• Sonuç bulunamadı

3.3. KAPİTALİZMİN POSTMODERN GÖRÜNÜMÜ: MADDİ OLMAYAN

3.3.2. Siber Egemenlik: Biyopolitik Model

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, ekonomik modernizasyon çağı sona ermektedir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse; endüstriyel üretim baskın etkisini artık ekonomik ve sosyal fenomenler üzerinde yayamayacaktır. Önce altının önemle çizildiği gibi nasıl ki tarımsal üretimin baskın olduğu ekonomik perspektif sona erdiğinde endüstriyel üretimin baskın olduğu perspektife geçilmiştir, aynı şekilde 1970’lerden beri endüstriyel üretimin bittiği yerde hizmet sektörünün baskınlığına dayanan bir ekonomik perspektif yerini almaktadır (Hardt, 1999: 91).Bu yeni perspektifin baskın üretimi olan maddi olmayan ürünler İtalyan “operesmio” ekolünün takipçilerinden Maurizio Lazzaratio (2005: 227-228) tarafından iki farklı açıdan açıklanmaktadır. Bir yandan enformasyonel içeriği bakımından maddi olmayan emek; üretim için gerekli olan girdilerin gittikçe sibernetikleşmesi, “know how” olarak ifade edilen mesleki bilgilerin maddi olmaktan çıkıp entelektüel bir boyut kazanmasına yani teknolojik ilerlemeye gönderme yapar. Diğer taraftan maddi olmaya emek; kültürel

içeriği bağlamında, normalde bir iş olarak görünmeyecek ya da bu şekilde kabul edilmeyen bir dizi etkiliği ifade eder.

Burada yanlış anlaşılmaların önünü kesmek adına şu bilgiye yer vermek gerekir: Maddi olmayan emeğin kendisi maddidir ancak sonuçları gayrimaddi (immaterial) biçimlerde görünür. (Negri ve Hardt, 2004: 123). Fast food işçileri, uçuş görevlileri, hukuk danışmanlarının sunduğu “güler yüzlü hizmet” gibi duygu ve ilişki üreten işler örnek olarak gösterilebilir. Kısaca açıklanacak olursa kültürel ve sanatsal standartları, modayı, zevkleri, tüketici normlarını ve daha stratejik olarak kamuoyunun belirlenmesine yönelik faaliyetleri içerir.

Süreç bütünü ile şu şekilde somutlaştırılabilir: Tarımsal üretimin baskın olduğu paradigmada bir ürünün kullanım değeri önem arz eder. Demirin tarihinden yola çıkılacak olursa; demir bu çağda mübadele değeri için değil kullanım değeri için üretilir, mesela balta, bıçak v.s. gibi pratik kullanıma yöneliktir. Bu tip ekonomiler karakterleri gereği kapalı ve otarşiktir. Diğer taraftan kapitalist üretim, tüketim ve paylaşım biçimlerinin palazlanması neticesinde hammaddenin topraktan çıkarılması ve bunun işlenip satılması ekonominin odak noktası olmuştur. Daha kısa ve doğru bir ifade ile; üretime tüketim eklemlenmiştir. Örneğe devam edilecek olursa akabinde topraktan çıkan madenlerin ve diğer bileşenlerin mesela bir telefon üretilmesi modern ekonomiyi karakterize eder. Nihai olarak, 1970’lerden beri üretilen malın satılmasına yönelik çalışmalar ön plana çıkar. Diğer bir ifade ile mübadele değerine sahip bir metayı üretmek üretimin tek işi değildir artık üretim pazarı, işçiyi, ve üreticiyi de içine alacak şekilde genişlemiştir.

Kapitalizm bilgi, iletişim, sosyal ilişkiler ve duyguları üreterek bu faaliyeti gerçekleştirir. Artık bir telefonun satılması mühim değildir, bir üst modelinin üretildiğinde insanların onu şiddetle talep etmesi ve yeni ürünün eksikliğinin mutsuzluk, varlığının mutluluk ve tatmin yaratması değer taşır. Diğer bir ifade ile üretim ve tüketim ikilisine pazar da eklenir. Ürünlerin tüketilmesi veya tüketilmemesi durumunda yaşanılacak duygulanım, bu duygulanımın bilgisi, meta-tüketici ilişkisi üretimin temel yöneldiği değişkenler olarak ortaya çıkar. Bu aşamada bilgisi, iletişimi, ilişkileri ve duyguları üretilen toplum aslında özneliğinin tamamen üretildiğinin hatta son tahlilde kendisinin bir ürün olduğunun farkında değildir (Hardt, 1996: 89).

