• Sonuç bulunamadı

Yasama ve Yürütme Organlarının Filistin Sorunu Karşısındaki Tutumu

3.4. FİLİSTİN (EL HALİL)’E ASKERİ PERSONEL GÖNDERİLMESİ

3.4.2. Yasama ve Yürütme Organlarının Filistin Sorunu Karşısındaki Tutumu

Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetlerin toprak ve boğazlardan üs talepleriyle karşı karşıya kalmış ve güvenliğini sağlayabilmek için Batı Bloğu’na dâhil olmuştur. Bu blok eksenli reflekslerin neticesinde Türkiye, 1948’de kurulmuş olan İsrail’i ilk tanıyan devletlerden biri olmuştur. Ortadoğu bölgesinde İsrail’in kurulmasında İngiltere ve ABD’nin rolü büyüktür (Davutoğlu, 2009: 410).

Türkiye’nin İsrail devletini ilk tanıyan ülkeler arasında yer alması özelde Filistinli Araplar genelde de Ortadoğu Arap halkları arasında hoş karşılanmamış ve Türkiye’ye karşı bir tepki oluşmasına sebep olmuştur. Müslüman Kardeşler gazetesi

olan Al-Dawa gazetesi Türkiye’yi ikinci bir İsrail olarak nitelendirmiş ve Türkiye’nin zayıflatılması için çağrıda bulunmuştur (Aktaran: Aras, 2004: 54; Karpat, 1975: 116).

1960 ve 1970’li yıllarda Türk-Batı ilişkilerindeki belli konular özellikle Küba Füze Krizi ve Kıbrıs meselesi Türkiye’yi Arap milletleriyle ilişkileri gözden geçirmeye sevk ederken o dönemde Türkiye BM’deki yalnızlığını giderebilmek için önce İKÖ üyesi ülkelerle ilişkilerini geliştirmiş ve Bağlantısızlar Bloku üzerindeki ilişki boşluğunu giderici çabalara yönelmiştir. Bu dönemde Türkiye Soğuk Savaş ortamının getirdiği güvenlik kaygılarından dolayı Arap-İsrail çatışmasına yönelik çift taraflı dengelenmiş bir dış politika takip etmiştir (Aras, 2004: 54-55; Davutoğlu, 2009: 411) Buna en iyi örnek 22 Kasım 1967’de SSCB ile ABD arasında önemli çekişmelere neden olan ve bugün dahi referans yasa olma özelliğini sürdüren ve 1967 savaşı esnasında İsrail’in işgal etmiş olduğu toprakların hemen terk edilmesini isteyen BM’nin 242 sayılı kararı olmuştur (Çakmak, 2004: 146) Bununla birlikte Türkiye İsrail’le ilişkilere zarar vermemek için güvenli sınırlar içerisinde yaşamanın bütün bölge devletlerinin hakkı olduğunu vurgulayarak İsrail’i saldırgan bir devlet olarak tanımlayan BM’nin 242 sayılı kararının ilk paragrafı üzerindeki oylamaya katılmamıştır (Aras, 2004: 55).

Türkiye, BM nezdindeki toplantılarda Arap ülkelerini desteklemiş ve işgal altındaki Arap topraklarının boşaltılmasını istemiştir. Ayrıca Filistin’in devlet kurmayı da içeren var olma hakkının tanınması yönündeki çabalara destek olmuştur. Türkiye’nin Araplara karşı bu politika değişikliği bölge ülkelerini memnun etmiştir. 1967 savaşının sonrasında yaşanan bir olay İslam ülkelerinin örgütlenme çabalarını hızlandırmıştır. Kudüs’ün İsrail işgalinde bulunan ve İslam dünyası açısından kutsal olan Mescid-i Aksa’nın 21 Ağustos 1969’da yakılması, Müslüman ülkeler arasındaki dayanışmanın artmasında önemli bir dönüm noktası olmuş ve bunun arkasından 25 Ağustos’ta Kahire’de yapılan Arap Dışişleri Bakanları toplantısında bir Arap Zirvesi yerine bir İslam Zirvesi yapılması kararına varılmıştır. İslam Zirve Konferansı’na 35 ülke davet edilmiş; fakat zirve 25 ülkeden gelen temsilcilerle 22-25 Eylül 1969 tarihlerinde Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılmıştır. Rabat’ta yapılan İslam Zirve Konferansı sonucunda İslam Konferansı Örgütü’nün oluşturulması kararlaştırılmıştır. (Armaoğlu, 1991: 290-292; Kürkçüoğlu, 1972: 160-162; Kürkçüoğlu, 1985: 47; Aktaran: Bal, 2004: 677).

