• Sonuç bulunamadı

İlk olarak, post-modern imparatorluk hiçbir devlet veya devlet dışı organizasyon ile ilişkilendirilemez. Onun bir kraliyet ailesi, parlamentosu ya da bir başkanı olmadığı gibi bir devlet tarafından da temsil edilemez. Bu durum neticesinde imparatorluğun faaliyetleri bir aktöre bağlanamaz ve anonimleşir. Bu anonimlik ise

onun yersiz-yurtsuz oluşu ve yok-merkezli organizasyonel yapısının tamamlayıcısıdır. Bununla beraber Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) imparatorluk içinde ayrıcalıklı bir konumda olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu farklılık onun klasik anlamda bir devlet tanımına herkesten çok fazla yakın olduğu iddiasından değil; aksine devlete yüklenen her şeyi teke (tek kimlik) indirgeme ve merkezileştirme görevinden uzak olmasından kaynaklanır. Diğer bir ifade ile imparatorluğun yönetim ve siyaset anlayışı ile ABD’nin yönetim ve siyaset anlayışının kesiştiği noktalar Avrupa, Latin Amerika ve Orta Doğu devletlerine kıyasla çok daha fazladır (Negri ve Hardt, 2003: 24). ABD’nin söz konusu farklı konumuna aşağıda daha ayrıntılı değinilecektir.

İkinci farklılık düzemlinin konusunu politika oluşturur. Politikadan kasıt imparatorluğun siyasal manevralarının işleyiş şekline ilişkin operasyonel yöntemleridir. Bu çerçevede en ciddi farklılık, siyasetini bir hiyerarşiden ziyade ağ şeklinde örgütlemesidir. Diğer bir anlatımla, yukarıda zikredilmiş olan Emperyalizm ve İmperyal yönetim biçimi arasında var olan farkların İmparatorluğun doğuşu sürecinde emperyal olandan imperyal olana doğru kayacak şekilde yaşanmış ve yaşanıyor olmasıdır. Nitekim eski etkinliğini kaybeden Avrupalı devletlerin artık taşıyamadığı emperyalizm tacını büyük umutlarla giyen ABD’nin Vietnam’da uğradığı hezimetin ardından yeni ve imperyal bir proje ile atağa kalkmak zorunda kalması bununla ilişkilidir (Negri ve Hardt, 2003: 194). İmparatorluğun monarşik gücünü taşıma iddiasındaki ABD için artık eski tip hegamonik sömürü politikası Vietnam’da nihai başarısızlığa uğramış ve yöntem değiştirme ihtiyacını şiddetle hissetmiştir.

İmparatorluk kuramı ile ilgili en çok yanlış anlaşılan şeyin onun oluşuyor-olan bir ekonomi-politik iktidar biçimi olduğu gerçeğidir. İmparatorluk bu oluşum (ya da kendini gerçekleştirme) sürecinde kendini tamamlamaya yaklaştığı ölçüde politik olarak konumunu da değiştirerek eski siyasal yöntemlerinden feragat etmektedir. Yani bu doğrultuda hareket ettikçe kendini öznelerin üzerine değil öznelerin aralarına ve bir sonraki adımda öznelerin içerisine yerleştirmekte, özetle biyopolitikleşmektedir. Bu biyopolitikleşme devlet iktidarı ile üst üste binen bir sermaye politikasının ürünüdür. İmparatorluğun politikaları biyopolitikleştikçe, iktidarın muhataplarını normatif bir boyunduruktan ziyade gerçek bir boyunduruğa tabi kılar, onlara savaşlarla veya fiziki şiddetle tehdit etmek yerine yumuşak güç uygulamalarına benzer bir şekilde bireyleri ta içlerinden yakalayarak amacına ulaşmaya çalışır.

Siyasal hareketlenmelerin biyopolitik bir uzama kayması durumu bizi kaçınılmaz şekilde üçüncü ve son ayırt edici düzlem olan imparatorluğun yapısal incelemesine getirir. Gittikçe siyasal bir aktörden soyutlanan ve anonimleşen, bununla beraber yavaş yavaş biyopolitikleşen imparatorluk ayrıca hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak şekilde genişler, dışarıyı yok eder ve içeride de sürekli bir yapım-yıkım döngüsünü işletir. Kısacası imparatorluğun bir dışarısı yoktur (Negri ve Hardt, 2003: 201, 202, 203, 204). Özellikle SSCB’nin farklı bir üretim-tüketim-dağıtım biçimini egemen kılma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından kapitalist üretim- tüketim-dağıtım biçimleri Doğu Avrupa, Rusya ve Çin gibi. ülkelere yayılmakta başarı göstermiştir. Bugün kendini dünyaya kapatmış olan Kuzey Kore yönetimi bile esas açısından liberal dünya ile çok zıt yönlerde olsalar da şeklen imparatorluğun kuşatıcı düşünme ve davranma kalıplarından kaçabilmiş değildir.Bu genişleme ve kuşatma pratikleri ise kadim bir yönetim geleneğinin yeniden canlandırılması neticesinde icra edilmektedir. Diğer bir ifade ile post modern imparatorlukta da Polybius’un Romayı açıkladığı üç katmanlı yapıya benzer şekilde birden fazla yönetim biçimini aynı anda kullanma politikası etkin olarak kullanılmaktadır.

