• Sonuç bulunamadı

Milliyetçiliğin modernliğine, yani modern ekonomik biçime koşut olarak ortaya çıkışına ilişkin yukarıda ayrıntılı bir açıklama yapılıştır. Kapitalist ekonomi modelinin ve buna bağlı gelişen kapitalist kültürün milliyetçilikle paralel ilerlediğinin altı yine yukarıda çizilmiştir. Ancak bu noktada modernist yaklaşım içerisinde iki farklı bakış açısından bahsetmek mümkün görünmektedir. Bunlardan birisi modernizm içerisinde Hobsbawm, Gellner gibi isimlerin dikkat çektiği milliyetçiliğin tamamıyla icat olduğuna dair dillendirilen görüş, diğeri ise modernist gelenekten Anderson’un ve etno-sembolist ekolden Smith’in dikkat çektiği milliyetçiliğin tamamıyla bir kurgu sayılamayacağına dair tutumdur.

Yukarıda zikredildiği gibi Anderson hayali cemaatler kavramı ile bir topluluğun zihinlerde –bilişsel olarak- nasıl kurulduğuna dair gözlemlerini paylaşmaktaydı. Bu çerçeve içerisinde düşünüldüğünde, belirli bazı değişkenlerin varlığı durumunda bir yığını (mass) ulusal bir cemaat (community) olarak tahayyül etmek de, imperyal bir cemaat olarak tahayyül etmek de mümkündür. Kaldı ki yüz yüze iletişimin olmadığı –hatta kimi zaman olduğunda bile- her türlü cemaat zihinlerde oluşur, diğer bir deyişle tahayyül edilir. Bu onun tamamen hiç olmayan, tamamen uydurma olduğu anlamına gelmez (Anderson, 2015: 20).

Diğer taraftan Smith ise milliyetçiliğin ve bu bağlamda milletlerin tarihe gömülü olduğunu ve milletlerin modern olmasına rağmen etnik çekirdeklerin çerçevesinde örgütlenen bir siyasal formasyon olduğuna dikkat çeker (Smith, 2016: 39- 40-41-42; Özler, 2015: 90). Bu bağlamda milletler birer saf uydurma, kurgu değil modern döneme adapte olmuş olan etnik bağlılıklardır.

Bugün, herhangi bir milli kimliğin üzerine yapılacak çalışmanın neticesinde dünün mirası olarak bu güne sahip olduğumuz hissiyatı kaçınılmaz bir şekilde hem söz konusu çalışmayı icra eden araştırmacıyı hem de onun okuyucusunu yakalayacaktır. Yani hem okuyan hem de yazan için geçmiş birikimsel olarak ilerlemiş ve bugünü “netice” vermiştir. Ancak tarihin aprés-coup39 bir okuması aslında bugünden bakarak geçmişin yeniden serbest bırakılmasını, bir diğer ifadeyle geçmişin bugünün mirası olduğu gerçeğini ele verir (Elgür, 2014: 868). Zizek’in Lacan’dan ödünç aldığı, Lacan’ın ise Freud’dan devşirdiği bu kavram, Althusser’in devletin ideolojik aygıtları (DİA) olarak isimlendirdiği argümanın, yani özellikle eğitim ve askeriyenin faaliyetleri ile etkilemeye ve yeniden üretmeye çalıştıkları noktayı teşkil etmektedir. Yani devlet toplumların zaman algısı ile oynamak suretiyle alternatif bir tarih tahayyülü üretebilmektedir. Bunu da yaygın ve merkezi bir eğitim ve askerlik hizmetlerinin zorunlu tutulması ile de askeri alanlarda yapabilmektedir. Ancak bu tarih bugün üretilen, sürekli beslenen ve bir paket şeklinde imal edilen hiper gerçek bir tarihtir40.

Daha basit bir dil ile ifade edilecek olursa, ulus inşa eden devletler ulusu teşkil edecek bireyleri belirli sistematik bir eğitimden geçirerek onları eski toplumsal tahayyüllerinden koparır, diğer bir tabirle “medenileştirir”. Bu medenileşme süreci neticesinde insanların sahip olduğu algı geçmişin olduğu gibi görülmesine ket vurur, o bugünün öğretilen pratikleri ile dünü idrak eder. Yani dün bugüne sirayet eden bir zaman dilimi değil de, bugünün mirası olarak ortaya çıkan bir katman olarak vücut bulur. Geçmiş, bugünün pratikleri ile yeniden anlam kazanmaktadır (Elgür, 2014: 867- 868). Bu süreci manipüle eden devlet ise bugünü her an yeniden icat edip geçmişi

39Lacanian anlamda geçmişin şimdide temellendirilmesi.

