• Sonuç bulunamadı

2.2. MİLLİYETÇİLİK KURAMLARI

2.2.2. Modernist Yaklaşım

2.2.2.3. Benedict Anderson: Hayali Bir Cemaat Olarak Ulus

Modernist kuram çerçevesinde değinilecek olan son konu Benedict Anderson’ın milliyetçilik çalışmalarına damgasını vuran kavramı hayali cemaatler olacaktır. Bir Güneydoğu Asya uzmanı olan Anderson, 1983 yılında yayınladığı Imagined Communities (Hayali Cemaatler) isimli çalışması ile modern bir fenomen olarak milliyetçiliğe dair çok farklı bir bakış açısı geliştirir37.

Anderson milliyetçilik ve millet olgularının son iki yüzyılın ürünü olduğuna dair bir uzlaşmanın sağlanmış olduğunu ileri sürer. Yazar şu soruyu sorar, son iki yüz yılda milyonlarca insanın uğruna hayatlarını feda ettiği “millet” kavramı ne anlama gelmektedir (Anderson, 1996: 1-2).

Düşünür bu soruyu şu şekilde cevaplar; “millet hayal edilmiş bir topluluktur, kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir hayali cemaattir”. Hayal edilmiştir çünkü birbirini hiç tanımamış ve belkide hiç tanımayacak olan insanların her birinin zihinlerinde bir bütün olarak yaşamaya

37 Anderson diğer eserlerinde teoriye çok fazla yer vermemeyi veya onu geliştirmemeyi tercih etmiş gibi

görünüyor bu sebepten dolayı düşünürün fikirlerini tartıştığı tek kaynak olarak elimizde Hayali Cemaatler kalıyor.

devam ederler. Bu hayal etme önceki bölümlerde Hobsbawm ve Gellner’in bahsettiği ulusların birer icat olması ile aynı anlama gelmediğini belirtmek gerek. Ona göre hayal etmek ile icat etmek farklı şeylerdir (Anderson, 2015: 20). Birisi bir cemaatin (community) hayata gelme biçimi iken diğeri özünde sahte ve uydurmadır. Topluluğun her bir bireyiyle yüz yüze tanışma imkânı olmadığı topluluklarda aradaki ilişki hayal edilir.

Örneğin 3000 nüfuslu X köyünün sakinlerini zihinlerde bağlayan şey o köyün bir sakini olmaktır. Bireylerin hangi aileye mensup oldukları, hangi cinsiyette oldukları veya ekonomik durumları bu noktada önemini yitirir ve o köyün tüm sakinlerini kapsayan X’li olmak kimliği bir elbise gibi tüm zihinlere kolaylıkla giydirilebilir. Ya da sıradan bir otobüs durağında her sabah 15 no’lu otobüsü bekleyen insanlar da birbirini tanımazlar. Ne hikâyelerini ne de kimliklerini bilirler ancak her sabah o durakta bekleyen insanlar olarak birbirinin zihninde hayal edilir ve bir hayali cemaat olarak var olabilirler. Ancak her sabah durakta bekleyenler hayali cemaati bir sosyal araştırmanın konusu olmaktan uzaktır, çünkü böyle bir kimliğin siyasal ya da sosyal uzamlarda harekete geçirici bir etkisi olduğunu söylemek zordur.

Nitekim Komünist Manifesto’da Marx ve Engels’in “tüm dünya işçileri birleşin” şeklinde işçi sınıfına seslenmelerinin ardında da siyasal bir tahayyül olarak işçi sınıfının hayal edilebilmesine dair kuvvetli bir inanç yatar. Yani dünyanın neresinde olursa olsun işçi statüsünde olan her bir aktör bir hayali cemaat olarak işçi sınıfının üyesidir. İşte tam da bu anlamda işçi sınıfı bir icat (uydurma) olmadığı gibi diğer hayal edilen toplumsal biçimler de icat değildir. Anderson ise bu karışıklığı gidermek adına toplumları birbiriden ayırmak için sahte-gerçek kategorilerinden hareket edilmemesi, onun yerine hayal edilme biçimlerine göre bir ayrıma tabi tutulması gerektiğinin altını çizer (Anderson, 2015: 21).

