• Sonuç bulunamadı

2.2. MİLLİYETÇİLİK KURAMLARI

2.2.3. Etno-Sembolist Yaklaşım

Milliyetçilik çalışmaları çerçevesinde en son değinilecek olan etno-sembolist yaklaşım, diğer yaklaşımlara göre çok daha yeni olup hem modernizm hem de ilkçiliğin reddiyesi ile birlikte her ikisinin de bazı öğelerinin kabulünü içeren bir “üçüncü yol”dur. John Armstrong, John Hutchinson ve Anthony D. Smith’in başını çektiği bu perspektif milletlerin modern olduğunu kabul etmekle beraber onun tamamen köksüz olduğunu da iddia etmez. Bu görüşe göre milliyetçilik ve milletler kökleri antik dönemlere kadar uzanan kavramlardır. Bu dayanıklı kökler bugüne ulaşan bir ağacın meyveleri olan milliyetçilikleri meydana getirir. Yani etniste ve millet arasındaki fark sadece gelişmişlik farkıdır, milletler etnistenin devamıdır (Özkırımlı 2013: 204).

Özetle bu bakış açısı milleti ilkçiler gibi verili olarak kabul etmediği gibi etnik özün milletten ayrı tutulamayacağı kanısındadır. modernist yaklaşımdan farkı ise millet mefhumunu daha geniş bir zaman aralığı çerçevesinde incelemek gerekliliğinin altını çizmesi ve milletlerin kökenlerinin antik çağlarda aranmasıdır.

Bu yaklaşımın diğerlerine nazaran daha homojen olduğu söylenebilir. Etno- sembolizmin temel kalkış noktaları üzerinde belli bir konsensüsün sağlandığı iddiası çok da yanlış olmayacaktır. Bu yüzden, bu yaklaşımla özdeşleşmiş ve aynı zamanda Gellner’in doktora öğrencisi olan Anthony D. Smith’in tezlerine odaklanmak yeterli olacaktır.

Milliyetçiliğin bilimsel olarak incelenmesine en büyük katkıyı sağlayan LSE (London School of Economics) ekolünün son halkası olan Smith, çalışmaları ile hem kendi hocası Gellner’i hem de Kedouire, Minogue gibi diğer akademisyenleri eleştirerek yepyeni bir milliyetçilik tartışmasının önünü açar. Yazarın temel sorusu şudur; etnik topluluklar ve bağlılıklar göz ardı edilerek milliyetçilik gerçekten anlaşılabilir mi? Bu soruya cevap aramak için çıktığı serüveninde bir çok makale ve kitabıyla kendinden sonra gelecek olan milliyetçilik öğrencilerine ayrıntılı ve sistematik bir literatür bırakır.

Önce 1983 yılında Theories of Nationalism (Milliyetçilik Teorileri) ile ilk çalışmasını yapan yazar,The Ethnie Origin of Nations(Ulusların Etnik Kökeni)isimli eserini 1986’de yayımladıktan sonra, National Identity (Milli Kimlik) isimli kitabını 1991 yılında okuyucularına sunar. Nations and Nationalism in Global Era (Küreselleşme Çağında Milletler ve Milliyetçilik) isimli eseri ise 1995 yılında piyasaya çıkar. Dikkat edilecek olursa, düşünürün belli bir sistematiği izlediğini görmek mümkün olacaktır. Smith, önce var olan Milliyetçi kuramları inceler sonra zımnen de olsa zamanı üçe ayırır, modern öncesi, modern ve modern sonrası.The Ethnie Origim of Nations kitabı ile modern öncesi dönemi incelerken, National Identity isimli çalışmasıyla modern döneme ait bir kimlik tahayyülü olarak milliyetçiliği tartışır. Son kitabında da Nations and Nationalism in Global Eraisimli çalışmasıyla gelişen iletişim ağları ile giderek küresel bir hal alan sosyolojik/siyasal uzamın içerisinde, yani modern sonrası – postmodern- dönemde milliyetçiliğin kaderinin peşine düşer. Yazarın bu kitapları dışındaki çalışmaları genelde bu çalışmalarında savladığı düşüncelerinin ayrıntılandırılması şeklinde hayata geçen projelerdir.

Smith’e göre millet; “tarihi bir toprağı, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlevi bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir

insan topluluğu”dur (Smith, 2016: 32). Ancak düşünür bu tanımla alakalı birkaç konunun altını çizer.

Öncelikle bu tanım işlevsel-geçerliliğe sahiptir. Bu anlamda millet mefhumunun ne denli karmaşık ve değişken olduğuna işaret eder. Milli kimlik diğer kolektif kimlikleri de içerisine alabilme yeteneğine sahiptir. Yani bu anlamıyla milliyetçilik tek bir öğeye indirgenemeyecek bir doğadadır. Milliyetçiliğin diğer politik ya da sosyal kimlik biçimleri ile girdiği ilişkilerin –sosyalizmle ya da etnisteyle kurulan ilişki gibi- kökenleri de burada yatmaktadır. Milli kimliğin en belirgin işlevi ise tanımlayıcı ve meşrulaştırıcı olmasıdır (Smith, 2016: 32-33-35).