40 Bu kavram Jean Baudrilliard’ın (2011) literatüre kazandırdığı bir kavramdır. Gerçekliğin

parçalandığını onu yerine gerçekliği, gizleyen değil, gerçeğin her türlü semptomuna sahip ancak gerçek olmayan bir gerçekliğin geçtiğini öne sürer. Bunu bir örnekle şöyle anlatmaktadır; hastalık hastası bir insan hastalığın tüm gerekli semptomlarını gösterir, ateş, ağrı, tansiyon hatta baygınlık nöbetlerine bile girebilir ancak gerçekten hasta değildir. Çevresini hasta olduğuna inandırmaya çalışan bir düzenbaz olsaydı bu semptomları gerçekten gösteremezdi (Baudrilliard; 2011: 13).

bugünün çıkarlarına göre yeniden anlamlandırır. Dolayısıyla tarih bir inkar olarak yeniden icat edilmiş olur.

Bu devamlılığı sağlamak amacıyla ortaya konulan politikalar, Lois Athusser’in ve Gramsci’nin daha önce dikkat çektiği toplumda rıza üretme temelinde oluşturduğu teorisi çerçevesinde analiz edilebilir. Devlet bu noktada burjuvanın baskı aygıtına indirgenen düşüncelerden farklı olarak onun rıza üreten yönüne vurgu yapan düşünceler çerçevesinde düşünülebilir. Kapitalist sistemin devamlılığı için beşeri sermayenin sürekli olarak yeniden üretimi -makineleri kullanacak olan insanların eğitilmesi, bilimsel bilgiye sahip insanların üretimi ve bunların aktarılması gibi- yapısal bir zorunluluktur. Ancak bu üretim teknik anlamını da aşarak makul vatandaşlar üretmek amacına da hizmet eder (Mermertaş, 2011: 40). Nitekim itaat altına alınamayan bir bedenin kendi hizmetini muktedire sunması beklenemez (Mermertaş, 2011: 54). Devletin ideolojik aygıtları (DİA) işte bu noktada insanları etkiler. DİA’lar Devletin baskı aygıtlarından (DBA) farklı olarak şiddeti bir araç olarak görmez, zorunda kalınsa bile örtük, zımni veya sembolik düzeyde uygular (Althusser. 2014: 34-42).

Özetle kapitalist piyasa ekonomisinin işlemesi noktasında gerekli olan uzmanlaşmanın sağlanması için kurumsal ve sistematik bir eğitim teşkilatına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılayacak en etkin araç ise –yukarıda altını çizdiğimiz gibi- devlet olmuştur. İnsanların Kapitalist ekonomi düzenine dâhil edilmesi için elbette Kapitalist kültürü benimsemesi gerekmektedir ki bu yine devletin altından kalkabileceği bir yüktür. Milliyetçilik burada devreye girer. Dini –siyasal anlamda- aidiyet bağlarının çözündüğü ve devletlerin meşruiyetinin ilga olduğu bir çağda, aydınlanmanın ışığında ortaya çıkan yeni modern ve akıl merkezli insan figürü meşruiyet krizinin çözülmesi için en uygun aday olarak göze çarpar. Merkezi - bürokratik devletin ve aklını kullanan insanın söz konusu konumları neticesinde ikisinin –Gellner’in ifadesiyle- çakışması tesadüfî değildir. İşte bu ilişki ağının, yani eğitimi sağlayan devlet ile onun meşruiyetini sağlayan modern insanın birbirini besler şekilde konumlanmasını sağlayan siyasal- sosyal tahayyül milliyetçiliktir.

Peki, milliyetçilik nasıl işlemektedir? Egemen ideoloji “egemenliğini” sağlamak için bir tek baskı unsurundan –kolluk kuvvetleri- faydalanmaz, aynı zamanda birden fazla ideolojik aygıt –okul, askerlik hizmeti v.b.- ile ideolojisini daim kılmaya

çalışır. Baskı ve ideolojik aygıtlar veya tek tek ideolojik aygıtların arasındaki uyum yine ideolojinin kendisi sayesinde sağlanır (Mermertaş; 2011: 40).

DİA’ların görevi kişiyi özneleştirmektir. Yani devletin uygulamasının bir “muhatabı” haline getirmek veya kamusal alanda “görünür” kılmaktır. Ancak Foucault bu tespiti bir adım daha ileri götürerek “özneleşirken nesneleşmek” olarak ifade ettiği pozisyonu bilim dünyasının kullanımına sunar.

