• Sonuç bulunamadı

Türkiye'nin yurtdışına asker gönderme kararlarında yasama ve yürütmenin rolü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye'nin yurtdışına asker gönderme kararlarında yasama ve yürütmenin rolü"

Copied!
161
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMER ENSTİTÜSÜ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI

TÜRKİYE’NİN YURTDIŞINA ASKER GÖNDERME

KARARLARINDA YASAMA VE YÜRÜTMENİN ROLÜ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

Prof. Dr. Şaban H. ÇALIŞ

HAZIRLAYAN

Hüseyin AYDIN 024229001009

(2)
(3)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Öğrencinin Adı Soyadı

(İmza)

(4)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Hüseyin AYDIN tarafından hazırlanan ‘Türkiye’nin Yurtdışına Asker Gönderme Kararlarında Yasama ve Yürütmenin Rolü’ başlıklı bu çalışma 15/12/2010 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Prof. Dr. Şaban H. ÇALIŞ

Danışman İmza

Prof. Dr. Birol AKGÜN

Üye İmza

Doç. Dr. Murat ÇEMREK

Üye İmza

(5)

ÖNSÖZ

Türkiye’nin Yurtdışına Asker Gönderme Kararlarında Yasama ve Yürütmenin Rolü adlı konuyu araştırırken zaman zaman zorlansamda çok faydalı bir çalışma dönemi geçirdim. Tez çalışmamda genellikle konuyla ilgili yazılı kaynakların yanı sıra, TBMM kütüphanesinden edinmiş olduğum yurtdışına asker gönderme kararlarından, konu hakkında hazırlanan tezlerden ve resmi internet sitelerinde yayımlanan bilgilerden yararlandım. Tezimde Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar olan dönemde Türkiye’nin Yurtdışına Asker Gönderme Kararlarında Yasama ve Yürütme’nin Rolü’nün nasıl olduğu, Türkiye’nin hangi ülkelere asker yolladığını, sorunlu bölgelerdeki olayların gelişim sürecini de ele alarak inceledim. Asker gönderilen ülkelerdeki sorunların temeline inerek geçmişte ve günümüzde Türkiye ile ilişkilerine değinmeye çalıştım. Tezi herkesin anlayabileceği sadelikte yazmaya gayret ettim.

Tezimde ayrıca Türkiye’nin yurtdışına asker gönderme kararlarında BM, NATO, uluslararası sözleşmeler ve yürürlükte olan anayasasında yer alan kurallara uygun davranıp davranmadığını, yasama-yürütme ilişkilerinin Türk Dış Politikası kararlarındaki etkisi incelenmeye çalışılmış ve bu bilgilerin ışığında sonuca gidilmiştir. Tezimde varmak istediğim asıl sonuç, devlet yönetiminde alınan kararlarda özellikle demokrasi ile yönetilen ülkelerde yasama ve yürütme güçlerinin eş güdüm içerisinde çalışmasının çok önemli olduğudur. Bu husus en fazla kararların gecikmeden alınması ve uygulanmasında kendisini göstermektedir. Tez çalışmamın ileride yapılacak çalışmalara ufak da olsa bir ışık tutması durumunda bundan büyük mutluluk duyacağımı belirtmek isterim.

Araştırmalarım esnasında olumlu, yapıcı yardımlarını gördüğüm, görüşlerinden faydalandığım başta tez danışmanım Prof. Dr. Şaban H. Çalış’a, üniversiteden ve yüksek lisanstan hocam olan Prof. Dr. Birol Akgün’e, hocalarım Doç Dr. Murat Çemrek, Yrd. Doç. Dr. Metin Aksoy’a, Marmara Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve aynı zamanda dayım Doç. Dr. Ali Yılmaz’a, manevi desteklerinden ve yardımlarından dolayı da aile bireylerime, özellikle de eşim Sema Aydın’a teşekkürü bir borç bilirim.

Hüseyin AYDIN

(6)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Hüseyin AYDIN Numarası:

024229001009 Ana Bilim/Bilim Dalı Uluslararası İlişkiler / Uluslararası İlişkiler

Ö

ğrencinin

Danışmanı Prof. Dr. Şaban H. ÇALIŞ

Tezin Adı Türkiye’nin Yurtdışına Asker Gönderme Kararlarında Yasama ve Yürütmenin Rolü

ÖZET

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurucusu M. Kemal Atatürk ve arkadaşlarının benimsediği “Misak-ı Milli” sınırları hedefine tam olarak ulaşamamış olsa da büyük bir bölümünü gerçekleştirmiş ve Türk Dış Politikasında “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi benimsenerek ihtilafların çözümünde çatışma değil, ağırlıklı olarak barışçı diplomasi yöntemi benimsenmiştir.

Türkiye, bölgesel bir batı güvenlik ittifakı olarak kurulan NATO’ya kuruluşunun ardından müracaatta bulunmuş; fakat ilk başlarda bazı sebepler gösterilerek başvurusu reddedilmiştir. Kore Savaşı’nda Türk askerinin üstün mücadelesi Batılı devletlere Türkiye’nin de Batı savunmasında önemli bir güç olduğunu fark ettirmiş ve 1952’de Türkiye NATO’ya kabul edilmiştir. Türkiye ulusal çıkarları ve soydaşlarının haklarının korunması söz konusu olduğunda, bazı engellemelerle karşılaşmış olsa dahi haklarını korumak için askerini göndermekte tereddüt etmemiştir. Buna en güzel örnek Kıbrıs’tır.

Soğuk Savaş’ın 1989’da sona ermesinin ardından özellikle Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da meydana gelen olaylar Türkiye’nin dış politikasını bu bölgelere yönlendirmiştir. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla meydana gelen olaylar ve Sırpların soykırımları Balkan topraklarında yaşayan Osmanlı bakiyesi Müslüman ve Türk toplumunu etkilemiştir. Türkiye bölgedeki barışı tesis etmek için

(7)

uluslararası örgütlerin içerisinde (BM, NATO, AGİT vb.) aktif olarak görev almıştır. Bu dönemde Türkiye’nin dış politikasında ön plana çıkan davranış kalıplarından biri de, uluslararası krizlere ve çatışmalara karşı geliştirilen barışı destekleme harekâtlarına katılım ve bunu gerçekleştirebilmek için devletin ilgili organlarında konuyu görüşüp, Bakanlar Kurulu tezkeresi ile TBMM’den yurtdışına asker gönderme yetkisi alabilmesidir. Türkiye, Somali’den, Bosna-Hersek’e ve Afganistan’dan korsan ve deniz haydutluğu sorunun yaşandığı Aden Körfezi’ne kadar dünyanın birçok bölgesine çatışmaları durdurmak, barışı yeniden tesis etmek amacıyla asker gönderme kararları almış ve askerini bu bölgelere yollamıştır.

Türkiye, dünya çatışma bölgelerinde yaşanan sorunların bölgeye sadece barış gücü askerleri göndererek çözülemeyeceğini, bölgede yaşayan halkların sosyal ve ekonomik problemlerinin çözümüne katkıda bulunulması gerektiğinin farkındadır. Son yıllarda askerlerimizin gittiği ülkelerde ve bölgelerdeki çatışmaların askeri boyutu yanında sosyo-ekonomik boyutları da ele alınmış, buna yönelik faaliyetler planlanarak başarılı çalışmalaryapılmıştır. Elde edilen sonuçlar çatışmaların çözümünde bu yöndeki çalışmaların oldukça faydalı olduğunu göstermektedir.

Türkiye TBMM, yürütme organları ve TSK ile beraber başarılı çalışmalar yürütmüş ve barışı sağlama konusunda yaptığı hizmetlerle bölgesinde ve dünyada etkinliği artan, aranan bir ülke konumuna gelmiştir.

Anahtar Kelimeler: Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Güvenlik, BM,

Uluslararası Hukuk, Uluslararası Uyuşmazlık, Türkiye’nin Asker Gönderme Kararları, Barışı Koruma, Türkiye’nin Ulusal Güvenliği, Türkiye’nin Barışı Destekleme Harekâtlarına Katılımı, TSK, TBMM.

(8)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Name Surname Hüseyin AYDIN ID:

024229001009 Department/Field International Relations / International Relations

Student’s

Advisor Prof. Dr. Şaban H. ÇALIŞ Research Title

The Role Of Legislation And Executive Power On The Decisions Of Turkey’s Sending Soldiers To Foreign Countries (Abroad)

ABSTRACT

Even if the founder of Turkish Republic couldn’t reach National Oath (Misak-ı

Milli) boundares, he reached its majority and the method of not a conflict but a peaceful

diplomacy is adopted on solving problems being used “ Peace at homeland, and world ? Turkey applied to NATO which was founded as a regional west safety alliance but its apply was refused because of some reasons formerly. On Korean War Turkish soldiers’ superb struggle made Western States realize Turkey’s power’s importance on West defence, and as a conclusion Turkey’s membership to NATO was accepted. When it comes to Turkey’s national profits and being kept of its racists’ rights, eventhough it faced some problems, Turkey didn’t hesitate sending its Mehmetçiks. The best example of this is Cyprus

After endig of Cold War in 1989, Turkey’s external policy turned particularly to Balkan’s, Middle East and Caucasus because of the events at these regions. The incidents occured with the dispersing of Yugoslovia Federal Republic and Sırbian Massacre affected adversely the Turkish and Muslim living in Balkan soals and Ottoman remainders. Turkey had on active role at US, NATO, AGIT, etc. to build eternal peace. At this period one of the behavioural form of Turkish foreign policy is contribution to supporting peace movements that were developed to international conflicts and coincidences and to realize this goal, meeting the authority orgs of State and acquiring quality sending soldier from TBMM to abroad by Minister Committee note. Turkey from Somali to Bosna and from Afghanistan to Aden Gulf in which the

(9)

sea pirates problems arose to stop conflict and rebuild peace decided sending soldiers and sended.

Turkey knows that these universal matters can’t be solved by sending peace-power soldiers to those regions and the social and economical problems of publics living in those, should be solved immediatciy.

In recent years in the regions kept by our soldiers and in addition the conflicts of military aspects, socio-economic dimensions have been considered, planned diligently succesful attempts and works have been carried out for this situations. Conclusions that are got on solving conflicts indicate their positive effects.