Bunlarla beraber milli ilkeye dayanan bir siyasal kimlik, özellikle standart eğitim faaliyetleri aracılığıyla –Gellner’in dikkat çektiği gibi- uyrukları yurttaş haline getirilir. Müşterek değer sembol ve mitlerden oluşan bir repertuar oluşturan milliyetçilik, “halk”ları bayrak, para marş, üniforma, anıt ve kutlama gibi sembol veya faaliyetlerle milletlere dönüştürür (Smith, 2016: 34-35). Aslında, Smith’in bu düşüncesini yıllar önce Renan (2016: 51) bir cümle ile özetlemiştir; “ulusun varlığı her gün yapılan bir referandumdur”.

Milletin yapısının karışıklığına vurgu yaptıktan sonra yazar bir başka karmaşıklığa eğilir. Milletin kökenleri nedir, nerededir? Yazar, bu karmaşıklığı bir nebze olsun açıklığa kavuşturabilmek amacıyla milletin köklerini üç faklı soru ışığında aydınlatmaya çalışır. Bunlar;

1. Millet kimdir? Modern milletin modelleri ve etnik temelleri nelerdir? 2. Bir millet neden ve nasıl doğar?

3. Millet ne zaman ve nerede ortaya çıkmıştır? (Smith, 2016: 39)

İlk soruya cevap ararken yukarıda daha önce tartışılan ilkçilik-eskilcilik çerçevesinde bir yorum ortaya koyar. Ona göre ethnie38 ile millet arasında kuvvetli bir bağ vardır. Millet ethnienin devamıdır. Yani milletin kim olduğuna dair yapılacak bir soruşturma ethnieden ayrı yapılamaz.

Yazar etnik topluluğun altı kural çerçevesinde tanımlar. Bunlar; kolektif bir isim, bir ortak soy miti, tarihsel hatıralar, ortak kültürün ayırt edici özellikleri, nüfusun

geneline yayılmış bir dayanışma duygusu ve belli bir vatan hissiyatıdır (Smith, 2016: 42).

Burada yazar bir başka soruya yönelir. Bu altı özelliği de içeren bir toplum nasıl oluşur? Bir ethnienin iki farklı şekilde oluşacağını savlayan Smith, bunları basitçe birleşme ve bölünme olarak tanımlar. Birleşme şehir devletleri ya da kabileler gibi yapıların kaynaşarak bir etnik topluluğu oluşturması iken, bölünme Şii mezhebinde ya da Parkistan-Hindistan örneğindeki gibi bölünmek suretiyle de gerçekleşebilir (Smith, 2016: 46).

Bir etnik topluluğun kurulması gibi yok olması da mümkündür. Smith bunun için iki yol öngörür: Bunlardan biri etnik topluluğun biyolojik varlığını ortadan kaldırmaya yönelen jenosid (soykırım), diğeri ise etnik topluluğun tahayyül edilme biçimini ortadan kaldırmaya yönelen etnosiddir (kültürel soykırım) (Smith, 2016: 55).

Var olan ve yok edilmemiş olan bir etnik kimlik nasıl değişir sorusuna ise yazar dört farklı değişim mekanizması ile yanıt verir: Bunlar dini reform, kültürel ödünç alma, halkın katılımı ve etnik seçilmişliğe dair mitlerdir. Bu dört mekanizmanın bazen hepsinin bazen de birkaçının işlemesi sonucu etnik kimlik esnek ve akışkan yapısının bir gerekliliği olarak değişime uğrar.

Milletleri oluşturan etnik kimliklerin son bir özelliği olarak yazar “etnik çekirdekler”den bahseder. Yazarın öne sürdüğü iddiaya göre, etnik çekirdekler tüm yukarıda bahsedilen süreçler sonucu kristalleşir ve dayanıklı hale gelir. Bu münasebetle de milli kimliklerin temelini oluşturur. Ancak yazar böylesi bir iddiayı ortaya atarken söz konusu iddia ile uyuşmayan millet tahayyüllerinin de olduğunu kabul eder. Etnik çekirdeğe sahip olunmadan kurulan belkide en göz önündeki millet Amerika Birleşik Devleti (ABD) vatandaşlarından oluşmaktadır (2016: 67-71-72).

Yukarıda belirtildiği gibi milli kimliğin kökenlerini Antik Mısır’da arayan yazar tarihte millete en yakın birimlerden bir olarak üzerine çalıştığı bu devleti gösterir ve ekler; Mısır ancak bir etnik devlet olarak nitelendirilebilir. Milletler ve milliyetçilik modern bir mefhumdur (Smith, 2016: 80-90).