Burada bir noktaya dikkat çekmek elzemdir. Bu söylemler endüstriyel üretimin tamamen yok olduğu, ya daha öncesinde tarımsal üretimin tamamen kaybolduğu anlamına gelmez. Günümüzde maddi çıktıya dayanan emek ve üretim hala çok önemli bir rol oynamaktadır. Ancak üretimin biyopolikleşerek sadece fabrikayı değil özel- kamusal yaşam ve tercihleri de içine alacak şekilde kurulması durumu niceliksel olarak değil niteliksel olarak baskın yüzü günümüzde maddi olmayan emek ve üretim tandanslıdır (Camfield, 2007: 29).

Maddi olmayan emeğin üzerindeki belirsizlik ve anlaşılamazlık perdesini kaldırmak mümkün görünmese de belli açılardan onu bir takım sabit noktalar üzerine oturtmak mümkün görünmektedir. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var, bu tür bir üretim şekli özellikle kapitalist gelişmişliğini en ileri dereceye taşamayabilmiş olan ülke ve bölgelerde görülmektedir (Hardt, 1999: 92). Ancak buna rağmen diğer bölgelere yayılmaktaki mahareti bir önceki çağın üretim biçimine göre çok daha fazladır. Endüstriyel üretimin bazı bölgelerde faaliyet gösteremediğini örneğin özellikle iç Afrika, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu’nun ekonomik sistemin merkezi bölgeleri tarafından dışlandığı görülmektedir. Ancak diğer taraftan maddi olmayan emek için böyle bir şey söz konusu değildir (Hardt, 1999: 92-93). Onun için uzam sürekli açıktır ve dışarıyı tüketene kadar yayılmaya devam eder (Negri ve Hardt, 2002:201-202). Maddi olmayan emeğe dayalı ekonomik genişleme dalgasının sahip olduğu esneklik münasebetiyle uzamı dört bir taraftan kuşatması ve dışarıyı yani farklı üretim biçimlerini de içine alıp dönüştürmesi (örneğin SSCB’nin çöküşü, Çin’in komünist politikalarının sadece sözde kalması v.b. gibi) neticesinde birinci, ikinci ve üçüncü dünya gibi sınıflandırmalar anlamlarını yitirmeye başlamıştır. Özetle, dünya modernizm ile birlikte tek bir üretim formunun domine ettiği tek bir ortak yaşam alanına doğru çekilmiş ve içinde yaşamaya mecbur bırakılmıştır. İmparatorluk ise bu çeşitli kültür, ırk, ülke, inanç, din mezhep v.b. değişkenleri içerisinde barındıran yapıyı kontrol etme politikası haline gelmiştir.

Kurulan söz konusu ortaklık neticesinde sosyal sınıflar, sendikalar, sosyal cinsiyet tanımlamaları, milli kimlikler kısacası bir tanıma bağlanan her türlü sosyopolitik görüngü reel politikteki karşılıklarını yitirir. Bu husus üzerinden şöyle bir çıkarım yapılması mümkün görünmektedir: Maddi üretim ve emeğin baskın paradigma olduğu modern ekonomi döneminde, fabrikalarda işletilen fordist model sosyal alanda

daiktidarını işletmekteydi. Fordizmin katı, esnek ve geçirgen olmayan sınırlarına karşı direniş de yine aynı şekilde katı, esnek ve geçirgen olmayan hudutlara sahip ajanlarca icra edilmekteydi. Mesela fabrikalarda direniş odakları sendikalar, faşist veya totaliter devletlere karşı en az onlar kadar zalim terörist organizasyonlar, burjuvaya karşı işçi sınıfı gibi. Bu durumun işaret ettiği şey aslında araçların eşitliğidir. Bundan kasıt iktidar ilişkisinin nesnesi de öznesi de aslında aynı kaynaktan beslenmektedir. Yani modern ekonomik ve sosyopolitik formlara karşı geliştirilen tepki de aynı derecede moderndir.

Bu noktada, antikapitalist kampın direniş mercii olan işçi sınıfı ele alınacak olursa; katı, esnek olmayan ve dışlayıcı bir tanıma gidilmek zorundadır. İşçi sınıfı sadece fabrikada çalışan erkek işçilerden ibarettir (Negri ve Hardt: 2003: 77). Farklı bir şekilde ifade edilecek olursa modern dönemde işçi ve emek kitleselleşmiştir. Kadın emeği, çocuk emeği, ya da endüstriyel olmayan emek bu tanımdan dışlanır ve söz konusu kitlenin içerisinde değerlendirilmez. Bu dışlamanın ardından endüstriyel emeğin diğer emek biçimlerine önderlik etmesi beklenir. Bu durum fabrikalar ve ulus devletlerde görülen iktidar tipinin totalliği ile paralellik göstermektedir. Yani bu anlamda, klasik Marksizm’in kavramları en az karşı oldukları güçler kadar totaliter ve tek boyutlu olduğu ileri sürülebilir.

