• Sonuç bulunamadı

3.4. ÇOKLUK: BİR DİRENİŞ İMKÂNI

3.4.1. Potestas’dan Potentia’ya: Postmodern Conatus

Yukarıda çokluk kavramının tanımına varabilmek için onu oluşmaya iten sebepler üzerinde duruldu. Yani söz konusu kavrama neden ihtiyaç duyulduğuna dair bir tartışma yürütülmüş olundu. Negri ve Hardt’a göre; bu tartışma neticesinde ekonomik postmodernleşme ile birlikte gelişen esnekleşme, akışkanlaşma ve ağ şeklinde örgütlenme gibi yeniliklerin politik ve sosyal yansımaları ile beraber yeni bir iktidar türü doğurduğu (imparatorluk) ve bu iktidar türünün de aynı esneklik, akışkanlık ve ağ örgütlenmesi üzerinden bir karşı-direnişi(çokluk) mümkün kıldığı sonucuna ulaşılmıştır.

Foucault (2014: 13) okuyucularına iktidarı karakterize eden belirli bir kavram setinin varlığı durumunda, ona karşı olan anti-iktidar güçlerini karakterize eden belirli bir kavramlar setinin de geliştiğini göstermiştir. Örneğin burjuvanın yönetim anlayışı (hiyerarşik, katı ve uzmanlaşmaya dayanan) karşısında işçi sınıfında cisimlenen ve kabaca burjuvanın negatif içerikle yeniden düzenlenmesi olarak kavranabilecek bir yapıyla bulmuştur. Daha açık ifade etmek gerekirse, birbirinin “değili” olan iki benzer faaliyet biçimi burjuvada ve proletaryada göze çarpmaktadır. Günümüzde ise farklı egemenlik anlayışlarına sahip iki birimden söz etmek mümkündür. Bunlar imparatorluğun egemenliği ve imparatorlukta aristokrasi rolünü oynayan devletin karşıt egemenliğidir ki yukarıda bu egemenlik türlerinden ayrıntılıca bahsedilmiştir.

İşte tam bu noktada egemenliğe ilişkin önemli bir ayrım dikkatleri üzerine çekmektedir. Özellikle Spinoza’nın Etika isimli eserinin üzerine yaptığı okumalarının akabinde Negri ve Hardt, Latince’de potestas ve potentiaolarak kullanılan iki kavramın, daha doğrusu iktidar konseptinin içinde yapılan bir ayrımın altını çizmektedirler. Potestas, İtalyanca potere, Fransızca pouvoir olarak, Almanca ise Macht olarak çevrilir. Potentia ise İtalyanca potenza, Fransızca ise puissance, Almanca Vermogen olarak çevrilmektedir. İngilizcede ise hem potestas hem de potentia kavramları tek bir

49 Conatus fiziksel içerikli olmasına rağmen bu çalışma çerçevesinde entelektüel çabayı da imleyecek

şekilde kullanılmıştır. Bedenler üzerinde icra edilen siyaset bedensel var kalma ile entelektüel var kalmayı yaklaştırmış, toplumun üretimi, bedenlerin üretimi ve onların disiplini neticesinde fiziki çaba ile entelektüel çaba birbirini içerir hale gelmiştir. Diğer taraftan, insanın fiziksel saldırı altında kalması durumunda var kalmak için her türlü içgüdü ve duygusunun en üst seviyeye çıkması ve belkide en temel içgüdüsünün var kalmak olması göz önünde bulundurulacak olursa, fiziksel çabayı imleyen conatus aslında çokluğun imparatorluğu delip geçecek güce ulaşması için geçireceği entelektüel dönüşümü açıklamada daha başarılı gibi görünmektedir. Çokluğun bu vahşi yönünü vurgulamak adına dolayı entelektüel yönü ağır basan cupitidas kavramı kullanılmamıştır.

kelimeye karşılık gelmektedir: Power. Türkçe’de ise çeşitli çeviriler vardır ancak bunlardan en uygunu Potestas için iktidar, potentia için kudret şeklinde yapılan çeviri gibi görünmektedir.