" ...[özneyi]…yani insanın bir deneyimle kurduğu ve bu deneyimi kendi deneyimi olarak görmesini sağlayan bilinç ilişkisi anlamında kullanır. Bu ilişki kurulduğunda söz konusu deneyim insanın öznel deneyimi olacak ve dolayısıyla bir kimliği kabullenmek, o kimliği oluşturan deneyim kümesinin öznesi konumunu kabul etmek anlamına gelecektir (Foucault, 2003: 14).

Görüldüğü gibi, birey kendi ile kurduğu ilişki ile “özneleşirken” diğer taraftan da bu öznellik, denetim ve bağımlılık yoluyla ve başkasına tabi olmak suretiyle nesneleşmektedir41 (Aydoğdu, 2004: 124-125). Bir diğer anlatımla, -siyasal açıdan bakacak olursak- daha önceden bir devletin tebaası olarak edilgen pozisyonda bulunan kitleler, siyasal alana dâhil edilmek suretiyle birer eyleyen özne haline getirilirler. Ancak bu öznellik yanılsaması özneleştikçe modern egemenlik tahayyüllerinin birer nesnesi olmakla eş anlı ilerleyen bir süreçtir. İnsan modern çağda eyleyen bir varlık olmaya çalıştıkça edilgenleşmektedir.

Bu bağlamda insanların kendi rızaları ile bir iktidarın nesnesi haline gelmesini sağlayan mekanizma olan “ideoloji” tartışmaya açılmalıdır. Milliyetçiliği bir ideoloji olarak hayal ettiğimizde şu şekilde bir yaklaşım geliştirilebilir. İdeoloji Marksist literatürün isabetle işaret ettiği gibi siyasal bir bilinçdışının ürünüdür. Yani bir diğer ifade ile Freud’un bilinçdışı ile rüya arasında kurduğu ilişki toplumsal/siyasal bilinçdışı ve ideoloji arasında kurulur (Althusser, 2014: 100-102). Bu bağlamda –resmi- ideoloji kitleleri bir rüya âlemine sürükler. Bir “rüya durumu” olarak ideolojinin tarihi ise bu sebeple imkânsız olur. Onun tarihi ideolojinin dışında yani “rüyada” olan değil “gerçek hayatta” var olandadır. Bu noktada Eric Hosbawm’ın şu ifadelerine dikkat çekmek yerinde olacaktır;

41Althusser’in nesneleşme için ayrı bir kavramsallaştırma yapmasına gerek yoktur çünkü Fransızca da

özne yerine kullanılan “suje” kelimesi hem kendi kendine bağımlı özneyi ifade ederken hem de kendi dışında olan bir şeye/kişiye tabi olma anlamına sahiptir.

“Nasıl haşhaş eroin müptelalığının hammaddesi ise, tarih de milliyetçi, etnik, ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğretilerden birisi belki de asli öğesidir. Eğer amacına uygun bir geçmiş yoksa her zaman için yeniden icat edilebilir… Böyle bir durumda tarihçiler kendilerini beklenmedik bir şekilde politik aktör rolünü oynarken bulurlar. … Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz olduğu gibi, özelde tarihin politik-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var (Hosbawm, 1999: 9-10).

İdeoloji’nin “reel olarak” tarihi olmadığı için kendini yeniden hiper-tarih42 olarak, yani tarih üstü bir tarih içinde temellendirir. Tarihin gerçeğinden koparılarak hiper olarak yeniden üretilmesi ideolojinin tarihsizliğini gidermek için üretilmiş bir yoldur. Üretilen yeni tarih, tarihi olmanın tüm belirtilerine haiz olmakla beraber bir hakikate işaret edemez.

Kısacası devletin oluşturmak istediği millet için hâkim bir ideolojiye, o ideolojinin ise meşruiyetini sağlamak için bir tarihe ihtiyacı vardır. Söz konusu tarih ise hedef kitlenin birer “nesne-özne” haline getirilmesi aracılığıyla hedef kitleye “dikte” edilir. Bu ise dar anlamda DİA’lar geniş anlamda total bir olgu olarak söylem aracılığıyla tesis edilir. Bu şekilde toplum Marx’ın işaret ettiği şekilde “uyku” durumuna getirilir. Böylesi bir “simülasyon” hiper bir gerçekliği ve dolayısıyla hiper bir “tarihsel toplum” ontolojisini kurar. Benedict Anderson’un yukarıda değinilen şekilde “hayali cemaatler” isimlendirmesi, buradaki yaklaşım çerçevesinde “rüya gör(dürül)en cemaatler”, “makbul vatandaşlar” olarak bu şekilde kurulur.