Ulus tahayyülü sınırlıdır. Çünkü hiçbir ulus kendini tüm insanlıkla örtüşecek şekilde tanımlayamaz. Örneğin Hıristiyanlıkta olduğu gibi gelecekte herkesin Hıristiyanlık şemsiyesi altında yaşadığı global-teolojik bir tahayyüle sahip olunması bir ulus için kendi doğası itibariyle mümkün değildir (Anderson, 2015: 25).Bu kavram ulus egemen bir kavramdır çünkü o Tanrı’nın insanoğlunun siyasal meşruiyet kaynağı

olduğu çağın aydınlanma tarafından tarihe mal edilmesine koşut doğmuştur (Özkırımlı, 2013: 177).

Son olarak bir millet cemaat (community) olarak hayal edilir. Yani derin, yatay bir çerçevenin içerisine yerleştirilen bir nihai dayanışma ve kardeşlik olarak tarif edilir (Anderson, 2015: 22). Bu durum özellikle sosyalist çevrelerde “milli mesele” olarak ifade edilen milliyetçiliğin sınıfları dikine kestiğine dair bir kaygının da sebebidir. Çünkü ulus mefhumu hem yatay olarak hayal edilen işçi sınıfını dikine bölerek Alman işçisi, Yunan işçisi gibi bölebilme kapasitesine sahipken diğer yandan aynı işçileri ülke içinde burjuva sınıfı ile aynı uzama dâhil etmektedir.

Anderson milliyetçiliğin bir ideolojiden ziyade bir dine yakın görür (Balakrishnan, 1996: 204). Düşünüre göre Marksizm ya da Liberalizm gibi ideolojiler dinlerin ölüme getirdiği çare gibi çareler getirememişlerdir. Bu konuyla pek de ilgilenmezler. Dinsel düşünce kalıplarının kullanışsız hale gelmeye başladığı 18.yy’da ortaya çıkan milliyetçilik ise dinin ölüme ilişkin cevaplarını laikleştirerek yeni tanrısız dinin müminlerine pazarlar (Anderson, 2015: 26). Yani insanlığın en kadim korkularına karşı artık savunmasız kaldığı bir çağda onlara yeni bir ölümsüzlük teklif eder. Bu sebeptendir ki bir insan hem bir ideolojiyi hem de milliyetçiği benimsemiş olabilir. Bu noktadan bakınca bu davranış tutarsızlık göstermemektedir.

Bu bilgiler ışığına şöyle bir değerlendirme yapılabilir: İçinde bulunduğumuz sosyal ve siyasal hayat bir takım hayali cemaatleri içermektedir. Her birisi hayatın başka yerinde başka bağlamlarda olmasına rağmen kimi zaman üst üste binen bu cemaat tahayyülleri kimi zaman çelişmektedir. Bu kısa açıklamanın ardından şu soru sorulabilir. Ulus mefhumunu diğer hayali cemaatlerden ayıran özellikler nelerdir? Böyle bir açıklama yapmak için öncelikle giriş bölümünde altı çizilmiş olan “Nasıl ?” sorusunun sorulması elzemdir.

Anderson bir siyasal tahayyül olarak ulusun oluşumunu açıklarken önce dinsel iktidar ilişkilerinin nasıl aşındığına dair değerlendirmelerini iletir. Bu konuda siyasal alanda ortaya çıkan iki değişiklik önemli rol oynar. Birisi “coğrafi keşifler” diğeri ise “kutsal dil” olan Latincenin gerilemeye başlamasıdır. Coğrafi keşifler neticesinde Avrupa’nın deniz gücüne haiz devletleri farklı toplumsal biçimlerle karşılaşmış ve bu bağlamda farklı siyasal tahayyül imkânlarına birinci elden şahit olmuşlardır. Kutsal

kitabın dili olan Latincenin gerilemesi de aşağı yukarı aynı döneme denk gelmektedir. Özellikle Reformasyon hareketi ile tahtını kaybeden Latince, çok dilli bir Avrupa lehine aşınıyor ve Vatikan bu duruma müdahale edemiyordu (Anderson, 2015: 30-31-32).