Potestas; Negri’ye göre sabit, kurumsal, aşkın ve inşa edilmiş bir egemenlik biçimine karşılık gelir. Diğer taraftan potentia; akışkan, dinamik, içkin ve kurucu (inşa edici) bir egemenlik anlayışına denk düşer. Daha net ifade etmek gerekirse iktidar potestas bir şeyler üretme kapasitesi olarak iktidar anlamına gelirken, potentia onları üreten güç anlamına gelmektedir (Negri, 2004: 15).

Deleuze ve Guattari’nin kavramları ile ifade edilecek olursa potestas ağaç biçimlidir. Ağaç biçimli olmaktan, kökleri, dalları ve yaprakları ile birlikte tutarlı ve sistematik bir düşünme şeklini ve bu düşünce şeklinin çıktıları anlaşılmalıdır. Bu tarz bir düşünce şekli merkezileşmiş, birleşik ve hiyerarşik sistemler yaratılmasına uygundur. Yine bu ağaç biçimli düşünce şeklinin yaprakları günümüzde biçim, öz, yasa, devlet, hak, hakikat gibi formlarda görülmektedir. Ağaç biçimli düşünce şeklini karakterize eden temel özelliği Platon, Descartes ve Kant gibi düşünürlerin yaptığı gibi çokkatlılığı yok etmeye dayanan politik-siyasal tahayyül üretmeleridir (Best ve Keller, 2011: 126).

Potentia ise yine Deleuze ve Guattari’nin bir diğer kavramı olan köksap bilgisi ile açıklanabilir. Köksap (rizom) ağacın aksine spesifik parçalara ayrılamaz. Yani, kök tanımı + gövde tanımı + yaprak tanımı gibi belirli kesinliklerin eklemlenmesi şeklinde oluşmaz. Bir kökün karşıtı olarak köksap merkezsiz, hiyerarşik olmayan kökün hem ağaç, hem gövde, hem kök hem de meyve olduğu bir biçimi ifade eder. Düzensiz bir şekilde gelişen köksap, biçimsiz olmasından ileri gelen birçok biçimlilik hali ile diğer biçimlerden ayrılmaktadır. Yabani çimenler, karıncalar, kurt sürüleri, serseriler ve şizofreniler yersiz yurtsuzlaşmış uzamlarda varlığını sürdüren köksap örnekleridir (Best ve Keller, 2011: 127). Özetle köksap bir başlangıcı ve sonu olmayan, dinamik bir hareketin daima ortasında yer alan ve bu sebepten dolayı hiçbir özdeşliğe ya da öze indirgenemeyen çokkatlı bir oluş şeklidir. Ağaç biçimli şekilde iki düşünce veya iki nokta arasında bir ilişki kurulurken bir nedensellik veya bir determinasyon aranmaktadır. Ancak köksapta bu durum tam tersi şekilde işlemekte, determinizmden ve

dolayısıyla diyalektikten çıkılmaktadır (Deleuze ve Guattari, 2008: 23; Best ve Keller, 2011: 128).

