaa/reaya (demos) arasındaki iletişim ve iktidar teknolojilerinin uygulanmasını sağlayan aristokratlar bu denli karmaşık ilişkiler ağını ihtiva eden imparatorluklarda elbette tek aracılık kurumunu oluşturmazlar. Kimi imperyal yapılarda seçkinleri asimile etmek, gerekirse yerleşimci göndermek ve buna benzer daha “merkezi” stratejiler de kullanmak mümkündü (Burbank ve Cooper, 2011: 15).

Roma, Osmanlı ve modern dönemin emperyalist (imperyal değil), politikalarından çeşitli örnekler verilerek bu konu bir parça daha anlaşılır hale getirilebilir. Osmanlı, coğrafyasının temel taşra idaresi sancak ismi verilen kurum iken 1361’den sonra özellikle batıda artan fetihlerin neticesinde bir üst yapı ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bu vesileyle söz konusu ihtiyaca binaen I. Murat lalası Şahin Paşayı Rumeli Beylerbeyi olarak atayarak eyalet örgütlenmesini kurmuştur (Ortaylı, 2008: 251). Bu eyaletler alınan yıllık vergi tipine göre salyaneli veya salyanesiz olarak ayrılmaktadır. Salyaneli eyaletler merkeze en uzak memleketler olmasından ve de tımar olarak askere tevcih edilmemesinden dolayı, beylerbeyinin yerel prenslerle arasında kral naibi-tebaa ilişkisine benzer ilişkiler oluşabilmektedir (Ortaylı, 2008: 252). Yani bu tip kurumlarda merkez ile çevre arasında “iki katmanlı” aracılık söz konusudur.

Osmanlı’nın İmtiyazlı Eyaletler olarak isimlendirilen Eflak ve Boğdan, Erdel, Dubrovnik, Gürcistan, Çerkezistan ve Kuzey· Kafkasya'daki Kumuk Şamhallığı, Ukrayna Kazak Hetmanlığı, (17. yüzyılda) Kırım Hanlığı, Mekke Şerifliği ve bir süre için Geylan Emirliği gibi bölgeler mahalli iktidar ilişkilerinin sürmesi esasına göre yönetilmekteydi (Ortaylı, 2008: 252-255).

Diğer taraftan Mezopotamya’da idari birimler ne merkezden gönderilen bir beylerbeyi ya da sancak beyi tarafından ne de bir yarı özerk krallık olarak nitelendirilecek kapsayıcı bir hanedan tarafından yönetilmekteydi. Bu coğrafyada yönetim Hükümet (ya da Kürt Hükümetleri), Ekrad ve Sancak olmak üzere üç farklı idari biçim çerçevesinde şekillendi. Bunlardan ilki olan Hükümet; yöneticiliğin babadan

(34)

oğula geçtiği, genelde vergi ve askerlik hizmetinden muaf bulunan bir yapıyı karakterize etmekte idi. Bununla birlikte, Kürt Hükümetleri, hem coğrafi hem iktidar ilişkisi anlamında, Merkezi Otorite ile arasında en fazla mesafe bulunan idari örgütlenmelerden biridir. Devlet otoritesinin Hükümete göre daha fazla hissedildiği kurum ise Erkad13 olarak bilinir. Bu idari birimin yönetimi Hükümetin aksine Merkezi İdare tarafından atanan bir vali tarafından yürütülür (Bruniessen, 2004: 139- 140).

Yukarıda belirtilen Kürt Hükümetleri 16.yydan itibaren imparatorluk içerisinde konfederasyon şeklinde örgütlenmiş aşiretlerden mütevellit idi. Bu yarı-özerk konfederasyonlar birincil bağlılık ilişkileri çerçevesinde, bir karizmatik otorite figürü olarak “Mirlerce” yönetiliyordu. Söz konusu yönetim çok sayıda topraksız Kürt’ü (Kırmanç ya da Kırmanci olarak da ifade edilir) kendilerine ait olan toprakta çalıştırıyor ve onların sosyal-politik hayatına yön veriyordu. Bu kuvvetli birimler Osmanlı- Kürt Mirleri dengesinin imparatorluk içerisindeki merkezileşme politikaları sebebiyle (Tanzimat-Islahat Fermanları) bozulana kadar Milliyetçilik fikrinden mirlere verilen özerklik sayesinde uzak tutulmuştu. Yani soy esasına dayanan lokal iktidar anlayışı Osmanlı şemsiyesi altında korunmuş, Kürt konfederasyonlarının kendi iç dinamiklerine saygı gösterilmişti. Nitekim Kürt aracıların Tanzimat süreciyle başlayan merkezileşme dalgasıyla tasfiyesi büyük ölçekli isyanlara sebep olmuştur (Doğan, 2010: 20).