Bu birbirine koşut iki süreç neticesinde toplumun dünyayı algılama ve onu anlama/anlamlandırma biçimlerinde köklü bir değişiklik olmuştu. Hem coğrafi keşiflerle zenginleşen bir orta sınıfın oluşması, hem bu orta sınıfın dini otorite ile iktidar mücadelesi hem de onların farklı siyasal tahayyüllerle olan münasebetleri ulusal ilkenin vücut bulması için gereken temel dinamikleri teşkil etmekteydi.

Anderson’a göre, bu gelişmelerin birer neticesi olarak ortaya çıkan ve ulusun hayal edilmesini mümkün kılan iki unsur vardır. Bunlardan ilki zaman tasavvurlarındaki değişimdir. Ortaçağın zaman kavrayışı her şeyin eş anlılığına dayanmaktadır. İlahi güç tarafından her şeyin ön belirlenime tabi tutulmuş olması sebebiyle dün, bugün ve yarın aynı anda var olmaktadır. Düşünüre göre bu durum yerini “türdeş içi boş zaman” (homogeneous empty time) kavrayışına bırakmıştır. Bu zaman anlayışı ortaçağa ait zaman tasavvurunun aksine dün, bugün ve yarını belli bir takvim aracılığı ile ayırt eden, geçmiş ve geleceğin arasında nedensellik köprüsünün olduğu bir uzamdır (Anderson, 2015: 38-39).

Bu gelişmeyi önemli kılan noktayı anlamak için Anderson’ın roman ve gazete karşılaştırması aracılığı ile ulusal tahayyülün nasıl ortaya çıktığına dair açıklamalarına değinmek gerekecektir. Yazar Hayali Cemaatler isimli kitabında bir roman kurgusu kurar. Örnek olarak tasarlanan bu romanda; A ve A’nın eşi B ve metresi C ile C’nin bir başka aşığı D vardır. Kurgu içerisinde A ile D’nin hiç karşılaşmadığı düşünüldüğünde bu iki şahsı birbirine bağlayan herhangi bir bağ yok gibidir. Ancak, görünenin aksine, ikisini birbirine bağlayan bazı bağlardan söz etmek mümkündür. A ve D’nin aynı toplumda yaşıyor olmaları onları bağlayan ilk bağdır. Yani birbirlerini tanımasalar da kesiştikleri nokta aynı şehrin sakini ya da aynı semtin çocuğu olmak noktasına denk düşer. Bir diğer bağ ise romanın dışındadır. Metni okuyan şahısın zihninde A ile D arasında bir bağlantı kurulur. Eylemlerin birbirinden habersiz iki kişi tarafından aynı zamanda icra ediliyor olması okurun kafasında tahayyül edilen bu hayali dünyanın yeniliğine işaret eder (Anderson, 2015: 39-40-41).

Takvim yaprakları arasında akan zamanın içerisinde var ola(bile)n- bir siyasal formasyon ile tarih içerisinde seyahat eden bir millet tahayyülü bu noktada paralellik arz eder. Bu paralellik ise gazeteler aracılığı ile kurulur. Bay A ve Bay D arasında kurulan ilişki modelleri, aynı şekilde gazeteler aracılığı ile kurularak bir ulusun hayal edilmesine imkân tanır. Birbirinden haberi olmayan, birbirlerini tanımayan insanlar belirli bir tarih akışı içersinde, her günün Best Seller’ı (Anderson, 2015: 49) olan gazetelerde var olan ve aslında birbirinden alakasız gibi görünen haberler aracılığı ile -aynı romanlarda olduğu gibi- topluluğun diğer üyelerinin zihninde birbiri ile bağlantıya geçerler. Artık söz gelimi X şehrinden bir haber gazetede olmasa da okuyucu orada X şehrinin hala var olduğunu bilir. Anderson’un homojen, boş zamandan kastı ise tam olarak budur.

