• Sonuç bulunamadı

Ernest Gellner ve Kültüre Dayalı Milliyetçilik Kuramı

2.2. MİLLİYETÇİLİK KURAMLARI

2.2.2. Modernist Yaklaşım

2.2.2.2. Ernest Gellner ve Kültüre Dayalı Milliyetçilik Kuramı

Modernist milliyetçi kuramın en dikkat çekici ismi belki de Çek asıllı sosyal bilimci Ernest Gellner’dir. Antropolojiden psikolojiye uzanan geniş yelpazede çalışmaları ile bilinen yazar, bu alanlardaki uzmanlıklarını ciddi tarih okumalarıyla

birleştirmek sureti ile milliyetçilik tartışmalarına değerli katkılarda bulunur. Gellner’in katkılarının değerli olması ise hem dönemine göre radikal fikirleri ile tartışmalara yeni bir boyut getirmesi, hem de bu tartışmalara ilk sosyolojik yorumu getirmesinden ileri gelmektedir.

Gellner’e göre kendisin kurduğu milliyetçilik teorisi Öklid’in teorisi gibi – kadar- ikna edici bir kesinliğe sahiptir. Aslında, bu yüzden kabul edilmemeleri mümkün değildir ancak üzücüdür ki ciddi sayıda insan ortaya konulan fikirleri kabul etmekte başarısız olmaktadır (Gellner, 1996: 110-111).

Yazar tezlerinin zeminini oluşturacak olan düşüncelerini 1964 yılında yayınladığı Thought and Change isimli çalışmasında toparlar. Weber ve Durkheim’in izlerinin derin bir şekilde hissedildiği çalışmasında toplumları tarım öncesi, tarım ve endüstri toplumları olmak üzere üç tarihsel-sosyolojik aşamada inceler. Daha sonra 1983 yılında yayınladığı Nations and Nationalism isimli kitabında bu fikirlerini geliştirerek ve sistematik hale getirir. Ancak şunu da belirtmekte fayda var, yazarın milliyetçilik ile ilişkilendirilebilecek fikirleri çok çeşitli çalışmalarına yayılmış, gerek antropolojik gerek felsefi çalışmalar da dâhil olmak üzere söz konusu fikirleri düzensiz olarak eserlerine serpiştirilmiştir. Ancak bu fikirlerin genel teması çoğunlukla aynıdır.

Gellner, kendi millet tanımını açıklamadan önce bu meseleye dair geliştirilmiş dört bakış açısını eleştirmeyi uygun bulur. Ona göre ilk olarak milletleri doğal, verili ve kendini doğuran yapılar olarak sunan görüş, ikinci olarak Kedouire’nin milliyetçiliği tarihsel-entelektüel bir hata olarak gören fikirleri, üçüncü olarak Marksistlerin sınıfların sahip olması gereken bazı değer ve görevlerin bir şekilde –yanlışlıkla- uluslara iletildiğini iddia ettikleri Yanlış Adres kuramı ve son olarak Karanlık Tanrılar (Dark Gods) ismiyle anılan ve milliyetçiliği atalarımızın insanları motive eden akıl dışı tutkularının yani bir nevi ilk günahın (original sin) mirası olarak değerlendiren kuramdır (Gellner, 1964: 149-151-152-153; Özkırımlı, 2013: 159).

Bu kuramların genel bir eleştirisi yapıldıktan sonra Gellner, Nations and Nationalism kitabının ilk cümlesiyle ulusun ve ulusçuluğun ne olduğuna dair fikrini açıklar; “ulusçuluk öncelikle siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören bir siyasal ilkedir”. Bu ifadesinden sonra kısaca durumu açıklar. Ona göre ulusçuluk, etnik sınırların siyasal sınırları aşmadığı, özellikle bir devletin kendi içerisinde iktidar

sahipleri ile yönetilenleri ayırmama şartını taşıyan bir siyasal meşruiyet kuramıdır. (Gellner, 2013: 71). Siyasal birim ile ulusal birimin çakışması durumunda ise, söz konusu devlet içerisinde mevcut olan ve o devlet ile çakışan ulusal birime dâhil olmayan unsurları üç çeşit kader beklemektedir; öldürülme, sürülme, asimilasyon (Gellner, 2013: 72).