1970’li yılların ortaları Filistin sorunuyla ilişkili olarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün ve Yaser Arafat’ın tanınmasına, FKÖ’nün BM’de gözlemci statüsü elde etmesine, 1974 Arap Zirvesi’nde Filistin halkının kanuni temsilcisi olarak FKÖ’nün kabul edilmesi gibi önemli gelişmelere tanıklık etmiştir. Bu yıllarda Türkiye Filistin’i BM’de sınırlı imkânlarıyla da olsa desteklemiştir. Türkiye ilk zamanlarda FKÖ konusunda çekincelerini ifade etmiş olmasına rağmen 1974 Arap Zirvesi’nde alınan olumlu kararların da etkisiyle Ocak 1975’de Kahire’deki Türkiye Büyükelçiliği’nde FKÖ ile temasa geçmiştir (Aktaran: Aras, 2004: 55; Baykan, 1993: 97) Bu resmi olmayan tanımayı takiben 1975 ve 1976 yılları içerisinde Filistin Kurtuluş Örgütü Siyasal Bürosu’ndan iki etkili kişi ilişkilerin seyrini görüşmek ve Ankara’daki FKÖ Ofisi’ni kurmak maksadıyla Türkiye’ye gelmişlerdir. Sol görüşlü Bülent Ecevit Hükümeti ise, FKÖ’ye tam diplomatik statü tanıdı ve Ocak 1979’da FKÖ lideri Yaser Arafat FKÖ Ofisi’ni açmak için Ankara’ya gelmiştir (Aktaran: Aras, 2004: 55-56; Soysal, 1991: 63; Aras, 1998: 58).

Türkiye’nin FKÖ’ye karşı ilk zamanlarındaki çekincelerinin sebepleri arasında bazı örgütçü Türk gençlerinin Filistin (FKÖ) kamplarında silahlı eğitim almaları ve Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ne yapılan silahlı baskın örneğinde olduğu gibi Filistinlilerin Türkiye’de eylemlerde bulunmaları gösterilmektedir (Girgin, 2007: 367) FKÖ’nün bu tip davranışlarda bulunmasının en büyük sebebi olarak Türkiye’nin İsrail devletini tanıması ve iki ülke arasındaki ilişkilerin seyri olmuştur.

Türkiye, Dış İşleri Bakanlığı aracılığıyla İsrail’in 1967 ve 1973 savaşları ile elde etmiş olduğu Arap topraklarından çekilmesini her fırsatta belirtmiştir. Buna ilaveten Türkiye Arap ülkelerine yönelik insani amaçlı yardım projelerini aktif olarak desteklemiştir. Türkiye’nin bu teşebbüsleri Arap devletlerince hoş karşılanmış ve 1967 savaşını takiben kısa süren petrol ambargosundan muaf tutulmuştur. Türkiye, 1973 savaşında da benzer bir politika takip etmiş ve Türkiye resmi olarak ABD’ye şu bilgilendirmede bulunmuştur. Türkiye’deki Amerikan askeri üsleri Ortadoğu’da devam

etmekte olan savaşta İsrail’e yardım için kullanılamaz (Aktaran: Aras, 2004: 58;

Kürkçüoğlu,1987: 18,47) Türkiye’nin bu resmi açıklamasının ardından NATO’daki Amerikan temsilcisi Sovyetler Birliğinden Arap devletlerine giden silahların

taşınmasında Türkiye’nin kolaylık sağladığı iddiasında bulunmuştur (Aktaran: Aras, 2004: 58; The Turkish Yearbook of International Relations 12, 1973: 184).

30 Temmuz 1980’de İsrail Knesset’te (İsrail Parlamentosu) kabul ettiği bir yasa ile Kudüs’ü ayrılmaz bir bütün olarak İsrail’in başkenti haline getirmesine diğer Ortadoğu ülkeleri gibi Türkiye de tepki göstermiştir. Türkiye, İsrail’in 1956’da Kudüs’ü ilhak etmesinden buyana maslahatgüzar seviyesindeki Telaviv’deki diplomatik temsilcisini 2. kâtip seviyesine düşürmüştür (Arı, 2004: 681).