Diğer taraftan, D. Harvey’in 1989 tarihli The Condition of Postmodernity çalışmasında genel olarak iddia ettiği gibi Postmodern çağda servet, üretim, işgücü piyasaları ve üretim coğrafyaları fordist/modern döneme nazaran esnekleşme eğilimi taşımaktadırlar. Bu esnekleşme ise sınıf, millet, sosyal cinsiyet gibi katı fenomenler ile uyuşmamaktadır. Daha somut ifade etmek gerekirse; günümüzde işçi sınıfı kavramı reel politikte var olan karşılığını yitirmektedir. Post modern dönem her ne kadar oluşumunu tamamlamış olmasa da modernizmin katı tanım ve hudutlarını aşındıran ve nihayetinde kimi noktalarda onları delip geçenbir niteliğe sahiptir. Bu düşünce genişletildiği zaman post-modern çağda fabrikalardaki doğrudan üretim içerisinde sürekli yeniden üretilen kitlesel işçinin yerini yavaş yavaş tüm topluma yayılmış olan yeni bir işçi sınıfına dönüştüğü iddia edilebilir (Negri, 2005: 259).

Bu durum önceden sadece fabrikada faaliyet gösteren erkek bireylerden oluşan ve bir hiyerarşi içerisinde tanımlanan işçi ve bu faaliyetin diğer tarafını oluşturan sermayenin tanımlarının değiştiğine ve artık üretimin öznesi ve nesnesinin toplumun

kendisi olduğuna işaret eder. Yine aynı sebeple işçinin fabrikayı aşıp toplumsal işçi ya da diğer bir ifade ile post-işçi olduğuna ve üzerindeki “fabrika” tanımlaması kalktığı için artık kadın emeği, siyah emek ya da çocuk emeği gibi kavramalardan bahsedilebilecek olması anlamına da gelir. Bu durum aynı zamanda sosyopolitik bir kimlik olarak gay-lezbiyen hareketleri, ulus devletler içerisinde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlerin politik ajandaya girmesi ile neticelenmektedir. Nitekim özellikle 1970’li yıllardan bu yana söz konusu talepler kendilerine yer bulabilmekte ve seslerini artan oranlı olarak siyasal arenada duyurabilmektedirler. Diğer taraftan klasik egemenlik anlayışının temsilcisi olarak devletler bu duruma daha fazla otoriterleşerek cevap vermektedir. ABD’de D.Trump’ın seçilmesi, Rusya’da Putin’in varlığı ve özellikle Almanya, Belçika ve Macaristan gibi ülkelerde yükselen milliyetçi refleksin bununla ilişkili olduğu tezi ileri sürülebilir.

İmparatorluk kavramı ise genel olarak denetim toplumundan kontrol toplumuna, fordist üretimden post-fordist üretime, modern işçiden Postmodern işçiye yani en genel tabiriyle tüm üretim-tüketim-dağıtım süreçlerinin ve bunlarla beraber değişmek zorunda kalan tüm yaşama biçimlerinin oluşturduğu “genel zekâyı” tanımlamak için kullanılır. Tekrara düşmek pahasına şu farkın altının çizilmesi elzemdir. İmparatorluk bir proje değil bir zorunluluktur. Tarımsal üretim ve feodal siyasal birimlerden endüstriyel üretim ekseninde gelişen ulus devletlere geçişte de bu görülür. Tarımsal üretim ve feodalizmarasındaki mukabil ilişki tarımsal üretimin endüstriyel üretime kayması ile kazan-kazan özelliğini yitirmiştir. Çünkü feodal sosyopolitik yapılar değişen ekonomik atmosferin ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Diğer taraftan, endüstriyel üretim ve merkezi (ulus) devletten maddi olmayan emeğe dayalı imparatorluğa geçiş de piyasa şartlarının zorlaması neticesinde bir zorunluluk kesbetmektedir.

Bu bakış açısının fazla karamsar ya da fazla piyasa-belirlenimci olduğu ileri sürülebilir. Neticede imparatorluk konseptinin kuramcıları olan Negri ve Hardt’da, yukarıda zikredildiği gibi, imparatorluğu oluşturan aristokrasi, monarşi ve demokrasinin yozlaşmış halleri ile tanımlamaktadır. Diğer yandan Foucault’un mikro iktidar kavramı ile her tarafı kuşatan, toplumun kendini üretime ekleyen bir modern devlet resmi çizilmektedir. Tüketimin bir şeyi tüketmeyip yeniden ürettiği bu uzam daha çok distopyalardaki korkunç dünya tahayyüllerine benzemektedir. İktidar insanı ta içinden yakalamıştır ve bırakmaya niyeti yoktur. Negri ve Hard bu noktada dümeni ortaçağ

felsefesine çevirir ve felsefenin o derin okyanusundan bir kavramıpotansiyel direniş imkanı olarak günümüz dünyasına getirir. Bu kavram Spinoza’nın “çokluk” kavramıdır.