Yukarıda zikredilen tanımı daha ayrıntılı olarak anlatabilmek için Gellner toplumu dönemlere ayırır. Öncesinde Thought and Change isimli çalışmasında modern ve modern öncesi olarak iki kategori kullanırken Nation and Nationalism isimli çalışmasında avcı-toplayıcı, tarım ve modern-endüstriyel toplumlar olmak üzere üç aşama üzerinde çalışır (O’leary, 1997: 199).

Avcı toplayıcı toplumlar çok küçüktürler bu yüzden devleti oluşturacak olan temel dinamikler- iş bölümü, uzmanlaşma gibi- ortaya çıkamamıştır. Bu sebepten dolayı devletin kendisinin bir düzen dayatıcı aktör olarak hayat bulması mümkün olmamıştır. Diğer taraftan modern anlamda olmasa da tarım toplumları devleti ortaya çıkaracak temel dinamiklere sahipti. Nitekim kimi zayıf, kimi güçlü, kimi despotik, kimi kanunlara saygılı birçok biçimde devlet tarih sahnesinde kendine yer bulabiliyordu. Bu dönemin belki de -devlet teorisi açısından- temel karakteristik özelliği belli bir devlet biçiminin dayatılmamış olmasıdır.Bu anlamda düşünecek olursak demek ki ulusçuluk ile modern devlet arasındaki ilişki hayatidir (Gellner, 2013: 75-76).

Bu noktada modern ulus devletler ve modern- endüstri çağı arasındaki ilişkinin incelenmesine geçilebilir. Ancak öncelikle her toplumsal biçim için bir ulus devletin var olmasının tinsel bir zorunluluk olması gerekip gerekmediğine dair yazarın kısa bir değerlendirmesine yer vermekte fayda var.

Hobsbawm’ın proto-milliyetçilik32 kavramını anlatırken dikkat çektiği gibi çoğu “halk”lar potansiyel olarak bir millet olma ihtimaline sahiptir. Ancak bu durum olumsallıklar çerçevesinde şekillenir ki her halkın ya da devletin olumsallığı aynı çerçeve içerisinde düşünülemez (Gellner, 2013: 77).Bu durumda ulus için iki farklı bakış açısından iki farklı tanım yapılabilir.

32 Gellner’in “potansiyel uluslar” olarak bahsettiği ve genelde tarım toplumunu karakterize eden

1. İki insan ancak ve ancak aynı kültürü paylaşıyorsa aynı ulustan sayılırlar.

2. İki insan ancak ve ancak birbirlerini aynı ulusun üyesi olarak kabul ediyorsa aynı ulustandır demektir.

Her iki anlamda da bakıldığında ulus bir insan ürünüdür. Yani özetle insanları ulus yaptığı ileri sürülen etniste, dil, din gibi unsurlar aslında mevzunun görünen yüzüdür. Asıl olan o insanların bu bağlamları kullanıp birbirlerini aynı ulusun parçası olarak kabul etmeleri yani bir anlamda birbirlerini her gün o şekilde hayal etmeleridir33 (Gellner, 1987: 8; Gellner, 2013: 78; Renan, 2016: 47-51).

Yazara göre, tarım toplumunda ortaya çıkan okuryazar olan ve “uzmanlaşmış” bir tabaka ya da sınıf olarak ruhban sınıfı en az devletin kendisi kadar önemlidir. Okuryazarlığı bu kadar önemli yapan şey ise onun bahsedilmiş olan tarihsel-sosyolojik aşamalarla eş zamanlı değişimidir. Yani insanlar önceleri hiç okuma-yazma bilmezken, siyasal gelişmelere paralel bir şekilde, sonradan bir kısmı en sonunda da hepsi okuryazar olmuşlardır (Gellner, 2013: 78). Yani okuryazarlık ile staatgeist34 arasında bir ilişki vardır. Tarım toplumunda var olan bu okuryazar ruhban sınıfı bir “büyük kültür” oluştururken diğerleri ise “küçük kültür” olarak var olurlar ki okuryazarlık söz konusu iki kültür arasındaki derin uçurumun ta kendisidir.