Turkey performed important works on constituting peace with TBMM and executive poweration orgs and Turkısh Military Powers addition to this, Turkey has a good position on global policy thanks to it’s successes on these regions.

Key Words: International Safety after Cold War, US, International Law,

Internatıonal Disagreements, Turkey’s Decisions on Sending Soldiers, Keeping Peace, Turkey’s National Contribution to Supporting Peace Movements, TSK, TBMM.

(10)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI... i

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ... ii

ÖNSÖZ... iii ÖZET... iv ABSTRACT ... vi İÇİNDEKİLER... vii GİRİŞ... 1 BÖLÜM I TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞUNDAN 1945’E KADAR OLAN DIŞ POLİTİKASI 1.1. TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ... 7

1.1.1. T.D.P.’nın Temel Faktörleri ... 7

1.1.2. T.D.P.’nın Temel Çıkarları ve İlkeleri... 10

1.1.3. T.D.P.’nın Temel Politikaları ... 12

1.2. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI... 13

1.2.1. Uluslararası Aktörlüğü Sürdürmek (Bağımsızlık)... 13

1.2.2. Güç Dengesi Politikası... 13

1.2.3. Yurtta Sulh Cihanda Sulh ... 15

BÖLÜM II SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN YURTDIŞINA ASKER GÖNDERMESİ (1945-1989) 2.1. KORE SAVAŞI (1950-1953)... 17

2.1.1. Türkiye’nin Kore’ye Asker Gönderme Kararı (1951) ve TSK’nin Kore’de Katıldığı Önemli Cepheler ... 22

(11)

2.1.2.1. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu ... 27

2.1.2.2. Birleşmiş Milletlerin Kararı ... 29

2.1.2.3. Türkiye’nin NATO’ya ve Batı İttifakına Girme İsteği ... 30

2.1.3. Kore Savaşına Türk Askerinin Gönderilmesi ve 1924 Anayasasına Göre Yurt Dışına Asker Gönderme Konusu... 31

2.2. TÜRKİYE’NİN CUMHURİYET DÖNEMİ İLK YURTDIŞI ASKERİ OPERASYONU: KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI (1974) ... 31

2.2.1. Kıbrıs Barış Harekâtının Nedenleri... 32

2.2.2. Kıbrıs Barış Harekatı Kararının Alınması ve Uygulanışı ... 34

2.2.3. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu... 36

2.2.3.1. I. Kıbrıs Barış Harekâtı ... 37

2.2.3.2. II. Kıbrıs Barış Harekâtı ... 39

2.2.4. Uluslararası Sözleşmelerden Doğan Haklar ve 1961 Anayasası’na Göre Yurtdışına Asker Gönderilmesi... 40

BÖLÜM III SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE YURTDIŞINA ASKER GÖNDERME 3.1. SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM (1989-2010) VE TÜRKİYE’NİN YURTDIŞINA ASKER YOLLAMASI... 42

3.1.1. Uluslararası İlişkilerde Dengelerin Değişimi ve Türkiye ... 42

3.1.2. Irak ve Körfez Savaşı (1990-1991) ... 43

3.1.3. Körfez Savaşı’nın Başlaması ... 44

3.1.4. Körfez Savaşı ve Türkiye... 45

3.1.4.1. Yasama-Yürütme Organlarının Tutumu ve Körfez Savaşı ... 46

3.1.4.2. I. Körfez Savaşı’nın Bitişi ve Türkiye’ye Etkisi ... 50

3.2. SOMALİ İÇ SAVAŞI VE TÜRKİYE’NİN SOMALİ’YE ASKER GÖNDERMESİ ... 51

3.2.1. Somali ve Somali İç Savaşı ... 51

(12)

3.2.3. Türk Askeri’nin Somali’de Aldığı Görevler, Edindiği Tecrübeler ve Somali

Operasyonun Değerlendirilmesi... 54

3.3. TÜRKİYE’NİN BOSNA-HERSEK’E ASKER GÖNDERMESİ... 56

3.3.1. Bosna Savaşı ve Gelişimi... 56

3.3.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu ve Bosna-Hersek’e Asker Gönderme Kararının Alınması ... 58

3.3.3. BM ve NATO Bünyesinde Türk Askerinin Bosna-Hersek’e Gitmesi... 60

3.3.4. Türk Askerinin Bosna -Hersek Savaşı’nı Sona Erdirmede Katkıları... 61

3.4. FİLİSTİN (EL HALİL)’E ASKERİ PERSONEL GÖNDERİLMESİ ... 63

3.4.1. Filistin Sorunu... 63

3.4.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Filistin Sorunu Karşısındaki Tutumu ... 65

3.4.3. El-Halil Kentine Türk Askeri Gözlemci Grubunun Gönderilmesi ... 74

3.5. TÜRKİYE’NİN ARNAVUTLUK’A ASKER GÖNDERMESİ... 74

3.5.1. Arnavutluk İç Savaşı ve Gelişimi ... 74

3.5.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu ve Arnavutluk’a Asker Gönderme Kararının Alınması ... 76

3.5.3. Türk Askerinin Arnavutluk’a Gitmesi ve Arnavutluk İç Savaşını Sona Erdirmede Katkıları... 78

3.6. TÜRKİYE’NİN KOSOVA’YA ASKER GÖNDERMESİ ... 79

3.6.1. Yugoslavya’nın Dağılması ve Kosova... 79

3.6.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu... 81

3.6.3. Türk Askerinin Kosova’ya Gidişi ve Kosova’da Yaptığı Hizmetler ... 84

3.7. TÜRKİYE’NİN AFGANİSTAN’A ASKER GÖNDERMESİ ... 85

3.7.1. Afganistan Savaşı... 85

3.7.2. Afganistan Sorunu, BM’de Görüşülmesi ve Asker Gönderme Kararı ... 87

3.7.3. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu... 89

3.7.4. Türkiye’nin Afganistan’a Asker Göndermesi ve Türk Askerinin Afganistan’daki Barışa Katkıları... 91

3.8. ABD’NİN IRAK’A MÜDAHALESİ VE IRAK SAVAŞI ... 93

(13)

3.8.2. ABD’nin ve İngiltere’nin Irak’a Saldırma Sebepleri ... 95

3.8.3. Irak Savaşı ve Türkiye ... 97

3.8.3.1. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu, ... 97

3.8.3.2. 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM Tarafından Reddi ve Değerlendirmesi (Irak’a Asker Gönderme Girişimi) ... 102

3.9. TÜRKİYE’NİN LÜBNAN’A ASKER GÖNDERMESİ ... 104

3.9.1. Lübnan Sorunu ... 104

3.9.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu... 107

3.9.3. Lübnan’a Türk Askerinin Gönderilmesi ve Türk Askerinin Aldığı Görevler... 111

3.10. DENİZ HAYDUTLUĞU-KORSAN SORUNU VE TÜRKİYE’NİN ADEN KÖRFEZİ AÇIKLARINA ASKER GÖNDERMESİ... 112

3.10.1. Deniz Haydutluğu ve Korsan Sorunu ... 112

3.10.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Tutumu... 116

3.10.3. Korsan Sorunu ve Sorunlu Bölge olan Aden Körfezi Açıklarına Türk Askerinin Gönderilmesi... 123

SONUÇ... 127

KAYNAKÇA ... 131

(14)

GİRİŞ

Türkiye’nin Yurtdışına Asker Gönderme Kararlarında Yasama ve Yürütmenin Rolü incelerken Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün özdeyişi olan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” cümlesinin ne ifade ettiğini açıklayarak başladık tezimize. Atatürk’ün bu sözü barış eksenli idealist bir uluslararası ilişkiler çizgisini göstermesi bakımından önemlidir. Türk Dış Politikası bu dönemde uluslararası ilişkilerde barış temelli bir politika takip etmiş ve bunun da diplomasi vasıtasıyla ve devletlerin kendi aralarındaki ikili ilişkilerini iyileştirerek, yayılmacı devletlere karşı güvenlik ittifakları oluşturarak gerçekleştirebileceğini göstermiştir.

Türkiye, Balkanlardan gelebilecek tehlikeleri atlatabilmek için Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile 1934 yılında Balkan Antantı’nı imzalamış; faşist ve yayılmacı olan Mussoli’nin idaresindeki İtalya’ya karşı da Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Temmuz 1937’de Sadabat Paktı imzalanmıştır.

Yalta Konferansı ile Sovyetler Boğazlardan üs talep etmeye başlamış ve sonrasında ise, II. Dünya Savaşı’ndan galip çıkmanın da verdiği cesaretle işi daha da ileri götürerek Boğazlardan üs taleplerine ek olarak Doğu vilayetlerimiz olan Kars ve Ardahan’ın kendilerine bırakılmasını istemişlerdir. Türk Hükümeti Sovyetler Birliği’nin kabul edilemez olan bu isteklerini reddetmiştir (Sander: 1996: 226-227).

Sovyetlerin Türk-Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını feshetmesi, Türkiye’den toprak ve boğazlardan üs talep etmesi ve bu taleplerin Türkiye tarafından kabul edilmesinin imkânsız oluşu Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki ilişkileri derinden etkilemiş ve Türkiye kendi güvenliğini sağlama arayışlarına girmiştir. Türkiye Sovyetlerden umudunu keserek yönünü batıya çevirmiş ve bir yandan da onların parlamenter ve çoğulcu demokrasilerini kendi bünyesinde yerleştirmeye çalışmıştır.

Almanya’nın Sovyetlere saldırmasıyla başlayan 6 yıllık Sovyet-ABD ittifakı II. Dünya Savaşı’nın ardından sona ermiş ve 1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla nihayete erecek olan Soğuk Savaşı da başlatmıştır. Dünya 1945’den sonra iki kutuplu bir sisteme doğru yol almış, kutbun birinde ABD ve Türkiye’nin de içerisinde

(15)

bulunduğu Batılı ülkeler yer alırken diğer kutpu ise, Sovyetler ve Sovyetleri destekleyen ülkeler oluşturmuştur. Soğuk Savaşın en önemli niteliklerinden olan büyük devletlerin direkt birbirleriyle çatışmaması ve anlaşmazlıklarda tampon devletler denilen ufak devletleri kullanmaları 1950’de Kore Savaşı’nı ortaya çıkaracak ve aynı ülkenin halkları sadece ideolojiler uğruna birbirleriyle savaşacaklardır. Türkiye’nin de ABD öncülüğündeki Batı bloğu içerisinde yer alması ve güvenliğini sağlayabilmek için NATO’ya girme arzusu Türkiye’nin yurtdışına ilk olarak askerini yolladığı yerin Kore olmasına neden olmuştur.