Gazetelerin bu çapta bir etki yaratabilmesinin temelinde kitlesel olarak aynı anda ve çok ciddi miktarlarda tüketiliyor olmasıdır. Anderson, Hegel’in gazetelerin sabah ayinlerinin yerini aldığına dair düşüncesini onaylar ve ekler; “…bu ayinler bitmez tükenmez bir şekilde günlük ya da yarım günlük aralıklarla takvim boyunca tekrarlanır. Hayali bir cemaatin dünyevi, tarihsel bir saate bağlanmış bir biçimiiçin daha iyi bir örnek nasıl bulunabilir” (Anderson, 2015:50).

İnsanların hayali bir uzamda birbiri ile ilişki içerisinde olmasını sağlayan süreç ile kapitalist yayıncılık sektörü arasındaki ilişki, bir toplumsal biçimin nasıl ulus olarak hayal edildiğine dair kayda değer ipuçları veriyor. Balakrıshnan’ın da (1996: 209) altını çizdiği gibi Anderson kapitalist yayıncılık (print-capitalism) ile devletin egemenlik/iktidar anlayışı ve uygulayışı arasında sağlıklı bir analoji kurmaktadır.

Latincenin düşüşünden önce yazılı materyalin çoğunluğunu Latince eserler (özellikle İncil) oluşturmaktaydı. Ancak bu bölümde ayrıntılı anlatılması mümkün olmayan reform hareketleri neticesinde Martin Luther’in eserleri tarihin bilinen ilk best- seller yazarı olarak tarihte yerini almıştı. Luther’in özelliği ise yayınlarının Latince dışında bir dille –Almanca- yazması ve yazılarının diğer dillere de tercüme ediliyor olmasıydı (Anderson, 2015: 54-55). Kapitalizmin temel karakteristikliği yine kendini göstermişti, Luther’in Almanca yayınlarına başka isimlerin de sektöre eklemlenmesi ile büyümeye devam eden kapitalist yayıncılık politikaları da bunu olabildiğince destekliyordu. Böylece ulusal diller üzerinden seküler mesajlar geniş halk kitlelerine

iletilerek hem Latince karşısında yerel diller desteklenmiş hem de teolojik siyasal tahayyüllere karşı alternatif bir siyasal-toplumsal tahayyülün önü açılmış oluyordu.

Bu durumun etkisi ise dillerin idari merkezileşme aracı olarak kullanılmasına imkan veren sonuçlar doğurdu. Merkezi devletler bu dillerin siyasal bir bilinç oluşmasına katkı sunması fikrinden yola çıkmayarak ama sadece bürokrasinin yürütülmesinde kolaylık olsun diye kullandığının altını çizmek gerekir. Böylece teolojik tahayyül daha fazla aşınmaktadır (Anderson, 2015: 56-57-58).

Özetle, yayıncılık ve Latince arasındaki bu ilişki ulusun inşasını üç şekilde etkiler. Birincisi Latincenin altında, konuşulan halk dillerinin üstünde bir iletişim alanının meydana getirilmesi. İkincisi kapitalist yayıncılığın dile yeni bir sabitlik kazandırmasıdır ki bu da uzun vadede millet tahayyülü açısından vazgeçilmez olan “eski çağlardan beri var olmuş olmak” hissinin oluşumunu mümkün kılar. Son olarak da eski idari halk dillerinin dışında yeni bir idari dilin oluşmasıdır. Kısacası kapitalizm, teknoloji ve insanın dilsel çeşitliliğe olan mahkûmiyeti ulus formunda bir cemaatin hayal edilmesini mümkün kılmıştır (Anderson, 201559-60-61).