Milletlerin kökeninin etnik topluluklarda olduğu ön kabulünden yola çıkarak milletin oluşumuna dair iki farklı kategori belirlemek mümkündür. Eğer ethnie, milletin kökeniyse ya da bir şekilde özüyse onu diğer ethnielerden farklı kılan özellikler

milletlere de sirayet edecektir. Bu çerçevede yazar, etnik kategorileri iki ana başlık altında değerlendirir ki bu da iki farklı millet ve milliyetçilik kategorisine işaret eder.

Bunlardan ilki yatay ethnie tipidir. Bu tip genelde yüksek askeri görevliler, bürokratlar, din adamları ve zengin tüccarlar gibi aktörlerden oluşur. Bu tipe yatay isminin verilmesi ise hem toplumsal üst tabakalarla sınırlanmış iken diğer yandan komşu ethnielerin üst tabakaları ile iletişimde olmaları ve bu vesileyle geniş coğrafyalara yayılabilmeleridir (Smith, 2016: 90). Bu duruma Habsburg Hanedanlığının yönettiği devletler ve yönetime geliş şekilleri örnek olarak verilebilir. Aslında bu tipolojinin daha çok Batı toplumlarını karakterize ettiğini iddia etmek çok da reddedilebilir bir tutum olmayacaktır. Yatay ehnienin temel belirleyeni yüksek statülü tabakalardır ki bu durum onu “oyuklu” bir uzam olarak hayal etmemizi mümkün kılar. Bu açıdan da derinlikten yoksundur, üst tabakaların kültürüne mahkûmdur (Smith, 2016: 90; Özkırımlı, 2013: 216).

Diğer tip ise dikey ethniedir. Bu tip ethnieler yatay tipin tersine daha popüler, tümleşik ve yoğundur. Dikey ethnieye bu ismin verilmesi onun tüm toplumsal tabakalara sirayet etmesinden ileri gelmektedir. Bu tip topluluklarda ayrışmalar kültürel temelli değildi aksine kültür haline gelmiş olan ortak gelenek ve değerler toplumun diğer katmanlarını bir arada tutan bir çimento görevi görmekteydi (Smith, 2016: 90). Bu tip topluluklar genelde konfederatif yapılar şeklinde örgütlenmiş toplumsal biçimlerde görünür. Yazarın verdiği örnekler Dürzîler, Sihler, İrlandalılar, Basklılar ve İsrail kabile konfederasyonudur.

Yatay tipin homojen bir millete dönüşmesi “bürokratik dâhil etme” sürecine tabi tutulması neticesinde olur. Çünkü üst tabakalar etnik değerleri aşağı tabakalara iletmek adına bir çaba göstermemişlerdir. Alt tabakaların aristokratik kültüre dahil edilmesi için en uygun enstrüman bürokratik devlettir. Zira Westphalia Antlaşması (1648) sonrasında merkezileşen devlet aygıtı, vergi ve asker toplamak için en ücra yerlerde bile varlık gösterebilmekteydi. Bu bağlamda homojen bir ulus meydana getirmek için her türlü imkâna sahipti (Smith, 2016: 92-93; Özkırımlı, 2013: 217).

Dikey tipin bir ulusa dönüşmesi ise “yerelliğin seferberliği” ile mümkündür. Yerelliğin seferberliği sürecinde en önemli mefhum dindir. Bu toplulukların din ile olan sıkı ilişkisi aynı zamanda ethnienin temel karakteristik özelliğidir. Bu noktada süreci

sıkıntıya sokan şey milli ilkenin laik bir tabana dayanmasıdır. Din ile etnik aidiyetlerin neredeyse üst üste bindiği toplumlarda onları bir millete dönüştürmek bu sebeple farklı bir yöntemi gerektirmektedir. Dikey ethnieyi millete dönüştürmek isteyen bir politik girişimcinin çabaları üç şekilde tepkiye sebep olabilmektedir. Bunlar; gelenekçilik modernleşme/batılılaşma ya da özümseme, 3.) Reformculuk (bir senteze ulaşmak).

Ancak bu tepki her ne şekilde gelirse gelsin, yeni icat edilecek olan halka bir hedef gösterilmesi, dini ikame edecek bir nihai amaç verilmesi gerekmekteydi. Bu da tebaa olarak yaşamını sürdüren apolitik aktörleri politize edip harekete geçirmeyi sağlayacaktı. Bu politizasyon yoluyla oluşturulan kolektif mobilizasyonu mümkün kılan iki yöntemden bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki o “şiirsel mekâna”, halkın doğal habitatına dönüş, ikincisi ise “altın çağ” mitinin altını daha kalın çizgilerle çizmektir (Smith, 2016: 92-93-94; Özkırımlı, 2013: 218-219). Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu tip bir uluslaştırma sürecine gayet uygun bir örneği teşkil eder.