27 Haziran 1950’de BM Güvenlik Konseyi’nin üyelerine yönelik olarak Güney Kore’ye yardım çağrısını Türkiye ABD’nin ardından hemen kabul etmiş ve 4500 kişilik bir tugayı Kore Savaşı’na yollayacağını belirtmiştir. Türkiye’de yeni iktidara gelmiş olan Adnan Menderes Hükümeti Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinde kolaylık sağlanacağı ve Sovyetler Birliği tehdidine karşı ABD’nin desteğini elde etme düşüncesiyle BM Güvenlik Konseyi kararını sevindirici bularak kabul etmiştir. BM emrinde Türkiye’nin yurtdışına ilk olarak askerini yolladığı yer olan Kore ve Kore Savaşı Türkiye’nin dışarıda temsili açısından çok önemli bir işlev görmüştür. Menderes Hükümeti, Kore Savaşı neticesinde Türkiye’yi 1952 yılında Batı savunma örgütü olan NATO’ya üye yapmayı başarmış ve ABD’nin desteğini alabilmiştir.

Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker yollama kararını iktidarda olan Menderes hükümeti vermiş; sonrasında ise hükümet TBMM’ye konu hakkında bilgilendirmede bulunmuştur. 1924 Anayasasında yurtdışına asker yollanması ile alakalı bir kanun bulunmadığından Kore Savaşı’na asker gönderme kararı alırken Hükümet, yürütme ağırlıklı bir siyaset takip etmiştir. O günkü muhalefet partisi CHP ve lideri İsmet İnönü Kore’ye asker gönderme kararına usulsüz ve anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmış; fakat Türk askerinin Kore’ye gidişinden sonra Türk askerinin yanında yer almıştır.

Türkiye’nin ikinci olarak asker yolladığı yer Kıbrıs adası olmuştur. Türkiye ve Türk halkı Kıbrıs’la 1950’den sonra daha çok ilgilenir olmuştur. Bunun nedeni ise, Rum tarafının Kıbrıslı Türkleri adada azınlık statüsünde değerlendirmeleri, çoğu haklarından mahrum etmeleri ve Kıbrıslı Türklere yönelik şiddetlenerek artan tedhiş hareketleridir. Rum tarafının asıl gayesi, Kıbrıslı Türkleri sindirmek ve adayı Yunanistan’a bağlamak

(16)

olan Enosis’i gerçekleştirmekti. Türk hükümetleri Kıbrıs’ta meydana gelen olaylar karşısında 1961 Anayasası’nın yurtdışına asker yollanması ile ilgili 66. maddesine dayanarak birincisi Mart 1964’de ikincisi de Kasım 1967’de ve üçüncüsü de 20 Temmuz 1974’de olmak üzere üç kez TBMM’den adaya müdahale yetkisi almıştır. Hükümetler adaya müdahale yetkisi almış olmasına rağmen ABD ve İngiltere’nin yatıştırma politikaları ve Türkiye’nin adaya müdahale etmesine karşı olmaları nedeniyle TBMM’den almış oldukları ilk iki müdahale yetkisini kullanamamışlardır.

1974 Temmuz ortalarına gelindiğinde Enosisi gerçekleştirmek için Kıbrıs’ta Yunan cunta yönetiminin desteklediği Nikos Sampson darbesi gerçekleşir. Darbe sonrası ilgili devletlerle yapılan müzakerelerden sonuç alınamaması üzerine Türkiye, Garanti Antlaşması’nın IV. Maddesinin kendisine tanıdığı tek başına harekete geçme yetkisini kullanarak, 20 Temmuz 1974’te tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlatmış ve adaya askerini çıkarmıştır. ( Gürel, 1993: 64)

Türkiye, Türk Dış Politikasında karar verirken Allison’ın Bürokratik model olarak tanımladığı kalıba yakın bir yöntem takip etmektedir. Allison’a göre dış politika kararları belirli kurumlar arasında geçen güç mücadelesi ile kurumsal alışkanlıklar ve gelenekler sonucunda oluşmaktadır. Beykent Üniversitesi’nden Ertan Efegil 1924, 1961, 1982 Anayasaları’nı incelemiş ve Türk dış politikası karar verme sürecinin Graham Allison’ın modeline uygun olduğu sonucuna ulaşmıştır. Anayasalarımız Türk dış politikasına yön verecek etkili kuruluşları tanımlamakta ve bunların Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, TBMM, Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi olduğunu belirtmektedir. İktidar partisi Bakanlar Kurulu vasıtasıyla Türk dış politikasının oluşum sürecinde en etkili kurum olma özelliğini devam ettirmektedir. Ana muhalefet partisi ise, ya Meclisteki bazı politik araçları kullanarak ya da Anayasa Mahkemesi’ne dava açabilme yetkisi sayesinde bu sürece etkide bulunmaktadır. 1961 ve 1982 Anayasalarına göre yurtdışına asker gönderme konusunda son kararı vermeye yetkili organ TBMM’dir. Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politika kararları anayasal kurumlar arasında bir güç mücadelesi neticesinde oluşturulmaktadır.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra uzunca bir süre Türkiye TBMM’den yurtdışına asker gönderme kararı almamıştır. 1990’da Irak lideri Saddam Hüseyin’in

(17)

Kuveyt’e saldırısının ardından ABD öncülüğünde koalisyon güçlerince Irak’a askeri operasyonlar yapılmış ve Irak Kuveyt’ten çekilmeye zorlanmıştır. Türkiye kendisi direkt savaşın içinde olmamakla beraber ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerine bazı havaalanlarını açarak operasyonda destek olmuştur. Türkiye hükümeti Körfez Krizi boyunca yurtdışına asker gönderme ve yabancı ülke askerlerini Türkiye’de bulundurma ile alakalı 1982 Anayasa’sının 92. maddesine göre 3 kez TBMM’den izin almıştır. Körfez Savaşı’nın ardından Kuzey Irak’ta bölge halkının insani ihtiyaçlarını karşılayabilmek için TBMM’nin almış olduğu 17.01.1991 tarih ve 126 sayılı kararına dayanılarak başlatılan Provide Comfort II (halk arasında Çekiç Güç diye bilinir) varlığını daha sonraki yıllarda TBMM’nin 6’şar aylık süre uzatımlarıyla 1 Ocak 1997’ye kadar devam ettirmiştir.

Körfez Krizi esnasında Turgut Özal Cumhurbaşkanı, Yıldırım Akbulut ise Başbakandır. Kriz esnasında Cumhurbaşkanı Özal aktif bir dış politika izleyerek ABD’nin desteklenmesini, gerekirse savaşın içerisinde yer alınmasını savunmuş; fakat dışişleri ve Genel Kurmay krize daha temkinli yaklaşmışlardır. 1982 Anayasası’na göre dış politikayı oluşturmada hükümet daha etkili olması gerekirken Körfez Krizi’nde bu kural işletilmemiş ve alınan dış politika kararlarında Cumhurbaşkanlığı makamı Başbakanlığa göre daha faal olmuştur. Cumhurbaşkanlığı, Bakanlar Kurulu, Dışişleri Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu Körfez Krizi esnasında sıkı bir koordinasyon içerisine girmişler ve yurtdışına asker gönderme konusunda alınan kararlar TBMM’nin onayına sunulmuştur.

Sovyetlerin 1989 yılında dağılmasıyla beraber yaklaşık 45 yıldır devam eden Soğuk Savaş sona ermiştir. Komünizmin çöküşü ve Sovyetlerin dağılmasıyla Türkiye yıllardır üzerinde hissettiği Sovyet tehdidini biraz olsun savuşturmuş oluyordu. 1990’lı yıllarda Türkiye Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan boşlukta kendine bir yer edinmeye çalışırken dünya siyasetinde daha aktif bir dış politika takip etmenin uğraşısını vermekteydi.

Türkiye hükümetleri ve TBMM barışçıl ve aktif bir dış politika takip etmenin gereği olarak Soğuk Savaş sonrasında dünya üzerinde çıkan krizleri gidermeye çalışan uluslararası kuruluşların (BM, NATO, AGİT vb.) almış olduğu kararları desteklemiş ve gerektiğinde askerini bu bölgelerdeki karışıklıkların giderilmesi için yollamıştır. BM

(18)

Güvenlik Konseyi Kasım 1992’de Somali’deki karışıklıkları gidermek ve insani yardımları düzenlemek üzere bir karar almış ve ardından BM öncülüğünde ve komutasında Somali’de düzen sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye Somali’ye Orgeneral Çevik Bir komutasında 300 kişilik bir birlik yollamıştır. BM’nin oluşturduğu UNOSOM-II komutanlığını Şubat 1993-Ocak 1994 arasında Orgeneral Çevik Bir yapmıştır.

Soğuk Savaş’ın bitimi Avrupa kıtasında da bazı değişimlere neden olmuş ve farklı milletlerin oluşturduğu federatif bir devlet olan Yugoslavya parçalanmanın sinyallerini vermeye başlamıştır. Hırvatistan ve Slovenya’nın Haziran 1991’de bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından Mart 1992’de Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etmiş; fakat Sırbistan ve Bosna-Hersek toprakları içerisinde yaşayan Sırp çeteleri Bosna-Hersek’in bağımsız olmasını kabul etmemişler ve Kasım 1995 Dayton Anlaşması’na kadar geçen sürede Boşnaklara soykırım uygulamışlardır. Türkiye bu katliamı durdurabilmek amacıyla uluslararası örgütler ve devletler nezdinde girişimlerde bulunmuştur. 08.12.1992’de TBMM, Türk askerinin BM Barış Gücü (UNPROFOR) bünyesinde Bosna-Hersek’e yollanması ile ilgili 205 nolu kararı almış ve Türk askeri önce BM bünyesinde daha sonra da görevin NATO’ya devredilmesi ile birlikte NATO’nun bünyesinde Bosna-Hersek’de barışa katkıda bulunmuştur.