Bu bağlamda düşünecek olunursa, günümüzde kilisenin, bir devletin ya da devletler üstü bir organizasyonun icra ettiği iktidar tipi potestasa denk düşerken, diğer taraftan potentia bu gücün geldiği yere, onun saf haline, tekilliklerin bir araya geldiği bir toplumsal biçime denk düşer. Burada bahsedilen şey çokluğun kendisidir. Çokluk bu minvalde, temel özelliği herhangi bir birlik veya sınıfa indirgenememesi ile imlenir. Diğer bir ifade ileçokluk, herhangi bir sınıf, ulus ya da birliğe indirgenemeyecek şekilde oluşan bir tekillikler birlikteliğine (constellations) denk düşmektedir (Negri ve Hardt, 2004: 12).Kolektif kamusallık artık çokluk tarafından temsil edilmektedir ve otonom tekliklerin yerelliğine dayalı olarak kurulur (Kalaycı, 2015: 5). Çokluk halk kavramı ile karıştırılmamalıdır çünkü halk bir birliği oluşturur, bir takım farklılıkların üzerini örter. Ancak çokluk farklılıklar üzerine inşa edilir. Çokluk, bir güruh, kalabalık ya da kitle de değildir. Bu tür kavramlar hem bir tek’liği hem de güdülebilir olmayı yani edilgenliği, dışarıdan biçimlendirilmeyi işaret eder. Bunun aksine çokluk kendi kendine devinen, gücünü yukarıdan aşağı (potestas) şeklinde değil, aşağıdan yukarı (potentia) olarak kurar. Yani edilgen değil etkindir, onun çok boyutlu yapısı otonomiyi ve nihayet demokrasiyi yani aşağıdan yukarıya oluşan bir özgürlük etiğini hayata geçirmeye muktedirdir (Negri ve Hardt, 2004: 15).

Negri, Negri on Negriisimli çalışmada çokluğu üç açıdan açıklar. Birincisi felsefi ve pozitiftir; çokluk tekilliklerin çokluğudur, bir “tek”e indirgenemez. İkincisi, ise ekonomiktir maddi olmayan emeğe dayanır ve işçi sınıfının genişlemiş topluma yayılmış hali olarak işler. Bu durum onun olağanüstü bir üretkenliğe sahip olmasına zemin hazırlar. Son olarak, çokluk ontolojik bir güçtür (potentia). Dönüştürücü ve kurucu bir güce sahiptir, demokrasiyi, tekilliklerin kendilerini ifade edebilecekleri ufukları tekrar ve tekrar yaratmak isteyen arzu ile yönetilmektedirler (Negri, 2005: 114). Bu noktada post-modern direnişin öznesi olarak çokluğun nasıl direneceği sorusu ortaya çıkar. Çokluk sadece basit bir reddetme fiilinin faili olarak mı ortaya çıkar? Çokluk bir homo-tantum50 mudur? Yani imparatorluğun inşa ettiği kodlardan arındırılan saf bir beden midir?

Çokluk, imparatorluğun mikro-politik operasyonları neticesinde, bir takım kodlarla kodlanmış ve bir makineye, itaat eden bedenlere dönüştürülmüştür. Bu kodların yapı sökümü neticesinde onu makine yapan şeylerden arınmış ve homo tantum yani sadece insan, çıplak beden haline gelmiştir. Çokluğun üretici bir güç olabilmesi, tekilliklerin kendini istediği gibi temsil ettiği bir uzamın kurucusu olması için kendini güçlü sanatları ve pratikleriyle iki misline çıkararak homohomo yani iki kere insan haline gelmesi gerekir (Negri ve Hardt, 2004: 96). İlk homo, homo tantumu yani çıplak bedeni imlerken diğer taraftan ikinci homo içkin bir etik politik faaliyetin bilinciyle donanmış olmasını işaret eder.

Bu kendini ikiye katlamanın nasıl olacağı ise Spinozist bir kavram olan conatus’da bulunabilir. Kabaca “çaba” olarak çevrilen conatus, her şeyin kendi varlığında sürme çabası ya da gücüdür (Akalve Ergün, 2011: 16-17). Daha doğru bir ifade ile her şey varlığında direnmeye meyleder. Kelimenin kökenine indiğimizde yukarıda zikredilen iki cümle arasında önemli bir farklılık olduğu görülecektir. Nitekim Latincede çaba conor, çaba ve eğilim connatus, şeklinde ifade edilir. Bir sınıra meyletme çabası kudretin ta kendisidir (Deleuze, 2000: 181-182). Homohomo kavramsallaştırmasını eğer çokluk bağlamına yerleştirmek gerekiyorsa, post modern imparatorluğun kodlarından soyunmuş olan çıplak insanın kendilik elbisesi giymeye yönelik çabası bunu yerine getirebilecektir. Kendinde ve olduğu gibi bir varlık olmaya direnme ise çokluğu tanımlar. Nasıl ki gömlek denilen şeyin tanımı onun giyilmeye direnişidir (Baker, 2009: 287). Öyle de kendi olarak var olmak amacıyla direniş, ya da diğer bir ifade ile postmodern imparatorluğun egemenliğine kendi olarak direniş göstermesi çokluğun etik-politik ontolojisini kurar. Yani daha aktüel bir yaklaşım sergilemek gerekirse, çokluğu var edecek olan şey, var kalmak için vereceği mücadelede onun entelektüel olarak varlığını yok edecek şeyden özgürlüğe doğru çabalaması, yani özgürlüğe meyletmesidir.