Tarım toplumunda kültürün birleştirici olmaktan ziyade ayırt edici özelliği vardı ve bu özellik kastları ya da tabakaları birbirinden ayırt etmeye yarıyordu. Yani özünde bir kültürün genişleyip diğerlerini içine almak gibi bir kaygısı bulunmuyordu. Bir diğer anlamda kültürün sınırları ile siyasetin sınırları birbiriyle çakışmıyor hatta bu durum siyasal çıkarlara –özellikle imparatorluklar için- ters düşüyordu. Bu resimde ise sadece ruhban sınıfının kendi kültürünü genişletmekte çıkarı bulunuyordu, ancak bunu denemekten bile imtina etmişlerdi (Özkırımlı, 2013: 160). Bu bağlamda, geleneksel tarım toplumlarında türdeşliği iddia etmek ve bunun davasını gütmek gerçek dışı bir iddia olacaktır. Kaldı ki bunu gerçekleştirmek için gerekli araçlar o dönem için mevcut değildir (Gellner, 2013: 85-90).

Burada Gellner şu soruyu sorar; okuryazarlığın evrenselleştiği ve herkesin birer “âlim” olduğu çağda kültür siyaset ilişkisi nasıldır? Cevabı ise yine kendisi verir. Böyle

33 Bir sonraki bölümde hayal etme kavramı ayrıntılı bir biçimde incelenecektir. 34 Hegelci anlamda devletin gelişmesi, mükemmelleşmesi.

bir durum söz konusu ilişkiyi kökten değiştirecektir. İfade edilen durumda bir yüksek kültür oluşacak ve toplumun tümüne yayılacaktır. Neticede bu yayılma durumu tamamlandığında aynı zamanda bir toplumsal tanımlama işlevini de yerine getiriyor olacaktır ki bu durumda iktidarlar onu desteklemek zorunda kalacaktır. Ulusçuluğun sırrı ise burada yatar (Gellner, 2013: 91).

Sanayi toplumunda olan tam olarak budur. Sanayi toplumu, sürdürülebilir bir – gerek ekonomik gerek bilişsel- gelişme temelindeki yine sürdürülebilir ve sürekli bir büyümeye dayanır. Modern ekonomi ile bu toplumsal model karşılıklı bir şekilde birbirine ihtiyaç duyar. Bir başka değişle modern kültür ile devlet arasında oldukça yeni bir ilişki kurulur ve bu ilişki ile modern insan bilinçli olarak bu ilişkinin ürünü olan kültür ile tanımlanmak ister (Gellner, 1987: 10; Gellner, 2013: 97-98; O'leary, 1997: 2003). Uzmanlaşma için gerekli olan eğitimin sağlanmasına en uygun aday devletin kendisidir. Böylesi karmaşık bir yapının devletten başka bir aktörce hayata geçirilemeyeceği gerçeği, neticede milli devletler (siyasi birim) ile kültürün (ulusal birim) üst üste gelmesini gerekli kılmıştır (Özkırımlı, 2013: 162).

Bu şekilde üretilen yeni yüksek kültür işte bu ilişkinin kendisi olarak karşımıza çıkar. Modern öncesi toplumlardaki sınıf, tabaka ya da kastlar arası geçişliliğin olmadığı, toplumsal rollerin kesin çizgilerle belirlenimi ve doğuştan getiriliyor olması bir yüksek kültür olarak milliyetçiliğe ihtiyaç duyulmamasına sebep oluyordu, ancak söz konusu toplumsal rollerin değişmesi ve akışkanlığın toplumun geneline yayılması milliyetçiliğe ihtiyaç duyan bir devlet ve toplum teorisini zorunlu kılıyordu. Bu yüksek kültüre geçiş ise kaçınılmaz bir biçimde tarımsal toplumlarda kendi kültürünü yaymaya en müsait olan sınıf olan ruhbanların elinden olmuştu. İncil eskiden herkes için tanrıya ulaşmanın yolu iken milli dillere çevrilmesinden sonra herkesin bir yüksek kültür üyesi olabilmesinin kapısını aralamıştı (Gellner, 2013: 237).

Yeni oluşan yüksek kültür okuryazarlığa ve eğitime dayanmaktaydı35.Yani endüstrileştikçe uzmanlık artıyordu, o arttıkça eğitim kesin ve gerekli bir değişken olarak formüle katılıyordu, bu eğitim sürecinde ise insanlar sadece bir uzmanlık elde etmiyor bunun yanında bir “Alman” uzman ya da bir “Türk” uzman gibi kimlikler ediniyordu. Yani yüksek kültürün etnik bir rengi vardı. (Gellner, 1963: 45).