Türkiye’nin yürütme ve yasama organlarının ortak çalışması sonucunda yurtdışına asker yolladığı ülkelerin ve bölgelerin bazıları ise, tarih sıralamasına göre şöyle olmuştur. Türk askeri, Şubat 1997 yılında El-Halil’e askeri gözlemci olarak, Nisan 1997’de Arnavutluk iç savaşını durdurmada yardımcı olmak, 5 Haziran 1999’da NATO bünyesinde Kosova’daki olaylara müdahalede yardımcı olmak üzere, 20 Aralık 2001’den itibaren Afganistan’da önce BM bünyesinde daha sonra ise, 16 Ocak 2002’de göreve başlamış olan UGYK Harekatı bünyesinde görev yapmaktadır. Bonn Anlaşması ve 1386 sayılı BMGK kararı çerçevesinde Kabil ve çevresinin güvenliğinin sağlanmasına yardımcı olmak ve Afganistan Geçici Hükümeti’ne destek olmak maksadıyla kurulmuş olan UGYK’nin terörizm ile mücade görev ve sorumluluğu bulunmamaktadır.

11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan terör saldırılarının arkasında Usame Bin Ladin’in olduğu ve bu kişinin de Afganistan’daki Taliban yönetimince desteklendiğinin

(19)

ABD tarafından ortaya atılması, Afganistan’daki Taliban yönetimini devirmek için 20 Aralık 2001’de BMGK’den karar alınmasına sebep teşkil etmiştir. Önceleri ABD öncülüğünde olan Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’ne sonraları Türkiye’nin de aralarında bulunduğu NATO birlikleri destek vermişlerdir. Operasyonlar sonucu Afganistan’daki Taliban rejimi devrilerek onun yerine Afganistan Geçici Hükümeti kurulmuştur.

Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini devirmeye ve kendine yakın bir yönetimi iş başına geçirmeye çalışan ABD bunu gerçekleştiremeyince özellikle 11 Eylül 2001 terörist saldırısından sonra Irak’a askeri operasyon üzerinde durmuş; fakat ABD askeri bir operasyon için 1990 Körfez Krizi’ndeki gibi BMGK kararı çıkarmak istediyse de İngiltere haricindeki diğer üç üye buna karşı çıkmışlardır. ABD Irak’ın işgalinde Türkiye’nin de desteğini almak istemiş ve bunun için de 2002’nin sonlarından operasyonun başladığı tarih olan 20 Mart 2003’e kadar Türkiye’ye yoğun bir baskı uygulamıştır.

Türkiye Anayasa gereği yetkili organları aracılığıyla konuyu müzakere etmiş ve Başbakan Abdullah Gül başkanlığında Bakanlar Kurulu’nca 24.02.2010 günü Irak’a asker gönderme tezkeresi hazırlanarak TBMM’nin onayına sunulmuştur. TBMM tezkereyi 1 Mart 2010 günü görüşerek oylamaya geçmiş; fakat Irak’a asker gönderme tezkeresi yeterli sayıda evet oyu alamadığından TBMM’den geçmemiştir.

Türkiye’nin son olarak yurtdışına asker gönderdiği bölge korsanlık ve deniz haydutluğu olaylarının yaşandığı ve uluslararası deniz ticaretinin güvenliğini tehlikeye atan korsanlara yönelik olarak Aden Körfezi ve Somali açıklarına olmuştur. Kamuoyunda Aden Tezkeresi olarak adlandırılan ve 23. kez yurtdışına asker gönderme kararını görüşen TBMM yapılan işarı oylama sonucunda 10.02.2009 karar tarih ve 934 sayı ile Başbakanlık tezkeresini kabul etmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) deniz unsurlarının, Aden Körfezi, Somali karasuları ve açıkları, Arap Denizi ve mücavir bölgelerdeki görev süresinin 10 Şubat 2010 günü dolacak olması nedeniyle bu tezkere süresinin 1 yıl daha uzatılmasını öngören Başbakanlık Tezkeresi, TBMM Başkanlığı’na sunulmuş ve TBMM söz konusu tezkereyi 02.02.2010 günü görüşerek kabul etmiştir.

(20)

BÖLÜM I

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞUNDAN 1945’E KADAR OLAN DIŞ POLİTİKASI

1.1. TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ

Türkiye’nin ulusal çıkar olarak ifade edilen hedeflerine ve ideallerine ulaşmak amacıyla uluslararası sisteme yönelik olarak oluşturduğu strateji, plan ve proğramlar bütünü Türk Dış Politikasını oluşturmaktadır. Dış politika çalışması, strateji, plan ve proğramların neler olduğunu ve bunları oluşturan faktörleri incelemektedir.

Bu bölümdeki çalışmamızda Türk dış politikasının oluşumunda rol oynayan belli başlı etmenlerden şu iki dinamiği ele alacağız: Türk dış politikasının oluşumunda rol oynayan temel faktörler ve Türk dış politikasının temel çıkarları, ilkeleri ve temel politikaları.

1.1.1. T.D.P.’nın Temel Faktörleri

Türk dış politikasının oluşumunda ve uygulanmasında zamandan ve konudan bağımsız olarak her koşulda sürekliliğini devam ettiren bazı temel faktörler bulunmaktadır. Bu temel faktörler her durumda varlığını devam ettirdiği için T.D.P.’nın oluşumuna ve uygulanmasına olumlu yada olumsuz etki yapmaktadır.

T.D.P.’nın temel faktörlerini, imparatorluk mirası (Osmanlı geçmişi/ tarih),

ulusal güç zaafı ve uluslararası sistem oluşturmaktadır. Bu faktörlerin T.D.P.’nın

belirlenmesinde ve güncel sorunlara karşı politika oluşturmada bazen sınırlandırıcı bazen de kolaylaştırıcı bir rol oynamakta olduğu gözlenmektedir (Gözen, 2009: 35).

a-) İmparatorluk Mirası: Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda 20. yüzyılın

çoğu devleti gibi ulus devlet modelini benimsemiş olmakla bereber altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bırakmış olduğu çok geniş bir tarihi mirasın etkisi altında kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış; fakat onun geride bıraktığı tarihsel, jeopolitik, kültürel-sosyal-dini miras, T.D.P’nın en önemli gündemini oluşturan konular

(21)

olarak varlığını devam ettirmiştir. T.D.P’nın bugün bile çözmeye çalıştığı konuların çoğunun Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayandığı görülmektedir. Bu dönemden arta kalan sorunları iki kısımda ineleyebiliriz. Birinci kısım; Irak ve Suriye ile yaşanmakta olan sınır tartışmaları, Yunanistan ile olan sorunlar (Batı Trakya, Ege Denizi ve Kıbrıs ) ve Ermeni sorunu gibi Cumhuriyetin doğrudan güvenliğini ilgilendiren konulardır.

İkinci kısmı ise, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’daki gelişmelere paralel ortaya çıkan konular oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti bu bölgeleri Birinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen terk etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti de bu bölgelerdeki gelişmelere uzun bir süre ilgisiz kalmaya çalışmış; Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan sorunları red etmiştir.

“Türk dış politikası, Cumhuriyetin kuruluşundan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar devam eden dönemde bu bölgelerle, Balkan ve Bağdat Paktı örneklerinde görüldüğü gibi, ancak Soğuk Savaş ve NATO ittifakı stratejilerini uygulamak amacıyla ilgilenmiştir. Türkiye’nin bu pasifliğinin arkasında yatan nedenleri, kısmen Türk dış politikasının diğer iki dinamiği olan ulusal güç zaafı ve uluslararası ortamın şartlarında, kısmen de Türk dış politkasına yön veren ilkelerin yorumunda aramak gerekir” (Gözen, 2009: 36).

Soğuk Savaş’ın bitimiyle bu bölgelerde birçok olay yaşanmış ve Osmanlı tarihi aniden Türkiye’nin karşına çıkıvermiştir. Türkiye devlet olarak her ne kadar bu bölgelerle önceleri resmi olarak ilgilenmek istememiş ise de toplumların birbirine karşılıklı ilgisi Türk dış politikasını bu bölgelerle ilgilenmeye mecbur kılmaktadır.

b-) Ulusal Güç Zaafı: Hans J. Morgenthau klasik güç analizinde bir devletin

gücünü onun sahip olduğu sabit ve değişken unsurlara göre değerlendirmiştir. Bu analize göre, bir ulusun güçlü olabilmesi için doğal kaynaklar, coğrafi konum, endüstriyel gelişmişlik ve kapasite, askeri hazırlık, nüfus vb. gibi somut imkanlar yanında; ulusal karakter ve moral, becerikli diplomasi, istikrarlı bir siyasal rejim hükümet şekli gibi soyut göstergelerin de iyi olması gerekmektedir. Bu güç analizine yazarların bir çoğu tarafından eleştiriler getirilirken bazıları ise, yeni analizler ortaya koymuş ve ulusal gücü farklı boyutlarıyla ele almışlardır. Bu yazarlardan biri de davranışçı okulun temsilcisi Karl W. Deutsch’tur. Bu yazara göre, bir devletin gücü, bu güç kaynaklarını alt alta yerleştirerek belirlenmemelidir. Bir devletin ulusal gücü bu devletin dış politika davranışı sonucunda elde ettiği sonuca bakılarak değerlendirilebilir. Devlet olayları kendi lehine dönüştürebiliyorsa güçlüdür, değilse güçsüzdür.

(22)

Aslında yukarıdaki her iki görüş de doğrudur ve birbirini tamamlamaktadır. Ulusal güç kaynakları olmadan uluslararası sistemdeki olaylara müdahale edebilmek ve bu olayların sonucunu kendi lehine değiştirmek mümkün olmadığı gibi; yalnızca ulusal güç kaynaklarına sahip olmak da bu kaynaklar yerinde ve zamanında etkili bir şekilde kullanılmazsa, uluslararası olayları etkilemek ve lehine sonuçlar meydana getirmek için yeterli değildir.