İlk bölümde bu politikanın altının önemle çizilmiş olmasına rağmen burada bir daha hatırlamak önem az etmektedir. Romalı Polybius, dönemin Roma’sının neden diğer devletlerin arasından sıyrılıp bir (bilinen) dünya imparatorluğu haline geldiği sorusunu yanıtlarken; İmparator, senato ve halk komiteleri yani monarşi, aristokrasi ve demokrasinin mükemmel bir uyum ile işletilmesine dayanan bir yorumda bulunmaktaydı. İmparatorluk monarşinin tiranlığa, aristokrasinin oligarşiye, demokrasinin ise anarşiye dönüşmesini engelleyen ve bu amaç doğrultusunda mükemmel işleyen bir makine idi (Negri ve Hardt, 2003: 325). Bu çerçeve de monarşi iktidarın birliği, sürekliliği ve kuvvetini temsil ederken aristokrasi erdemi (Antik Yunan’ın “arete”si Latin dünyanın “virtus”u) ölçüyü ve adaleti temsil eder ve bunların toplumsal alana yayılmış ağlarını eklemler. Bu anlamda bir tür imparatorluğun aracısı rolünü üstlenir. Son olarak demokrasi disiplini, yeniden paylaşımı güvence altına alır ve devleti bir takım şeylerle onu yükümlendirir. Klasik imparatorlukların bu (imperiyarşik) işleyişi post modern imparatorluklarda da işletilmektedir.

Bugün; Rusya, Çin, Kuzey Kore, ABD, Birleşik Krallık veya diğer Avrupa devletlerinin Ortadoğu, İç ve Güney Asya ve dünyanın diğer çeşitli bölgelerinde hayata

geçirdiği askeri ve politik operasyonların işaret ettiği monarşikbirlik ve dünyaca zımnen kabul gören kullandıkları “küresel kuvvet kullanma tekeline” dayanan özellikleri post modern imparatorluğun monarşik öğesini oluşturur. Toprak yerine iktidarını ekonomik akışlar üzerinde uygulayan bu imparatorluğun kimi ilişkisiz, kimi düşman devletlerin birbirinin lehine veya aleyhine yaptıkları aktivitelerinin ortak tek özelliği ekonomik akışlar için menfaat sağlamasıdır. Bir devletin diğerini mağlup etmesi ya da birinin diğerini yenmesi devlet egemenliği nazarından bakılacak olursa hayatidir ancak imparatorluğun nazarından bakıldığında imparatorluk içinde savaşan iki devletin savaşından galip çıkan ekonomik ajanlardan başkası değildir. Bunu özellikle meşhur “Irangate” skandalında gözlemlemek mümkündür. Silah tacirleri İran ve Irak savaş halindeyken gizli bir şekilde her ikisine silah satmak sureti ile kazanan taraf olmuştur44.Özetle imparatorluk devletlerden daha yüksek bir siyaset gütmektedir. İmparatorluğun kontrolünün dışına çıkan bir siyasi iktidar ve ona bağlı olarak üretim- tüketim-dağıtım biçimleri imparatorluğun monarşik kuvvetleri yani ekonomik ve askeri anlamda imparatorluk ile en çok uyumlu olan (ABD gibi) aktörler tarafından bertaraf edilmektedir45. Afganistan, Irak ve dönem dönem Türkiye’de olanlar bunun üzerinden okunduğunda değerli bir bakış açısı sunacaktır.

Aristokrasinin yerine getirdiği aracılık görevi ise ulus-ötesi şirketler ve ulus devletler tarafından ifa edilmektedir (Negri ve Hardt, 2003: 325). Bu şekilde hem toprak temelli siyasal birimler hem de ekonomi-finans ağları monarşik birim ile eklemlenir. İkinci bölümde anlatıldığı gibi milli kimlik, dolayısıyla ulus devlet ve ekonomik akışlar arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Bu ilişki içinde milli kimliğin icadı ile bir erdem olarak girişimciliğin icadı aşağı yukarı aynı döneme denk gelir. Birbiri ile ilişkisiz görünen ancak birbiri ile paralellik arz eden bu iki değişken halk kitleleri ile monarşik birim arasında düzenleyici, denetleyici ve kodlayıcı özellikleri ile faaliyet gösterirler. Milli kimlik ile uygulanan değer yüklemesi, fabrikalar ve şirketlerde de işletilerek erdemli bir işçi/çalışan olmanın yolları öğretilir. Yani dünya genelinde standartlaşan bir ierdem olarak makul bir vatandaş ve makul bir işçi ontolojisi kurulur.