İnşa edilen “makul vatandaşın” devletle ilişkisi bir başka çerçeveden, Foucault’nun “kapatma” ismi verdiği pratikler çerçevesinde de analiz edilebilir. Ancak Foucault’un kapatma terimi burada değineceğimizden farklı bir anlam taşımakla beraber başka fikirler için de zemin oluşturur. Düşünüre göre 17. ve 18.yy’larda yaşanan ekonomik sıkıntılar neticesinde İspanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde yaşlılar, yersiz yurtsuzlar, sabit bir işi ve evi olmayanlar, aylaklar, fahişeler, toplumsal üretimin dışında olan kısacası çalışamayanlar kapatılmaya başlanıyor. Fransa’da 1656’da kurulan “Hôpital Général” (genel hastane) isimli kurum bu tür bir kapatılmayı başarılı bir şekilde icra ediyor. Bu kapatmanın amacı nüfusun içinde bulunan

42 Daha önceki vurgu dikkate alındığında, “tarih” olmanın her türlü semptomuna/belirtisine sahip

çalışmayan insanları bir meslek icra etmeye teşvik etmek veya düşük ücretlerle çalışmaya razı etmektir. Yani bireyi ve toplumu kapatarak onları “eğitmek”, “disipline etmek” ve “normalleştirmek” istemektedir. Keza akıl hastalığının icadı ile “meczup” ya da “deli” olarak bilinen insanların tımarhanelere kapatılması da bu kapatma kurumlarının eklemlenerek veya bunlara yenilerin eklenmesiyle büyüdüğünün bir kanıtıdır (Mermertaş, 2011: 65- Foucault, 2005: 106).

Bu bağlamda büyük kapatılma olarak ifade edilen bu durum bedenleri disipline etme ve onları itaatkâr hale getirmek amacı taşır. Ulus devletler de aşağı yukarı aynı merkez çerçevesinde bir kapatma uygularlar. Ancak bu kapatmanın ideolojik boyutu bilişsel olarak kitleleri kapatırken bu bilişsel boyutu reddedenlerin bir kısmı bedensel olarak kapatılır bir kısmı ise dışlanır. Söz konusu fenomen önce makul olanların kapatılması ile icra edilir. Önce ideoloji –milliyetçilik- vasıtasıyla kurulan hayali “birlik” ve muhtemel itaatkâr bedenler belirli bir toprak parçası içerisine kapatılır.

Türkler ve Türk olmaya gönüllü görülen halkların –Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Araplar, Arnavutlar- misak-ı milli sınırlarına, Fransızların veya o coğrafyada yaşayan diğer halkların Fransa’ya kapatılması gibi.43 Daha sonra ise o coğrafya saflaştırılarak zararlı unsurlar dışarıya gönderilir. Yani bir tersine kapatma yaşanır. Bunun ise en güzel örneği Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan nüfus mübadelesidir. Lozan anlaşmasına göre “azınlık” kategorisinde olan halklar diğer ülkelerde yaşayan Türklerle “takas” edilmiştir. Bu Türklerin ise icat edilen yeni Türklüğü kabul edecekleri öngörülmüştü ki bu öngörü çok da boşa çıkmamış, nitekim bu durum ulus devletin ulusunun kurulmasında önemli rol oynamıştır (Akbayrak, 2012: 19).

Diğer taraftan kabaca içeriye kapatılan kitlenin ayıklaması 1925 Kürt isyanı ile şiddet kullanılarak Kürtlerin, 1926 yılında ise İttihat ve Terakki Partisi (İTC)’nden olup da Ankara’ya katılamayanların tasfiyesiyle ise potansiyel iç tehditlerinden kurtulması şeklinde (Albayrak, 2012: 10), laiklik ilkesinin pratikleri ile de İslamcıların devre dışı edilmesi ile vuku bulmuştur iddiası ortaya atılabilir. Bu ulus inşasını içeren –bilişsel- kapatma/homojenleştirme söz konusu ideolojinin yeniden üretilmesi için Foucault’nun bahsettiği diğer kapatma kurumlarını –aile, okul, kışla, hapishane ve tımarhane- işleterek yukarıda tartışıldığı gibi işler hale getirmiştir.