Türkiye, ulusal gücünü olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilecek birçok ulusal güç kaynaklarına sahiptir. Bunlardan biri de nüfustur. Türkiye bugün yaklaşık 73 milyon nüfusu ile bölgesinde hatta dünya ülkeleri arasında bile çok önemli bir nüfusa sahiptir. Fakat ne yazık ki Türkiye’nin bu nüfusu gücü açısından pozitif bir unsur oluşturmamaktadır. Bu nüfusun bir güç unsuru olabilmesi kaliteli insanların toplumu oluşturmasına bağlıdır.

Türk toplumunun bir kimlik krizi ile karşı karşıya bulunması da ulusal güç zaaflarından birini oluşturmaktadır. Türk toplumu, ilerici-gerici, zengin-fakir, doğu-batı, modern-ilkel gibi ikili uçlardan herhangi birini yakalayamamış; fakat her ikisini de içerisine alan bir toplum özelliğini korumuştur. Toplumun bir ucu Batı dünyası ile entegrasyon kurulmasını savunurken diğer ucu da Türkiye’nin Doğu’ya özellikle de İslam dünyası ve Türk dünyasına daha yakın olmasını istemektedir. Türkiye’nin coğrafi konumu T.D.P.’sı açısından bir güç kaynağı olmaya devam etmektedir. Coğrafi konum gereği Türkiye, Doğu ile Batı arasında tarihi, siyasal, kültürel, ticari ve ekonomik bir aktör olmuş ve dünya tarihi boyunca Türkiye, dünyanın güçlü devletlerinin ilgi alanı içerisine dahil olmuştur (Gözen, 2009: 40).

Türkiye’nin güç kaynakları bakımından en önemli zaafı askeri alandadır. Asker sayısı bakımından dünyanın en kalabalık orduları arasında olan Türkiye, ordusunun sahip olduğu silahların büyük kısmının dışarıdan gelmesi sebebiyle bir risk altındadır. Ulusal egemenlik ve bağımsızlığın kazanılmasında en önemli faktörlerden olan silah gücünün dışarıya bağımlı olması T.D.P. seçeneklerini ve uygulamalarını olumsuz etkilemektedir. Son yıllarda Türk devlet yöneticilerinin bu zaafiyeti görerek savunma sanayiine önem vermeleri ve ordunun silah donanımını yerli silahlar üreterek çeşitlendirmeleri sevindirici bir gelişmedir.

(23)

c-) Uluslararası Sistem : Türkiye’nin gerçek uluslararası sistemini (ortamı)

dünya politikasında etkin bir yere sahip olan bu sebeple Türkiye’nin yakın çevresindeki gelişmelere de etki eden ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer büyük devletler oluşturmaktadır. Bu devletler Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar bölgesindeki etkinlikleri ve eylemleri nedeniyle Türkiye açısından birinci derecede önemsenmesi gereken devletler olmuştur.

Türk dış politikası küresel, bölgesel ve sınırdaş devletlerin oluşturduğu karmaşık bir uluslararası ortamda, kökleri eskilere ve yenilere uzanan pek çok sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Tüm bunlar T.D.P’nın başarısını etkilemekle beraber, uluslararası sistemdeki güç dengeleri dikkate alınırsa dış politikada hedeflenen başarı yakalanabilir. Uluslararası ortamdaki karmaşıklığın ve sorunların çözümü, dış politikanın oluşumuna yardım edecek temel çıkar, ilke ve ideallerin belirlenmesi ve bunlara uygun davranılmasına bağlıdır.

1.1.2. T.D.P.’nın Temel Çıkarları ve İlkeleri

Türkiye’nin ulusal çıkarlarını genel ve özel çıkarlar olarak ikiye ayırıp inceleyebiliriz. Genel çıkarlar, Türk toplumunun üzerinde konsensüs oluşturabileceği üç sınıfa ayrılabilir. Birincisi, Misak-i Milli ile oluşturulmuş olan sınırlar içindeki toplum ve devletin ayakta kalmasını, güvenlik içinde yaşamasını sağlamak; ikincisi, en iyi ekonomik ve sosyal hayat standartlarını yakalamak; üçüncüsü ise, Türkiye toplumunun kimliğini oluşturan değerleri muhafaza etmek ve daha da güçlendirmektir. Özet olarak, siyasi, ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel bakımdan güçlü ve gelişmiş toplum meydana getirmektir.

Bu ulusal çıkarların gerçekleşebilmesi için T.D.P’nın oluşumunda şu üç temel ilke büyük öneme sahip olmuştur: Batılılaşma, Misak-ı Milli’nin Kutsiyeti ve Statükoculuk, Yurtta Sulh Cihanda Sulh.

a-) Batılılaşma: Modernleşme amacının diğer bir adı olan batılılaşma, Türk

devletinin ve toplumunun çağdaş Batı standartlarına erişme gayreti olarak ifade edilebilir. Batılılaşma 19. Yüzyıldan itibaren Batı Avrupa ve sonrasında da ABD’de ortaya çıkan ekonomik, sosyal, siyasi gelişme ve büyümenin Türk halkı tarafından bir hedef haline gelmesidir.

(24)

Türkiye’nin Batılılaşmayı özümsemesinde Türk aydınlarının rolü büyük olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yurtdışına eğitim amaçlı giden aydınlar Batı’ya hayran hale gelmişler ve ülkelerine döndüklerinde Batı’yı hem alt yapı hem de üst yapı olarak uygulamaya çalışmışlardır. Bu uygulamalar da aydınları dış politikada Batı dışında bir alternatif politika düşünmemeye sevk etmiştir. (Oran, 2002: 52-53).

Türkiye’nin Batılılaşma idealinin arkasında iki unsur yatmaktadır. İlki güvenlik unsurudur ki, Türkiye, Batı devletlerinin işgal ve kontrol politikalarına karşı başarılı olabilmek ve ayakta durabilmek için bir yandan modernleşmesini sağlamaya çalışırken diğer yandan da Batı ile çatışmak yerine onlarla işbirliğini devam ettirmeyi esas almıştır. (Gözen, 2009: 48).

Türkiye, Batı ile işbirliğini çok boyutlu olarak sürdürmeye devam etmektedir. Batı eksenli savunma örgütü olan NATO üyeliği ile askeri alanda, yine Avrupa devletlerinin oluşturmuş olduğu ve ekonomik, siyasal, sosyal-kültürel yönleri olan AB ile ilişkileri geliştirmeye çalışmaktadır. Batılılaşma genel ilkesinin gerçekleşmesi amacıyla Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunarak bu yönde çalışmalar başlatmıştır.

b-) Misak-ı Millinin Kutsiyeti ve Statükoculuk: Misak-ı Milli, Türkiye

Cumhuriyeti ve T.D.P.’sı açısından Kurtuluş Savaşı’ndan günümüze kadar önemini korumayı sürdürmüştür. Misak-ı Milli Cumhuriyetin sahip olduğu en temel savunma ve harekat sınırını oluştururken T.D.P’nın belirlenmesine iki açıdan etki etmiştir.

İlk olarak sınırların değişmezliği ve ülkenin sınırlarına karşı içten ve dıştan yapılacak her türlü tehdite karşı, savaşı da içerisine alacak şekilde her şekilde mücadele edilmesi ve bu tehditlerin yok edilmesi. İkincisi ise, T.D.P’nın Misak-ı Milli sınırları dışarısındaki alanlarda sorumluluk ve yükümlülük altına girmekten kaçınmasıdır. Bu ikinci boyut, Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik politikasının oluşturulmasında önemli olmuş ve genel olarak Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan bölgelere karşı karışmazlık ve tarafsızlık politikalarını uygulayarak buralara ilgisiz kalmıştır (Gözen, 2009: 49). Türkiye’nin Misak-ı Milli’yi kutsal ve değişmez olarak kabul etmesi, beraberinde statükocu bir politikanın doğmasına neden olmuştur.

(25)

Mevcut durumu bozmama anlamına gelen statükoculuğun Türkiye açısından iki anlamı vardı: Birincisi, ne pahasına olursa olsun mevcut sınırları devam ettirmek ikincisi ise, mevcut dengeleri sürdürmektir. Kurulu düzenin başat öğesi daima Batı olduğundan statükocu politika ile Batıcı politika aslında aynı madalyonun iki farklı yüzünü içermektedir (Oran, 2002: 46-49).

T.D.P. bölgesindeki statükonun her hangi bir şekilde değişmesi yönündeki gelişmelere hep soğuk bakmış ve olaylara karışması halinde kendisine sorumluluk yükleyeceğini, nihayetinde Türkiye’nin kendi sınırlarının da tehlikeye gireceği düşüncesinden hareketle sınır veya siyasal rejim değişikliğine neden olacak gelişmelere karşı gelmiştir. Türkiye; Bosna-Sırbistan, Çeçen-Rus, Azeri-Ermeni, Kosova-Sırp savaşlarında hep statükonun korunması yönünde dış politika takip etmiştir. Özellikle son yıllarda Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurma çalışmaları ve PKK’nın bu yöndeki eylemleri, T.D.P’nın statüko yanlısı politika takip etmesinde büyük rol oynamıştır. . (Gözen, 2009: 49).

Türkiye’nin bazı uluslararası olaylara müdahalesi ve uluslararası krizlerde uluslararası örgütlerin harekatlarına katılarak yurt dışına asker göndermesi özelde Batıcı statükoyu genelde ise, statükoyu korumaya yönelik davranışların yansıması olarak nitelenebilir.

c-) Yurtta Sulh Cihanda Sulh : Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesi dünyaya

savaşların değil, barışın egemen olmasını ifade eder ve bu yönüyle güzel bir ideali ifade eder. Fakat bu ideal uluslararası ortamın şartlarına her zaman uyabilecek bir hedef değildir. Batıcılık idealinde olduğu gibi, zamanın şartları içerisinde gözden geçirilebilecek bir hedeftir.