Bu yaklaşım bizleri şu noktaya getirir: Her ne kadar bu çalışmanın ilk başında klasik imparatorluklar, ulus devletler ve post modern imparatorluğa dair egemenlik biçimleri incelenmiş olsa da, asıl olan direniştir. Yani iktidardan önce direniş vardır (Negri ve Hardt, 2000: 82). Bu okuma tarzı çokluğu anlamayı kolaylaştıracak olan perspektifi sağlamaktadır. Yani özünde imparatorluk karşı çokluktur (Kalaycı, 2015: 5).

Başka bir bakış açısından bakacak olursak, Ulus Baker’in (2009: 292) Yüzeybilim Fragmanlar isimli çalışmasında yer verdiği, Spinoza’nın Mayer’e yazdığı bir mektupta sarfettiği bir cümleye başvurmak gereklidir: “Doğa, uluslar, kavimler, milletler falan yaratmaz, yalnızca insanlar yaratır”. Bu ifadenin çokluk düşüncesine uygulanması neticesinde üretimin her türlü kolektif biçimden önce bireyle alakalı bir mefhum olduğu ve yüzden çokluğun tekillikleri serbest bırakan doğasının aynı zamanda kurucu bir özellik taşıdığı sonucuna ulaşılır. Yani imparatorluğun biyopolitik gücünü üretmekte olan yozlaşmış çokluk postmodern döneme özgü bir çaba (conatus) ile aşağıdan yukarıya inşa edilecek olan demokratik bir dünyanın temel öznesi olabilir.

Çokluk; postmodern imparatorluğun yarattığı ekonomik, sosyal ve siyasal

atmosferi olumsuzlayarak ve bunu bir ortak zemin haline getirerek dünyanın dört bir yanına yayılmış olan tekilliklerin bu ortak zemin aracılığı ile imparatorluğun faaliyetlerine direndiği, üretkenliğini potentia’ya dayandıran ve ağ şeklinde örgütlenmiş, köksap şeklinde biçimlenmiş, merkezsiz, topraksız, aktörsüz ve sonsuz sayıda tekilliğin bir hiyerarşi gözetmeksizin, hiçbir tekilliğe indirgenmeyerek bir araya gelmesi ile oluşan ekonomik, sosyal ve siyasal bir direniş formudur. Çokluk, Negri ve Hardt’ın “gözlerimizin önünde cisimleşiyor” dediği imparatorluğa koşut olarak gözlerimizin önünde cisimleşen bir politik aktördür.

Öte yandan, çokluğun işleyişi dilin işleyişine benzemektedir. Nasıl ki dil birbirinden farklı parçaların işleyişine dayanmasına rağmen sadece bütün olarak işlemekteyse, çokluk da öyledir. Çokluktan bir karar çıkması dilden bir anlam çıkması gibidir. Sadece bütünlük olarak bir karara varabilir ancak bu bütünlük bir tekillik ile açıklanamaz. Bu nedenle herkesin herkes tarafından yönetildiği, temsili demokrasiye alternatif bir radikal demokrasi anlayışını hâkim kılabilecek tek öznedir (Kalaycı, 2015: 6).