44 Irangate skandalı hakkında ayrıntılı bilgi için: HODGSON, Godfrey, (1987), Not For The First Time,

Antecedents of the “Irangate” Scandal, The Political Quarterly, Vol. 58, Issue. 2, pp.125-138

45 Burada ABD’nin imparatorluğun yöneticisi olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine ABD’de diğer tüm

devletler gibi imparatorluğun iktidarından kaçabilmiş değildir. Ancak ekonomik ve askeri konumu nedeniyle ABD’nin pozisyonu daha ayrıcalıklıdır.

Son olarak, STK’lar ve diğer kuruluşlardan oluşan demokrasinin kuvvetleri ise bu üçlünün açık ve aktif unsur olarak karşımıza çıkar (Negri ve Hardt, 2003: 327). Bu düzlem ideal olarak üretici çokluğun faaliyet gösterdiği ve biyopolitik üretimin merkezini oluşturur. Ancak Negri ve Hardt bu düzeni karşısında direnilmesi gereken bir olgu olarak düşünmekte ve bunu şu şekilde değerlendirmektedir. Monarşik yapı iktidar birliğini meşrulaştırıcı işlevi yerine bir tiran gibi ortaya saçılmakta ve küresel polis kuvveti gibi davranmaktadır. Aristokrasi ise erdem ve adalet gibi olguları bir kenara bırakıp yanıltma, gizleme ve finansal spekülasyon gibi yollarla kendini gerçekleştiriyor. Demokrasi ise yaratıcı ve üretici bir çokluk olmak yerine birer ön yargılar ve köktencilikler dizgisi olarak ortaya çıkar ve kolektif biçimlerden çokluğun teke indirgenmiş hali olan halk olarak görünür hale gelirler. Diğer bir ifade ile monarşi, aristokrasi ve demokrasi kötü ikiz kardeşleri olan tiranlık, oligarşi ve anarşi üçlüsüne çok daha yakın görünmektedir (Negri ve Hardt, 2003: 327)

Yukarıda zikredilen özellikler göz önünde bulundurulduğunda yapısının ne kadar parçalı olduğu ya da daha doğru bir anlatımla monoblok bir yapıya sahip olmadığı anlaşılacaktır. Bundan dolayı, imparatorluk kavramı üzerinde ondan kolay kolay ayrılamayacak olan bir belirsizlik salınmaktadır (Negri, 2005: 59). Bu belirsizliğin bir sebebi, kimi zaman birbiri ile karşıtlık içinde olduğu varsayılan değişkenlerin bir parçalı yapı içinde ve bütünlük çerçevesinde düşünmenin güçlüğüdür. Diğer sebebi ise egemenlikten anlaşılan şeyin Hobbes ve Schmitt’in teorileri ekseninde kabul görülmüş olmasıdır. Yani bu anlayışa göre, egemenlik istisnai bir durumdur, egemen ise istisnayı belirleyendir (Schmitt, 2014, 13). Bu tür anlayışta egemenlik hukukun hem içinde hem de dışında konumlanarak iktidarını icra eder. Muktedir, iktidarını kullanmak için hukuki ve ekonomik araçlardan faydalanır. İmparatorluğun egemenliği aşkınlıktan uzak, oldukça dünyevi ve olağandır. Bu yüzden iktidarın kuvvetleri istisna ya da olağanüstü durumlarda görünür olmazlar. Söz konusu durumun bir neticesi olarak bu aşkın egemenlik anlayışı imparatorluğu hem tanımlamayı hem de açıklamayı çok güç hale getirmektedir. Aksine hayatın olağan akışına karışır hatta son tahlilde hayatın kendisini üretirler. Bu bağlamda ekonomik ve hukuki yapılar sadece egemenliğin aracı değildir, aksine egemenliğin içine yedirilmiş, egemenliğin aracı olmaktan çıkmış ve egemenliğin görünümlerinden biri haline gelmiştir. Söz konusu şartlar altında imparatorluğun egemenliği görece olarak daha görünmez ve içkin olduğu için ulus devletlerin

kullandığı egemenlik biçiminin yanında fark edilmesi oldukça güçleşir (Negri ve Hardt, 2011: 21-22-23).

Tüm bu şartlar altında “postmodern imparatorluk” iktidarını ekonomik-finansal akışlar üzerinde uygulamak suretiyle küresel mübadeleyi düzenleyen (Arrighi, 2005: 29) merkezsiz, aktör ve topraktan bağımsız, bir ağ şeklinde örgütlenmiş ve esnek- geçirgen sınırları sayesinde küresel ölçekte faaliyet gösterebilen, kendi bir istisna hali pozisyonundan ziyade bireylerin arasında ve/veya yine bireylerin içerisine yerleştirmek suretiyle klasik iktidar anlayışının üstünde ve dışında konumlanan yeni bir iktidar anlayışı ve pratiğidir.

3.3. KAPİTALİZMİN POSTMODERN GÖRÜNÜMÜ: MADDİ OLMAYAN