1.1.3. T.D.P.’nın Temel Politikaları

Türkiye, ulusal çıkarlarını oluşturan ulusal güvenlik, ekonomik ve sosyal refahı korumak ve bunları daha da geliştirebilmek için kendisine üç ana politika belirlemiştir. Bu politikalar ise, şunlardır: a-) Batıyla İşbirliği ve Entegrasyon Politikası; b-) Tarafsızlık Politikası c-) Adriyatik Denizinden Çin Seddine Politikası’dır.

(26)

1.2. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Atatürk döneminde uygulanmış olan dış politikalar bir çok yönüyle sonraki yıllarda takip edilen T.D.P’nı etkilemiş ve yönlendirmiştir. Bu dönemdeki dış politika dinamiklerini oluşturan üç önemli unsur ise şunlardır: İlk olarak bağımsızlıktan ödün vermeden uluslar arası sistemde aktörlüğü devem ettirebilen bir devlet olmak, ikincisi ise, ilk hedefe ulaşabilmek için takip edilen klasik güç dengesi siyaseti. Üçüncüsü de Atatürk tarafından dönemin şartlarının elverdiği ölçüde faydalanılan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesidir ki, bu ilke sonraki yıllarda T.D.P.’nın önemli bir ilkesi haline gelmiştir.

1.2.1. Uluslararası Aktörlüğü Sürdürmek (Bağımsızlık)

Klasik anlamıyla uluslararası aktörlüğü sürdürebilmek için bir devletin egemenliğe sahip olması gerekir. Egemenlik ise, iç egemenlik ve dış egemenlik olarak iki boyuttan oluşmaktadır. İç egemenlik, devletin içerisindeki siyasi birliği ifade ederken dış egemenlik ise, uluslararası sistemdeki büyük, etkili devletlerin bu devleti tanımasını ifade etmektedir.

1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile Osmanlı Devleti itilaf devletlerine karşı yenilmiş ve bundan sonra Anadolu’da 1923 Lozan Antlaşması’na dek bağımsızlık mücadelesi yani Milli Mücadele yapılmıştır. İşte, 1918-1923 arasındaki dönem Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde ulusal egemenlik kazanma mücadelesidir. Erzurum ve Sivas kongrelerinde temel ilkeleri belirlenen ve aşamalar halinde uygulanan egemenlik mücadelesinden Türkiye galip çıkarak kendisini bağımsız bir devlet olarak kabul ettirmiştir.

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın özünde, I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İtilaf devletlerinin yürürlüğe koymaya çalıştığı Sevr Antlaşması’nın uygulanmaması için savaşmak ve İstanbul hükümetinin alternatifi olan Ankara hükümetinin gerçek siyasi otorite olduğunu ispat etmek vardır (Gözen, 2009: 60-61).

1.2.2. Güç Dengesi Politikası

Devletlerin izlediği klasik bir dış politika olan güç dengesi siyaseti, ulusal egemenliğin ve ülkesel bütünlüğün muhafaza edilmesi amacıyla uygunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin özellikle son yüzyıllarda büyük devletlerden olan İngiltere ve Rusya’ya karşı uyguladığı güç dengesi politikası Atatürk dönemi dış politikasında

(27)

da uygulanmıştır. Atatürk döneminde uygulanmış olan güç dengesi politikasını üç aşamada ele alabiliriz. 1-) 1919-1923 Modros Mütarekesi ile Lozan Antlaşması arasında kalan dönem; 2-) 1923-1932 Lozan Antlaşması’nın uygulandığı dönem; 1932-38 arasındaki dönemdir .

Güç dengesi politikası; zaman, mekan şartlarını ve meydana gelmesi muhtemel olayları çok iyi değerlendirerek devletin hedeflerine ulaşmak için alınan kararları ve uygulamaları içerir. Bu politikada benzer çıkarları bulunan devletlerle bir araya gelip ittifaklar kurmak ve devletin gücünü artırmak önemli bir unsurdur. (Gözen, 2009: 60-61). Atatürk Kurtuluş Savaşı döneminde Batılı devletlere karşı iki çeşit güç dengesi politikası takip etmiştir. 1921 tarihli saldırmazlık antlaşması ile Sovyetler Birliği ile tarihsel bir ittifak içerisine girmiş ve Anadolu’daki Batılı işgal kuvvetleriyle daha rahat savaşmıştır.

Atatürk döneminin İkinci güç dengesi politikası ise, Batılı işgalci devletler olan İngiltere, Fransa ve İtalya arasındaki farklılıkları tespit ederek bunları akıllıca kullanmış ve Batılı ülkeleri birbirine karşı oynamıştır. Batılı ülkeleri bir araya getirmemek için bazen küçük imtiyazlar da verilmiştir. ABD şirketine ünlü Chester imtiyazının verilmesi, Faransa’ya 99 yıllığına krom, demir, gümüş imtiyazı önerilmesi gibi. (Oran, 2002: 108).

Türkiye, 1930’lu yıllardaki Alman ve İtalyan yayılmacılığına karşı da çevresindeki ülkelerle ittifaklar zinciri oluşturarak güç dengesi politikasının farklı bir örneğini vermiştir. Balkanlardan gelecek tehditleri uzaklaştırmak için 1934 yılında Balkan Paktı’nı oluşturan Türkiye; 1937 yılında doğuya yönelerek Sadabat Paktını imzalamıştır. Sadabat Paktının amaçlarından biri pakta üye devletler arasındaki sorunları çözümlemek diğeri ise, İtalyan tehdidini ortadan kaldırmak olmuştur.

Bu dönemde izlenmiş olan pragmatik güç dengesinin başka bir neticesi de, Türkiye’nin zamanla İngiltere ve Fransa’ya yakınlaşması ve bu ülkelerle 1939’da yani II. Dünya Savaşı arefesinde yapılan antlaşma olmuştur. 1939 Türk-İngiliz-Fransız Antlaşması ekonomik ve siyasi yönlü bir anlaşma olup, Türkiye’nin hem II. Dünya Savaşı boyunca izlediği politikanın hem de Savaş sonrası meydana gelen yeni düzende Türkiye’nin konumunu belirtmesi bakımından önemlidir (Gözen, 2009: 67).

(28)

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetlerin boğazlardan üs ve Anadolu’nun doğusundan bazı toprak talepleri sonucu bu devletten uzaklaşan Türkiye, güvenlik, ekonomik ve siyasi faktörlerin etkisi ile yüzünü tamamen Batı’ya çevirmiştir.

1.2.3. Yurtta Sulh Cihanda Sulh

Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bütünleyici ilkelerinden biri olup, zamanla T.D.P.’nın da temel ilkesi haline gelmiştir. Bu temel ilke, dış politikada maceraya ve saldırganığa yer olmadığını; barış, istikrar ve huzurun birinci gaye olması gerektiğini ifade eder. Atatürk’ün barış hakkında söylediği özdeyişlerin bazıları:

Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz (1931).

Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı amil olsa gerekir (1919).

Sulh milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur (1938) (http://www.mebnet.net, 15.07.2009).

“Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinde ifadesini bulan bu yeni yaklaşım, barış-eksenli idealist bir uluslararası ilişkiler çizgisini gösterme yanında sömürgeciliğin zirveye ulaştığı uluslararası konjonktürü göz önüne alan ve bu çerçevede sömürgeci sistemik güçlerle çatışmaktan kaçınan realist bir dış politika tavrını da öne çıkarmaktaydı. Böylece, yaklaşık iki yüzyıldır birçok Batı ülkesi karşısında aynı anda sürdürülen anti-sömürgeci direnişin Osmanlı Devleti üzerindeki çözücü etkisinden kaçınılmaya ve Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde yeni bir uluslararası konum belirlenmeye çalışılıyordu. Yine de özellikle Atatürk döneminde Rusya, İran ve Afganistan gibi Avrasya güçleri ile geliştirilen ilişkiler doğuya doğru derinliğine uzanan kısmen bağımsız bir alternatif hinterlant oluşturma çabası olarak görülebilir. Bu politika Batı ülkeleri ile asırlar boyu süren çatışmanın izlerini taşımakla birlikte risk içeren iddialı bir söylem barındırmamaktadır.” (Davutoğlu. 2009: 69-70).

Mehmet Metin Hülagü, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişi içindeki sulhun ne ifade ettiğini özetle şöyle açıklıyor: Atatürk’ün özdeyişinde geçen barış kelimesinin dar anlamıyla “silahlı çatışmanın olmaması” değil, daha geniş kapsamlı olan, belirli ihtiyaçların karşılanması, ilişkilerin barışçıl yöntemlerle çözülmesini içerisine alan bir barış olarak değerlendirmek gerekir. Silahların susması ilk anlamdaki barışı ifade

(29)

etmesine rağmen ikinci anlamda, yani geniş anlamdaki barış için ilk ve gerekli basamağı oluşturmaktadır. Bugünkü mevcut olan sistemlerin çoğunda sosyal adaletin sağlanamaması Ortadoğu başta olmak kaydıyla, dünyanın diğer bölgelerindeki problemlerin çıkmasına ve aynı zamanda muhtemel savaşların başlamasına temel sebep teşkil etmektedir (Doğan ve Nakip, 2006: 113).

İki savaş arası dönemde ortaya çıkan ideoloji ve çıkar gruplaşmaları İkinci Dünya Savaşı felaketini başlatmış olmasına rağmen Türkiye’nin davranışı memleketin kaderini belirlemiştir. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler tarafından sömürgeleştirilmeye çalışıldığı ve birçok haksız muamelelere maruz bırakıldığı halde dış politikasının hedeflerini tayinde hissi davranmaktan kaçınmış, revizyonist devletlerin yanında yer almamıştır. Milletlerarası alanda yeni gruplaşma hareketlerinin başladığı yıllar Türkiye’nin “Yurtta sulh, Cihanda sulh” düsturunu dış politikasının esası olarak kabul ettiği zamana rastlamıştır. 1 Kasım 1931’de Atatürk, Türkiye’nin barışçıl bir politikayı kendisine hedef aldığını, yaptığı bir konuşmada şöyle ifade eder: “Türkiye’nin emniyetini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır.” (Gönlübol vd., 1996: 94).

Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesi dış politika hedeflerine erişmek için uygulanan

araçların barışçıl olmasını ve nihayetinde de barış içinde bir düzenin kurulmasını amaçlar. Bir dünya barışı idealini ifade eden bu ilkenin her koşul ve zamanda uygulanamayacağı açıktır. Devletlerin en önemli değerleri olan egemenlikleri, bağımsızlıkları ve güvenlikleri tehdit altında olduğunda bu ideal olan ilkenin uygulanabileceğini söylemek doğru olmayacaktır. Aksi takdirde devlet barış korunsun diye adaletsiz bir çözümü kabul etmiş olacaktır.

Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk, adaletsiz ve yarım barış şartlarını red etmiş ve bağımsızlığı, adil bir barışı elde edinceye kadar barış şartlarını kabul etmemiştir. Buradan milli egemenlik ve bağımsızlığa ulaşmanın en etkili yolunun, savaşa hazırlıklı olmak olduğu sonucuna ulaşılabilir. Bazen barış için savaş yapmayı göze almak gerekebilir. Fakat savaşa gerek kalmaksızın barış yolu izlenerek hedefe varılacaksa, maceracı ve ulusun maddi ve manevi varlığını tehlikeye atacak bir dış politika izlenmemelidir (Gözen, 2009: 70).

(30)

BÖLÜM II

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN YURTDIŞINA ASKER GÖNDERMESİ (1945-1989)

2.1. KORE SAVAŞI (1950-1953).

Kore jeopolitik konumu, Asya kıtası ile Japon adaları arasında bir bağlantı yolu olmasından dolayı tarih boyunca Asya kıtası ile Japonya arasında istila yolu ve harp alanı haline gelmiştir.

Kore, Orta ve Kuzey Asya’nın içine giren kara ve demir yollarının kavşağındadır. Bu bakımdan Mançuri’yi, Çin’i ve Asya’nın diğer yerlerini, geçmişte olduğu gibi, ele geçirmek isteyen bir Japonya için lüzumlu bir basamak tahtasıdır. Buna karşılık Kore’de üslenecek hafif bombardıman uçakları bile Japonya’nın askeri üslerini ve ticaret merkezlerini tesir sahası içine alır. Rusya idaresinde birleşik bir Kore, Japonya’yı, Çin sahillerini, hatta Formoza’yı kontrol altında bulundurmayı sağlar. İşte komünizmin bütün Kore’yi elde etmek istemesinin sebeplerinden biri de budur (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 2).

İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilanı üzerine Amerika Savunma Bakanlığının “38’nci paralelin kuzeyindeki Japon kuvvetlerinin Sovyetlere, güneyindekilerin de Amerikan Komutanlığına teslim olmaları” önerisi üzerine Sovyet kuvvetleri 12 Ağustos 1945’te Kuzey Kore’yi, Amerika kuvvetleri de 8 Eylül 1945’te Güney Kore’yi işgal etti. 38’nci paralelin ara hattı olarak ilan edilmesi üzerine Kore artık güney ve kuzey olmak üzere ikiye bölündü (Dinçer, 2004: 674 (ed. İnat, Duran ve Ataman); Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 2).

Doğu ve kuzey doğu Asya ile Batı Pasifiklerde menfaatleri olan büyük devletler Kore’yi rakiplerine ve düşmanlarına bırakmamak için çetin mücadelelere girişmişlerdir. Bu denenlerden dolayı ; İkinci Dünya Harbi sona erince Kore, Birleşmiş Milletler konuşmalarında ilk sıralarda Milletlerarası bir mesele olarak yerini aldı ve Sovyet Rusya’nın emperyalist politikası diplomatik ve askeri sahada dünyayı çetin ve

(31)

kanlı ihtilaflara taşıyan yeni bir Kore sorununu ortaya çıkardı. Kore sorununun Birleşmiş Milletlerin gündemine geldiği 1947 yılından başlamak üzere birleşik, hür ve demokrat bir Kore’nin meydana getirilmesi Birleşmiş Milletler için başlıca bir amaç olmuştur. Fakat bu yolda sarf edilen bütün sulhcü gayretler, bunun arkasından 25 Haziran 1950’den itibaren 27 Temmuz 1953’e kadar üç yıl süren silahlı çarpışmada katlanılan fedakârlıklar ve sonunda Cenevre Konferansı’nın (26 Nisan-15 Haziran 1954) çalışmaları bir netice vermemiştir. Bununla beraber komünist tecavüzü birkaç defa ileri geri hareketlerden sonra 25 Haziran 1950’de başladığı bölgede durdurulmuş, Güney Kore Cumhuriyeti yok olmaktan kurtarılmıştır. (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 3).

Birleşmiş Milletlerin müşterek silahlı müdahalesi Kızılların dünyanın diğer bölgelerinde, hususiyetle Orta Doğu’da ve Batı Avrupa’da yeni tecavüzlere kalkmalarını frenlemiştir. Dünya hakimiyeti peşinde koşan Sovyet Rusya’nın, Komünist Çin’in arkasından Kore Harbine katılmaması, hatta Komünist Çin’in Kore’de muntazam ordularla giriştiği bu harbi gönüllü kuvvetlerinin müdahalesi şeklinde göstermesi sebebini Komünist âleminin Batılılarla bir üçüncü dünya harbi için henüz hazır bulunmadıklarında, kendilerini zayıf hissetmelerinde aramak doğru olur. (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 4).

İkinci Dünya Savaşından sonrasındaki yıkımdan sonra kimse yeni bir savaş ve de büyük acılar yaşamak istemiyordu; fakat iki büyük devlet, Rusya ve A.B.D., arasındaki ideolojik farklılık milletleri birbirine soğutmakla kalmamış aynı milletten oluşan Kore’yi Kuzey Kore ve Güney Kore, Almanya’yı da Doğu Almanya ve Batı Almanya olarak ayırmıştır.

Adler savaş sebebini altı faktör olarak sıralamıştır: 1) Ekonomik rekabet 2) Kültürel antipatiler 3) Dinsel farklılıklar 4) Bireysel adaletsizlikler (Marksist literatürde sınıf savaşı olarak yer almaktadır.) 5) Nefret ve korku 6) Gerçekler ve ideolojiler. Adler’e göre savaşlar bazen bu sebeplerden birisinin olması ile veya bunlardan bir kaçının bir araya gelmesi ile çıkabilmektedir. 25 Haziran 1950 tarihinde başlamış olan Kore Savaşı ise, iki süper güç olan Sovyet Rusya ile A.B.D. arasındaki ideolojik farklılıklardan dolayı ortaya çıkmıştır (Mortimer, 1944: 72-73).

(32)

Dış politikaya şimdiye kadar yapılan yaklaşımlar, genellikle tarihi ve siyasi bakış açılarından yapılmaktaydı. Ancak, davranış bilimlerine dayanan düşünce akımının ortaya çıkması, psikolojik anlatımların uluslararası ilişkilerde ve dış politika analizlerinde önemli bir yer tutmasına yol açmıştır.

Holsti’ye göre, devletlerin dış politikaları incelendiğinde, çoğu zaman davranışların çeşitli iç ve dış nedenlerden soyutlanarak, rasyonel (akılcı) bir mekanizma yoluyla karara bağlanmış oldukları izlenimleri uyandırır. Oysa hiçbir devletin dış politika kararları, iç ve dış nedenlerin rasyonel bir değerlendirmesi sonucu oluşmaz. Dış politika kararları, karar vericilerin inanç ve kanı süzgecinden geçtikten sonra alınırlar. Bir başka deyişle, dış politika kararlarının alınmasında sosyal ve psikolojik nedenler önemli rol oynarlar (Holsti, 1972: 361; Aktaran: Köni, 2001: 126).

Uluslararası olaylarda bazen yollanan mesajların karşı taraf (lar) tarafından yanlış yorumlandığı bir gerçektir. Bu yanlış yorumlamaya en iyi örneklerden biri de Kuzey Kore’nin Güney Kore sınırına asker yığınağı yaptığını öğrenen Amerika Büyükelçisi tarafından Dışişleri Bakanlığına gönderdiği telgrafın muhataplarca yanlış yorumlanmasıdır.

Haziran 1950’de Güney Kore’de bulunan Amerika Büyükelçisi tarafından Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen telgrafta Kuzey Kore’nin sınıra hızla asker yığdığı ve Güney Kore güçlerinin bir saldırı halinde vahim bir durumda kalacaklarını bildiriyordu. Gerçekte bu bilgi, geliştirilmekte olan bir saldırının başlangıcı gibi algılanmalıydı-üç hafta sonra Kuzey Kore saldırıya başlayacaktır.-ancak, her nasılsa bambaşka bir şekilde yorumlanmıştır. Bunun nedeni, telgrafı gönderen Büyükelçinin birkaç hafta önce Washington’a gelerek, Güney Kore kuvvetleri için ağır silahlar ve yeni tankların gerektiğini söylemesiydi. Dışişlerinin Uzakdoğu bürosu, alınan telgrafı Büyükelçinin bu isteklerini desteklemek için gönderdiğini algılamıştır. Böyle bir inanışın nedeni Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan üst kademe yöneticilerinin Sovyetler Birliği hakkındaki değerlendirmeleridir. Üst kademedeki karar vericiler Kuzey Kore’nin kukla bir hükümet olduğunu, Sovyetler’in emirleri dışına çıkamayacağını Sovyetlerin ise Amerika’nın nükleer gücünden çekinerek, en aşağı 1954’lere kadar herhangi bir saldırı hareketine girişmeyeceklerine inanıyorlardı. (Killpatrick, 1958: 50-55).

(33)

25 Haziran 1950 tarihinde Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırması ile başlayan savaş, İkinci Dünya Savaşı sonunda Japonya tamamen teslim olunca, Kore Yarımadasının aşağı yukarı tam ortasından geçen 38. paralelin güneyini ABD, kuzeyini de Rusya işgal etmiştir. Ruslar, Kuzeyde komünist bir idare kurup çekilince, orada Kuzey Kore, güneyde kısmında ise Güney Kore olmak üzere iki devlet ortaya çıkmıştır. Rusya’nın yaptığı faaliyetler sonucunda bu iki devletin birleşmesi önlenmiş ve 1948’de yapılan seçimlere Kuzey Kore katılmamıştır. Seçimlerin sonunda Güney Kore’de normal bir hükümet kurulunca burada bulunan elli bin civarındaki Amerikan askeri yurtlarına dönmüştür.