Çokluğun mutlak bir demokrasi kurma yolunda kullanacağı şey yine imparatorluğun onu bir halk olmaya zorladığı araçlarda saklıdır. Yani modern dönemin yıkıcı devrimciliği postmodern dönemde yerini gücü kontrol altına almaya bırakmıştır. Yani çokluk imparatorluğun biyopolitik üretimini yok etmek değil onu kontrol almak ister (Negri ve Hardt, 2003: 351). İmparatorluk kuruluşu itibariyle bir köksap olduğundan dolayı bir zayıf halkası yoktur. Dolayısıyla, başı, sonu, girişi, çıkışı belli

olmayan bu yapıya saldıracak bir nokta belirlemek mümkün görünmemektedir. Ancak bakış açısının değiştirmesi teşebbüsünde bulunulursa, bu ifadenin aynı zamanda artık imparatorluğun her yerinin birer saldırı noktası olduğu sonucuna ulaşılabilir. Eğer zayıf halka yoksa güçlü halka da yok demektir. Bu durum herhangi bir coğrafyanın ayrıcalıklı kılınmasını engeller niteliktedir. Diğer bir ifade ile Cenevre’de, Tokyo’da, İstanbul’da, Londra ya da New York’ta imparatorluğun kalbine doğru elinde hançerle ilerlemek nasıl mümkün ve hatta elzem ise aynı şekilde Bağdat’ta, Mogadişu’da, Kahire’de ya da Sao Paulo’da bir o kadar mümkün hale gelmektedir (Negri ve Hardt, 2003: 83). Yapılması gereken imparatorluğun bir tarafından girip, içinden geçip, diğer tarafından çıkmaktır (Negri ve Hardt, 2003: 220-232).

Tüm dünyanın ekonomik bir bütünleşme içerisine girmesi ile doğrudan ilişkili olan bu durum, coğrafya fark etmeksizin halk, sınıf, ulus, erkek, kadın gibi totalliklerin altında ezilen tekilliklerin oldukları gibi var olmaya direnmeleri (conatus) ile reel politikte karşılık bulur. Dünyanın çoğu yerinde düzenlenen “Gay Pride” gösterileri, kadın üzerine geliştirilen söylemlerin eleştirisi niteliğine sayılacak bir takım düşüncelerin akademik alanda olarak olduğu kadar sosyal alanda da ses getirmeye başlaması , ABD’de siyah kimliğinin hala devam eden mücadeleleri, dünyanın çeşitli yerlerinde kendi etno-politik kimliğinin baskılandığını iddia eden hareketler –örneğin Basklar- gibi örneklerde görüldüğü üzere, her bir sorunun farklı olması ve birbiri ile ilişkisiz olmasına rağmen bir çokluk gibi hareket etmekte ve imparatorluğun biçimsiz vücuduna her yerden saldırı düzenlemektedirler. Söz konusu bu mücadeleler birbirine indirgenemez, totalleştirilemez nitelikte olduğu gibi aynı zamanda merkezsiz, aktörsüz, topraksız ve otonomdur. Bir hiyerarşiye gerek duymadan, hayatlarını şekillendiren ve onları bir büyük makinenin dişlisi haline getiren ortak düşmanları, yani ortak zenginlikleri zemininde birleşmek suretiyle kendi içinde devinen bir biçimde siyaset sahnesinde yerini alırlar. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki imparatorluk gibi çokluk da bir oluşum sürecindedir yani olgunlaşmamıştır. Bu yüzden, çokluğun oluş-halinde olması onun görünür oluşunu etkilemekte, öne çıkmalarına imkân vermemektedir.

SONUÇ

Bu çalışmada, tarımsal üretim döneminde var olan imparatorluğa özgü egemenlik modeli, onu takip eden endüstriyel üretim döneminde ulus devletlerin yeryüzünün ölümlü tanrıları haline geldiği modern egemenlik anlayışı ve son olarak da günümüzde ufukta doğan bir güneş gibi yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan gayrimaddi üretime dayalı imparatorluk ve ona özgü direniş şekli çokluğun egemenlik biçimleri incelendi.