43 Neticede o coğrafyayı terk etmesi her halükarda kendi devletinin izni ve diğer devletin kabulüne

Özetle, iktidar odaklarının çeşitli enstrümanları kullanılarak topluluklar hiper bir gerçekliğe konumlandırılırlar. Hiper-gerçeklik şu şekilde anlatılırsa çok daha anlaşılabilir olur. Bir terzinin tek parça bir elbise üzerinde çalıştığını farz edelim. Bu elbisenin her tarafında çeşitli sökükler, yıpranmalar, kesikler bulunduğunu varsayalım. Elbise üzerinde çalışan terzi, onun her kesik, sökük yerine yama yapmak sureti ile onu tamir ettiğini düşünelim. Bu farazi elbisemiz o kadar yıpranmış o kadar yıpranmıştır ki, terzi onu tamir etmek için yamaları üst üste dikmek zorunda kalmıştır. Neticesinde elbisenin orijinal kumaşı görünmez olmuş, hatta kuvvetle muhtemel parçalanıp gitmiştir. Elbisenin orijinalinden geriye bir şey kalmamıştır ancak o elbisenin tıpatıp aynısı hala mevcuttur. Bu elbisenin diğerinden farkı ise aynı şekle sahip olmasına rağmen kumaşının yamalardan oluşmasıdır.

Bu temsildeki gibi gerçeklik parçalanmış, üzerine yamalar dikilmiş ve artık yamalardan oluşan bir gerçeklik haline bürünmüştür. Bu gerçekliğin siyasal boyutu ise ulus devletlerin geçerli olduğu bir uzam olarak kurulur. Yani ortaçağa hâkim olan siyasal tahayyüllerden koparılan topluluklar, eğitim sürecinden geçirilmek suretiyle, önce birer halk sonra da birer millet olarak hiper-gerçek bir düzlemde icat edilirler. Görünen o ki tam da burada modernist kuramcılar ile etno-sembolist kuramcıların kafası karışmakta ve ayrı düşmektedirler. Diğer bir anlatımla; modernistler böyle bir gerçekliği tamamen köksüz bir icat olarak görürken, entno-sembolist yaklaşım milliyetçiliğin yeni fakat bir icat olmanın ötesinde geçmişte kökleri olan bir fenomen iddia eder.

Etnik toplulukların milletlerle ilişkisi hiper-gerçek olarak tanımlandığında aslında ikisi arasında bir üçüncü yol bulunmuş olur. Zira bu tip bir gerçeklik gerçek olmanın her türlü semptomuna sahip olmasına rağmen bir hakikat değildir. İlkçilerin fanatik görüşlerin bir kenara bırakılacak olursa, Smith’in gördüğünü sandığı bağlantının gerçekliği, yani milliyetçiliğin köklerinin tarihe gömülü olduğu iddiası, bu anlamda televizyon ekranında görülen imgelerin gerçekliği ile benzeşir. Özetle bir simülasyondur. Yani gerçekliği yeniden icat edilen bir hiper-gerçekliğe dayanır.

Milliyetçiliği benimseyen bir aktör doğal olarak dünyayı milletlerden ve onların devletlerinden kurulu bir düzen olarak algılar. Ancak milliyetçiliğin paradoksu tam da burada başlar. Bir insanın kendini bir milletin üyesi olarak tanımlayabilmesi için, söz konusu uzamda birden fazla milletin olması ontolojik bir gerekliliktir. Zira

milliyetçilik içeride homojenliğe dışarıda farklılığa dayanır. Yani hiçbir millet tek başına diğer milletlerden bağımsız tahayyül edilemez, diğer milletlerin varlığı kendi için hayatidir. Bir ulus devlet ile temsil edilemeyen halklar ise milli ilkenin genel-geçer kural olduğu bu coğrafyada kendilerini köksüz hissederler ve bu durumda onların Hobsbawm’ın kastettiği anlamda gelenekler icat etmelerine yol açar. Yani özetle milliyetçilik, yeni milliyetçilikler yaratarak sürekli kendi içinde parçalanan ve çatışan toplumlar yaratmaktadır (Özler, 2014: 91- 93).

Bu bağlamda düşünüldüğünde millet; ortak olduğu hayal edilen bir geçmişi paylaşan ve bu zeminde ideal bir geleceğe yönelen, yine ortak kabul ve ortak inkârlar vasıtasıyla oluşturulan güçlü dayanışma duygusunun sayesinde homojen, dışlayıcı ve yeniden üretilmeye muhtaç bir siyasal kimliktir.