Daha önce başlayan sınır çatışmaları sonunda, 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusu, 38’inci paraleli geçerek Güney Kore topraklarını istilaya başladı. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Teşkilatı toplanarak, üye devletlerin katılmalarıyla meydana gelecek bir ordunun, derhal Güney Kore’nin yardımına gönderilmesine karar verdiler. ABD başta olmak üzere on beş devlet asker, beş devlet de para ve sağlık malzemesi yardımında bulundular. Kore’ye ABD, İngiltere, Türkiye, Yeni Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, Güney Afrika Birliği, Hollanda ile Kolombiya asker gönderdi. Kuzey Kore’ye Çinliler yardım edince savaş büyüdü. Üç seneden fazla süren savaş, çok sayıda insan hayatına mal oldu. Temmuz 1953’te 38. paralel civarında mütareke imzalanarak savaşa son verildi. Bu barış antlaşmasına göre, 38.’inci paralel sınır oluyor, arada 4 km’lik silahtan arındırılmış bir tampon bölge bırakılıyordu. Bu savaşta Birleşmiş Milletler ordusu, ölü, kayıp, yaralı esir olarak 450.000 kişi kaybetti. Komünistlerin kaybı ise 1.500.000’in üzerindeydi (Eker vd., 1993: 190-191).

Çin Halk Cumhuriyeti’nin devam eden Kore Savaşı’na katılması savaşın kaderini değiştirmiş; Batı lehine, kısa süre içerisinde bitmesi muhtemel bir savaşın uzun sürmesine ve her iki taraf açısından da kayıpların artmasına neden olmuştur.

Çin’deki yeni hükümet Temmuz ve Ağustos ayları boyunca Kore’deki silahlı çatışmaya çok az tepki göstermiştir. Kendi sorunları olan açlık, yüz yıllık savaşlardan kurtulma çabası ve en önemli dış politika amacı Formoza’nın kurtarılması çalışmalarına yoğunlaşmış olan Çin, BM kuvvetleri için ani bir tehdit oluşturmuyordu. Çin, ABD’nin iki Koreyi birleştirme planına karşı olduğunu Kore Çin’in komşusudur diyerek, ifade

(34)

etmiş ve komşusunun sorunlarının barışçı bir biçimde çözülmesi gerektiğini açıklamıştır. ABD ve Güney Kore askerlerinin saldırısı Kuzey Kore birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekilmeye zorlamıştır. 2 Ekim 1950’de Çin, BM kuvvetleri Kuzey Kore topraklarına girdikleri takdirde kendisinin de savaşa gireceğini bildirmiştir. 7 Ekim’de ilk Amerikan birlikleri bu çizgiyi geçince, Yalu akarsuyunun karşısında, Mançurya sınırındaki Çin askeri yığınağı 180.000’den 320.000’e yükseltilmiş ve 16 Ekim’de Mac Arthur, savaşı bitirecek bir saldırıya girişeceklerini açıklamış; fakat iki gün sonra Çin birlikleri akarsuyu kitlesel bir biçimde geçip çok sayıda Amerikan birliğini savaş dışı bırakarak savaşı uzun süreli hale getirmiştir. (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 15).

Çin’in bu saldırısının nedeni şu olabilir: Çin BM’deki Amerikan delegesinin

açık kapı çağrısını, Çin’in hemen yakınında Amerikan birliklerinin konuşlandırılacağı

biçiminde yorumladı ve gerçekten ABD oradan Çin’in iç ve dış politikasına baskı uygulayabilirdi. Yüz yıllık bir sömürü temeline oturan Çin’in Batı’dan nefret duygusu ve Mao’nun Çin’e Asya’daki eski üstünlüğünü sağlama kararlılığı, böyle bir Amerikan varlığını kabule olanak tanımamıştı.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kore Savaşı’na katılmasının ardından Amerikan Haber Alma Örgütü (CIA) 13 Aralık 1950’de Sovyetlerin Kore Savaşı’nı hangi amaçlarla kullanmakta olduğunu içeren bir rapor hazırladı. Bu raporda şunlar yer alıyordu : “ (i) Amerikan gücünü Kore ile Formoza’dan atmak; (ii) Çin’i Uzakdoğu’da başat güç durumuna getirip onu BM’ye sokmak ; (iii) Japonya’daki Amerikan gücünü ve üstünlüğünü ortadan kaldırmak ve (iv) Almanya’nın silahlanmasını önlemek. Bu rapor üzerine, Başkan Ocak 1951’de savaşı yürütebilmek için olağanüstü yetki istedi. Kongre’ye 50 milyar dolarlık savunma bütçesi sundu, hava kuvvetlerini iki katına çıkardı. Fas, Libya ve Suudi Arabistan’dan yeni üsler elde etti ve ordu mevcudunu % 50 arttırarak 3,5 milyona yükseltti. Böylece Uzakdoğu’da da soğuk savaş doruk noktasına varmaya başlamıştı.” (Sander, 1996: 252).

Çin’in de katılmasıyla, savaş bir BM-Çin savaşı durumuna gelmiş, Mac Arthur Çin saldırısına karşı hazırlıklı olmadığı için, Çin ordusu BM birliklerini püskürterek Güney Kore’yi işgal etmeye başlamıştır. Ancak bir karşı-saldırı sonucunda Çin birlikleri 38. enlemin kuzeyine çekilmeye zorlandılar ve çizgi boyunca askeri bir durgunluk

(35)

ortaya çıktı. Askeri kuvvetler arasındaki sınır, 38. enlemin biraz kuzey ve güneyine kaymak suretiyle saptandı ve 1951 Nisan’ında ateşkes görüşmeleri başladı. Panmunjom’daki bırakışma görüşmeleri çok uzun sürdü ve bırakışma ancak 1953 Temmuz’unda imzalanabildi (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 15).

Kore Savaşı’nın sonucunda, Kuzey Kore, Çin ile Batı arasında tampon devlet haline geldi. Savaşın Çin Halk Cumhuriyeti açısından sonucu, daha bir süre silah ve mali yardım bakımından Sovyetlere bağlı kalmasıdır. Batılılar epey kayıp vermelerine rağmen Güney Kore’yi kurtardılar. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin ABD’nin atom üstünlüğüne rağmen, Uzakdoğu’da böyle bir savaşı başlatma cesareti, Avrupa ülkelerini kıtalarında güçlerini artırmaya ve aralarındaki bağları sıkıştırmaya itti. NATO’nun, içine Türkiye, Yunanistan ve Federal Almanya’yı alacak biçimde genişletilmesi, Kore gibi saldırıya açık durumda bulunan Yugoslavya’ya Batı’nın yardıma başlaması, yine Kore Savaşı’nın sonuçları arasındadır. Kore Savaşı’ndan en zararlı çıkan yine Koreliler oldu; ülkeleri yakılıp yıkıldı ve birkaç milyon Koreli öldü (Sander, 1996: 251-253).

2.1.1. Türkiye’nin Kore’ye Asker Gönderme Kararı (1951) ve TSK’nin Kore’de Katıldığı Önemli Cepheler

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 27 Haziran 1950’de Kore’de tek meşru devlet olan Güney Kore’ye yardım etmeleri için, üye devletlere müracaata karar vermiş, durum BM Genel Sekreterliğinden bu devletlere telgrafla bildirilmiştir. ABD Cumhurbaşkanı Truman bu talebe cevap olarak aynı gün, Uzak Doğudaki Amerikan hava ve deniz kuvvetlerine, Kore Cumhuriyeti Hükümeti ordusuna yardım etmelerini ve bunları desteklemelerini emrettiğini bildirmiş ve bundan başka Uzak Doğu başkumandanına, Kore Cumhuriyetine Kara Kuvvetiyle de yardım yetkisini vermiştir. Aynı zamanda Truman, barış içinde yaşayan ve hiçbir tahrikte bulunmayan bu Cumhuriyete yapılan silahlı tecavüzle Komünizmin müstakil ve hür milletleri istila için harbe girişmiş olduğuna şüphe bırakmadığını bütün dünyaya ilan etmiştir (Kore Harbinde TSK’nin Muharebeleri (1950-1953), 1959: 27).

Bu gelişmeler karşısında Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti de konuyu karar organlarında görüşmüş ve 29 Haziran 1950’de, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti,

Referanslar

Benzer Belgeler

Mieszko, Łaba Nehri bölgesinde yaşayan Slav kabileleri ve Saksonya ile komşuluk yapan, aynı zamanda Sezarın müttefiki olan, çok iyi organize olmuş bir devletin lideri olarak

1 ) Komisyon, azınlık okullarında, azınlık dilinin ve resmi dilin kullanılması ile ilgili şimdiye kadar resmi dilde okutulan derslerin bundan sonra da bu dilde

Düz ve karalı çizgilerin hâkim olduğu desende (Resim 84) yakın orta ve arka plandan söz edilebilir. Çizimin sağ yanında yakın ve arka plan yan yana gelerek, açık

Batı Trakya Türk toplumunu temsilen Avrupa Batı Trakya Türk Federasyonu (ABTTF), Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği (BTAYTD) ve Dostluk Eşitlik Barış

“Üretim, Güç ve Dünya Düzeni” (Production, Power, and World Order: Social Forces in the Making of History) adlı kitabında Cox, ittifaklara ve ortak çıkarlara vurgu

Model kavramı, Primitif hâlklarda görülen hayvan sürüleri resimleri, av, savaş sahneleri ve dini danslar, doğaüstü varlıklar, iyi ve kötü tinler, şeytanların

Bu nedenle laparoskopik cerrahi ekibi üyelerinin ve ekip üyelerinden biri olan hemşirenin de bu konuda eğitim, deneyim ve beceri sahibi olması, işlem sırası

Bu asil an’anenin en sadık nigeh- banlarından olan Galatasarayın güzide evlâtları, bu senenin ihtifalini tertip eder­ ken, ilhamlarını daha nimetşinas bir men-