Tarımsal üretimin baskın olduğu imparatorlukların döneminde feodal yönetim biçimlerini birbirlerine ekleyen, onları ekonomik, sosyal ve politik olarak daha büyük bir organizasyonun üyeleri haline getirmiştir. Çin’de, Moğolistan’da Anadolu’da, Balkanlar’da, Avrupa’da ana hatlarıyla aynı ancak coğrafi, beşeri ve tarihsel şartlara göre değişim gösteren imparatorluklar kadim bir devlet anlayışını geçmişten bugüne taşımakta ustaca başarı göstermişlerdir. Farklılıkların farklı yönetileceği düşüncesi üzerine yani farklılıklar üzerine kurulan bu imparatorluklar aracılar vasıtasıyla merkez ve çevre arasında bir denge kurmuş, onları kendilerine eklemlemeyi başarmışlardır. İmparatorluklar içinde kontluklar, dukalıklar, prenslikler, krallıklar ve bunların alt örgütlenmeleri uyum içerisinde korunmuş ve yaşatılmıştır. İmparatorluklar ise kendi sürekli dışarıya uzanarak –yayılarak- bu sisteme sürekli yeni ajanlar eklemişlerdir. Ancak, imperyal bir tahayyül yukarıda altının önemle çizildiği gibi sömürgeci değil, yayılmacıdır. İşin ekonomik yanının hesaba katılması bu durumu açıklar nitelikte olacaktır. Sömürgecilik hammaddenin topraktan çıkarılıp satılması durumunda işlenebilir. Yine kölelik kavramının bugün anlaşıldığı şekle gelişi de bununla alakalıdır. Diğer bir ifade ile meta üretiminin mübadele değeri için yapılmadığı bir ekonomide sömürgecilik kavramı kullanılması mümkün değildir. Böyle bir kullanım söz konusu olduğunda anakronizm yani tarih yanılgısı olur. Nitekim Roma’nın yurttaşlık sistemini işletmesi, Osmanlı’nın balkanlardaki imar faaliyetleri gibi örnekler bu önermeyi haklı çıkarmaktadır. Özetle hammadde açığını gidermek için girişilen sömürgecilik yarışı, imparatorluklar çağında icra edilmesi mümkün değildi çünkü ekonomi hammaddenin çıkarılıp işlenmesi ve satılması esasına dayanmıyordu. Nitekim ekonomide baskın olan üretim biçimi değişmesi neticesinde mübadele değerini haiz malların üretiminin önem kazanması neticesinde imparatorlukların yukarıda sayılan esnek, imperyal ve çok katmanlı yapısı kendini gittikçe merkezileşen, katılaşan ve çok katlılığı mono blok

yapılara tercih eden yeni tür bir imparatorluk yapısına dönüştürmektedir. Özellikle Westphalia’dan sonra İmparatorluklar ulus devletlerin ataları olan milli devletlere evirilmişlerdir.

Milliyetçilik literatürünün önemli bir bölümü milliyetçilik ile kapitalist üretim biçimi arasında kuvvetli bir ilişki olduğu fikrini öne sürerler. II. Bölüm’de uzun ve ayrıntılıca açıklandığı üzere bu düşünce genel olarak kabul görmüş gibi görünmektedir. Diğer taraftan ilkçilik ve benzeri düşüncelerin daha çok politik pazarlama stratejilerinde varlık gösterdiği ve akademik bir değer taşımadığı yine modernist ve etno-sembolist ekoller tarafından dillendirilmiştir. Ancak bir noktanın altının çizilmesi gerekir. Ulus devletlerin –özellikle Avrupa’da- mülki sınırları geçmişte bir imparatorluğa bağlı olarak yaşamını sürdüren feodal birimlerin sınırlarına büyük ölçüde uyumludurlar. Yani her ne kadar millet mefhumu bir icat olsa da bir takım sosyal ve siyasal gerçekliğin üzerine oturmak zorunda kalmıştır. Bu noktada modernist kuramın yaklaşımının bir miktar radikal olduğu ileri sürülebilir. Diğer taraftan Anthony Smith’in etno-sembolik yaklaşımı bu gözden kaçan noktayı da modernist teoriye dâhil ederek milliyetçilik yaklaşımlarına yeni bir soluk getirmiştir.