35 Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kavramsallaştırması ile paralelliği dikkate değer bir ayrıntıdır.

Diğer alt kültürleri aşan bu yüksek kültür yani milliyetçilik kaynağını ise genelde halkı varsaydığı bir folk kültürden alır (Gellner, 2008: 140). Bu bağlamda etnik bir folklor üzerine “icat” edilen milliyetçilik milletleri doğurur milletler milliyetçiliği değil (Gellner, 2013: 138). Bu icat edilen milliyetçiliğin en önemli özelliği ise yapıyı pekiştirme işlevinin dışına çıkmasıydı. Yani artık yapıyı pekiştiren bir kültür değil yapının yerine geçen bir kültür vardı (Gellner, 1964: 155).

Bu noktada ulus-devlete yani modern topluma giden yolun hangi aşamalardan geçtiğine dair yazarın değerlendirmelerine yer vermek gerekmektedir. Gellner bu süreci beş aşamada incelemektedir (Gellner, 1996: 111-112).

1. Çıkış Çizgisi: Etnik farklılıkların belirsiz olduğu ve meşruiyetin etnisteyle ilişkisisin olmadığı evre

2. Milliyetçi Başkaldırı: Bir önceki evredeki kurumlar yürürlüktedir ancak etnik bilinç oluşmaya başlamıştır.

3. Milliyetçiliğin Zaferi ve Kendi Kendini Yok Edişi: Bu aşamada çok etnisteli imparatorluklar çöker, milli ilkeye dayalı devletler kurulur ancak bu devletler de içerisinde başka etnik unsurları barındırır.

4. Gece ve Sis36: Bu aşamada kurulan yeni devlet içerisinde türdeşleştirme projesi başlatılır.

5. Endüstrileşme Sonrası: Genel refah derecesi ve kültürel yakınlaşma artar. Milliyetçilik eskisi kadar şiddetli değildir ama hala ordadır.

Gellner bununla beraber söz konusu geçişlerin getirdiği yeni tahayyülleri de masaya yatırmaktadır. Milliyetçiliğin yerine geçtiği şey olan tanrısal meşruiyete dayanan toplum, tarihe mal olurken bazı şeyleri modern döneme miras bırakmıştır. Gellner bu mirası Durkheim’in tezlerine dayandırarak dillendirir. Yazar Durkheim’in toplumların dini ibadet yolu ile kendi gizli imgesine tapındığı fikrine dikkat çeker. Eskiden bir kutsalın dolayımı ile kendi gizli imgesine tapınan insanlık artık bir kutsala ihtiyaç duymadan kendine tapınıyor ve buna milliyetçilik diyordu (Gellner; 2008: 138). Yani bir anlamda inançlı insanların tanrıya ulaşabilme imkânı gittikçe inançsızların eşit bir şekilde üst kültürün sağlayıcısı olan eğitime ve dolayısıyla kültüre

36 (Alm.) Nacht und Nebel: Yazar; Naziler tarafından II. Dünya savaşı sırasında yapılan bazı

eşit bir şekilde ulaşabilmesine imkân veriyordu (Gellner, 2013: 139). Hayes’in (2010:189) de isabetle ifade ettiği gibi milliyetçilik bir din haline gelmişti.

Toparlanacak olursa; avcı-toplayıcı ve tarımsal toplumların milliyetçiliğe ihtiyacı yoktur. Çünkü bir klan toplumu şeklinde var olan devlet öncesi bir milliyetçilik gibi bir bilinci ortaya çıkaracak ne bir piyasa mekanizması ne de devlet mekanizmasından bahsedilebilir. Ancak değişen üretim biçimleri ile beraber sanayileşmenin ortaya çıkması, buna koşut olarak eğitim ve uzmanlaşma önem kazanması dengeleri değiştiren unsur olarak hayat bulur. Bu bağlamda eğitim ve uzmanlaşmayı yaygın hale getirebilmek için güçlü devletlere ihtiyaç vardır ve bu eğitim sistemini ancak onlar kurabilir.

Bununla birlikte bir kültürel zemine sahip olan etnik sınırlar ile devletin siyasi sınırları çakışır hale getirilir. Söz konusu durum sayesinde güçlü ve sistemli bir devletin korumasında gerekli olan uzmanlaşma –eğitim- sağlanır. Bu anlamıyla millet modern dönemin bir ürünüdür.