Bir millet ortaya çıktıktan ve her gün yaratılmaya devam edildikten sonra olacak olan nedir? Eğer millet için diğer milletler ontolojik bir zorunluluksa, milliyetçiliği kurgulayan politik girişimciler dışarısını da bu modaya uydurmak durumunda kalacaktırlar. Bu noktada milliyetçiliğin yayılması konusu bir anlamda dikkate değerdir. Smith’in dikey ve yatay ethnie tanımları hatırlanacak olursa, yatay ethnie ile tanımlanabilecek toplumsal biçimlerin Avrupa toplumlarının olduğu sonucuna varıldığı görülecektir. Dikey olanlar için ise bir millete dönüşmek çok daha zordur. Ancak politik girişimciler bu etnik kategorileri milletleştirmek için farklı metodolojiler kullanır, bir anlamda sınırları zorlar. Burada şu soruyu sormak elzemdir. Neden birçok insanın kanının dökülmesi, hal-i hazırda bulunan siyasal-sosyolojik yaşam düzenlerinin alt üst edilmesi uğuruna millet-altı unsurlar millete dönüştürülmek istenir?

Bu sorunun cevabı için bir girişimde bulunulacaksa, kapitalizm ve kolonyalizm ilişkisinden bahsetmek elzemdir. Ancak bu çalışma çerçevesinde bunu anlatmak mümkün olmadığı için söz konusu ilişkiye kısaca değinmek yerinde olacaktır. Cecil Rhodes “..yayılma her şeydir” der, ve her gece başının üzerinde asılı duran şu asla ulaşılamayacak olan muazzam dünyaları hayal edip onlara ulaşamayacağı için umutsuzluğa kapıldığını beyan eder (Arendt, 2011: 11). Böylesi güçlü bir tutkunun peşinde koşan İngiliz iş adamı ve siyasetçi Rhodes’in yukarıda zikredilen kelimelerle dile getirdiği motivasyonunun geldiği yer, kapitalizmin yayılmacı politikalar içerisinde içkin olan kökleridir. Kapitalizm sürekli bir dışarısına ihtiyaç duyar ve içerisi ile

dışarısını ayıran sınırları aşılması gereken birer “fetih ülküsü” olarak algılar. Bu anlamıyla kapitalizm kendinden başka üretim/ekonomi/piyasa şekillerine ihtiyaç duyan ilk ekonomik tarzdır. Sermaye diğer üretim biçimlerini fetih edip dünyanın fatihi olarak tek bir güç olma eğilimini doğduğu günden beri taşımaktadır (Negri ve Hardt, 2003: 236-239). Bu durum, onun pozisyonuna göre “dışarısı” olan üretim biçimlerini kapitalistleştirmek sureti ile içerileştirmesini gerekli kılmaktadır. Sermaye dışarıya zorlayıcı bir şekilde dayatılır, bu suretiyle sermaye aslında dışarıya ihraç edilir (Negri ve Hardt, 2003: 241).

Bu ihraç neticesinde dışarıda şekillenen yeni üretim biçimleri ve buna paralel olan devletler bir tek tipleşme örneği oluşturmazlar. Yani bir diğer ifadeyle bu oluşumlar organikolarak bir bütünün parçaları olarak, daha büyük bir yapıyı da bu vesileyle tanımlayarak kendi ontolojilerini kurarlar. Bu çerçevede düşünülecek olursa; ekonomik hareketlilikleri ve bu hareketliliği mümkün kılan olguları politik bir bağlamda değerlendirmek milliyetçiliği devlet-piyasa ilişkisi içinde kavramamızı kolaylaştırır. Çünkü bu politik bağlam ortadan kaybolduğunda, ekonomik bağlamda hayatta kalmak için gerekli olan zemini –hukuki, askeri, beşeri v.b.- kaybetmiş olur (Negri ve Hardt, 2003: 242-243).

Kapitalizm emperyalizmin bir dış politika olarak dönemin uluslaşmakta olan devletlerin dış politikası haline gelmesinin motivasyonu yukarıda tartışıldığı gibidir. Bu üretim biçimi herhangi bir şekilde –genelde kolonileştirme ile- bünyeye bir serum olarak zerk edildiğinde, o serumun içinde bir politik kimlik ve aşağı yukarı tutarlı bir devlet anlayışı da gizlenmiş bir virüs gibi bünyeye dâhil edilmekteydi.

Bu coğrafyalarda ortaya çıkan milliyetçilik ise özünde devrimci ve ilerlemeci