Bu dönemde, yani ekonomik modernleşmenin serpildiği ve olgunlaştığı çağda, ekonomik faaliyet ile sosyal faaliyet gitgide birbirine yaklaşmıştır. Bir diğer ifade ile sosyal faaliyetler, ilişkiler, duygular giderek üretimin konusu olmaya başlamıştır. Bu durumun temelinde ekonomide üretilen malların kullanım değerinin yanında mübadele değerinin öne çıkması, yani malların satılmak amacıyla üretilmesi ve bu bağlamda üretim sürecine tüketimin de dâhil edilmesi gelmektedir. Bu noktada postmodern imparatorluğun temelleri atılmaktadır, çünkü kapitalizmin ve devletlerin iktidarları üretim-tüketim çizgisinde karşılıklı çıkara dayanan bir ittifak kurarlar. Bu iktidar ittifakının neticesi ise ulus devletlerin aleyhine olmuş gibi görünüyor. Negri & Hardt’ın değerlendirmeleri göz önünde bulundurulacak olursa, kapitalizmin egemenliği ulus devletleri de kapsayacak şekilde genişlemiş ve ulus devletlerin imparatorluk içerisindeki konumu imperium in imperioyani devletin içindeki devletşekline dönüşmüştür. Diğer bir ifade ile uluslararası hukukun ve uluslar arası ilişkiler teorilerinin önerdiği bağımsız devletlerden oluşan bir uluslararası ilişkiler dünyası hızla tarihe mal olmaktadır.

Diğer taraftan, gittikçe bedenler üzerine tahakküm kuran bu ittifak karşısında işçi sınıfını bulmuş ve onunla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Ancak

modernizmin getirmiş olduğu tüm o tek boyutluluk işçi sınıfını da şekillendirmiştir. Karşı oldukları ekonomik-siyasal güç ile örgütlenme biçimlerinin benzerliği bu bağlamda göze çarpmaktadır. İşçi sınıfının görevi, fabrika işçilerinin önderliğinde bir devrim gerçekleştirip tüm muktedir yapıları alaşağı etmektir.

Negri ve Hardt, son bölümde altı çizildiği üzere, 1970’li yıllardan itibaren kapitalizm egemenliğini farklı bir kaynağa dayandırma yoluna gitmiş ve bir imparatorluğa dönüşmeye başlamıştır. Bu durum ise tarımsal üretimden endüstriyel üretime geçişin, imparatorluklar tedrici olarak ulus devlet yapılarına geçilmesini zorunlu kılmasıgibi, endüstriyel üretimin baskın olduğu ekonomik perspektiften maddi olmayan emeğin baskın olduğu ekonomik perspektife geçmenin getirdiği bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Söz konusu geçiş süreci hem ekonomik hem sosyal ve siyasal olarak örgütlenmelerin akışkanlaşması, esnemesi ve ağ şeklinde yeniden yapılanmasını öngörmekte ve yine tedricen reel politikte kendini hissettirmektedir.

Negri ve Hardt’ın imparatorluğu klasik imparatorluk modellerine benzer şekilde, çok katmanlı, farklılıklar üzerine kurulu ve ağ şeklinde örgütlenmiştir. Yine klasik imparatorluklar gibi monarşik, aristokratik ve demokratik güçlerini hayatın ve toplumun kendisini şekillendirmek için kullanmaktadır. Diğer taraftan Negri ve