Osmanlı’dan önce Roma’da da benzer bir idari çeşitlilik söz konusudur. III. Roma olan Osmanlının yöntemleri görece olarak anlatıldığı için Romanın idari çeşitliliğine çok kısa değinilmesi uygundur. Romalılar İtalya’yı ele geçirdiğinde üç farklı yönetim yaklaşımını benimsemişlerdir. Bunlar; (1) civardaki Latinler için ilhak, sınırlı yurttaşlık ve asimilasyon, (2) Latin olmayan bazı şehir ve kabileler için sınırlı özerklik ve (3) sınır bölgelerine yerleştirilen Latin kolonileridir (Burbank ve Cooper, 2011: 33). Dikkat edilirse bu üç yönetim stratejilerinin birincisi monarşik, ikincisi aristokratik ve üçüncüsü demokratik karakterleriyle Roma bu yöntemlere yurttaşlık pratiklerini de ekleyerek İmparatorluğa dönüştüğü çağlarda da bağlı kalmıştır. Görüldüğü gibi Osmanlı’da olduğu gibi Roma da kimi zaman özerk yönetim biçimlerini olumlayan yapıdayken kimi zaman imperyarşiye içkin monarşik kuvvetlerin yakın çekim alanına girmektedir.

(35)

İKİNCİ BÖLÜM

(36)

Milliyetçilik ve milletlerin mevzu bahis olduğu bir çalışmada öncelikle milliyetçiliğin dayandığı temel toplumsal-siyasal değişimlere kısaca değinmek yerinde bir hareket noktası olacaktır. Bunun için öncelikle dini/geleneksel olandan, laik/modern olana geçişe dair kısaca bir değerlendirmesi gereklidir. Bu değişim milliyetçiliğin oluşmasında bir tahayyül görevi gördüğü için tartışmanın başlangıç noktasını teşkil edecektir. Bir meşruiyet kaynağı olarak dinin ya da din adına eylemenin yerini alan hümanist yaklaşım bir siyasal-toplumsal birimin kendi adına ve kendine dayanarak icrada bulunmasını mümkün kılmaktadır. Ancak bu bağlamda milliyetçilik, aşkın bir egemenlik anlayışının içkinleşmesi anlamında değil aksine dini bir aşkınlıktan seküler bir aşkınlığa geçiş çerçevesinde kavranmaktadır.

Bu tartışman ardından milliyetçilik teorileri ilkçi kuramlar, modernist kuramlar ve etno-sembolist kuramlar olmak üzere üç farklı kategoride incelenecektir. İlkçi yaklaşım milliyetçiliğin doğallığı ve verililiğini savunurken modernist yaklaşım onun kurgusal ve ekonomik gelişmelere koşut olarak gelişen araçsal bir olgu olduğunu ileri sürmektedir. Diğer taraftan A. Smith’in başını çektiği etno-sembolist ekol ise her iki kategoriyi uzlaştırarak hem milliyetçiliğin modernliğini hem de milliyetçiliğin köklerinin tarihin derinliklerine kadar uzandığını kabul eder. Bu tartışma milliyetçiliğin yani modern siyasal tahayyülün ekonomik değişim süreçleri ile ilişkisini göz önüne sermek açısından mühimdir. Bu tartışmadan sonra hem maddi/endüstriyel üretim ile milliyetçilik ilişkisi açıklanmış olacak hem de milliyetçiliğin bir ideoloji olarak okunabilmesini mümkün kılacak bir zemin inşa edilmiş olacaktır.

Bu değerlendirmelerin ardından milliyetçiliğin devlet-piyasa ittifakının sonucu olarak nasıl okunabileceği soruşturulacaktır. Milliyetçiliğin bir kazan-kazan ilişkisine dönüşen yapısının hangi şekilde inşa edildiği, devletin ve piyasanın bu ilişkileri inşa ederken hangi kazanımları elde ettiği ve bir topluluğun hangi araçlarla millet haline getirildiğine dair bir araştırma yapılacaktır. Bunun için Marx, Althusser, Foucault gibi düşünürlerin kavramları ve düşünce sistemleri kullanılacaktır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Sembol ve politika arasında ilişki kuran araştırmacılar aynı zamanda kültür ve sembol ara- sındaki ilişkiyi de önemser, çünkü siyasal ve sosyal sistemlerin

Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, 25.b., Bilgi Yayınevi, Ankara 2010, s. Ahmet Mumcu), İnkılap Kitabevi, İstanbul 2002.. “Siyasal İktidar” Konusu için

a) Kapsam: Siyasal iktidar, diğer iktidarlardan kapsam bakımından farklıdır. Her şeyden önce, alan bakımından onlara göre çok daha geniş bir alanı kaplar. Bu alan

İhtiyacın karşılanmasına dönük tüketimin muteber bulunduğu ve bir biçimde rasyonalleştirildiği ve öte yandan lüks yani ihtiyaca hemen dönük olmayan tüketimin akli

düşünülen kollektif bilinçten kapitalist işleyişe ve özellikle kapitalistik tüketime kapıldığı için yoksun kalmış bir insani özne resmedilir.. Özellikle Marks

Hem bireysel ve toplumsal, hem de siyasa ölçekli ve çevresel bir tüketim ve devamındaki üretimler için sigara içmek tipik bir örnektir...

Bir maden olan Bor'un üretilmesi ve kullanım alanının çok olması, bu ürünün cam, yakıt, pil, deterjan, izolasyon gibi yeni tüketim olanakları doğurmakta üretilen ürünlerde

Bölgeler arasındaki farklı ekonomik faaliyetlere bağlı olarak ülke içerisinde farklı alanlar arasında ticari ilişkiler gelişmektedir, örnek; petrol olan bir yerde