12 Eylül 1980’de Türkiye’de askeri darbe gerçekleşmiş ve Kenan Evren devleti yönetmeye başlamıştır. Türkiye 1980’li yıllarda da Filistin sorununa ilişkin politikasında bir değişiklikte bulunmamış ve desteğini devam ettirmiştir. Darbenin lideri Kenan Evren 1981 Kasımında Pakistan’ı ziyareti esnasında yaptığı açıklamasında İsrail’in işgal ettiği tüm Arap topraklarından çekilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Türkiye, Arap ülkelerinin Filistin konusunda geliştirdikleri barış planlarına BM ve diğer platformlarda destek olmuştur. Bir taraftan Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışan Türkiye diğer yandan düşük seviyede de olsa İsrail’le diplomatik ilişkilerini devam ettirmiştir (Aktaran: Arı, 2004: 680; Barutçuoğlu, 1985: 61).

1988’de Filistinliler sürgünde bağımsız bir devlet kurma girişiminde bulunmuş ve Türkiye bu devleti ilk tanıyan ülkelerden biri olmuştur. Türkiye’nin bu olumlu girişimlerine rağmen FKÖ, 1970’li yıllarda Kıbrıs sorununda Rumların tezini, 1987’de de Türkiye-Bulgaristan arasında yaşanan sorunlarda Bulgaristan’ın tezini desteklemiş ve İslam Konferansı’nın Bulgaristan aleyhine aldığı kararı engelleme çabasında bulunmuştur (Aktaran: Arı, 2004: 681; Yavuz, 1994: 252-253)

Türkiye bir taraftan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışırken diğer taraftan İsrail ile ilişkilerini de koparmamaya çalışmaktaydı. Bu sebeple 1986’da diplomatik ilişkilerini yeniden karşılıklı olarak elçilik düzeyine, Aralık 1991’de ise büyükelçilik düzeyine çıkarmıştır. Türkiye, Filistin’le olan ilişkilerde dengeyi gözeterek bu kez de Tunus’taki büyükelçisini FKÖ ile ilişkilere bakması için görevlendirmiştir. (Arı, 2004: 681).

Turgut Özal’ın Başbakan olduğu dönemde Türkiye’nin bölgesel sorunlarda aktif rol almasını içeren bir dış politika sergilenmiştir. Türkiye bu dönemde Batı ile

ilişkilerini geliştirirken Ortadoğu ve Filistin’deki sorunların barışçıl yollardan çözülebilmesi için sürdürülen çalışmaları desteklemeye sürdürmüştür. (Aktaran: Arı, 2004: 681; Rubin, 19: 78-79).

1990/1991 Körfez Krizi sonrasında Madrid süreciyle başlayan Orta Doğu barış süreci Türkiye’nin Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki sürekli ikilemde kalmasını önleyeceğinden memnunlukla karşılanmıştır (Aktaran: Arı, 2004: 689; Fuller, 2000: 66- 76).

1991’de Demirel-İnönü koalisyon hükümeti döneminde İsrail’le ilişkilerde büyük ilerlemeler kaydedilmiş hatta Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Başbakan Tansu Çiller, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kendi düzeylerinde İsrail’e en üst ziyaretleri gerçekleştirmişlerdir. 1993’de iki ülke arasında istihbarat anlaşması, 1996’da ise Türkiye -İsrail arasında askeri işbirliği anlaşması imzalanmıştır (Arı, 2004: 691) Erbakan döneminde İsrail’le yapılan anlaşmaların iptali ve ilişkilerin kopması düşünülürken Erbakan İsrail’le ilişkiler konusunda daha önce yapmayı istediklerini gerçekleştirememiş nihayet 18 Haziran 1997’de Başbakanlıktan istifa etmiştir.

Taktiksel nedenlerle başlatılan İsrail’le ilişkilerin zamanla ortak güvenlik alanlarına yönelmesi neticesinde Türkiye-İsrail ilişkisi Arap ülkelerince stratejik bir ittifak gibi algılanmıştır. İsrail ile üst düzeyde yürütülen temaslar Ortadoğu’da ABD destekli bir Türk-İsrail-Ürdün ekseni doğmakta olduğu yolundaki senaryolarla birleşmiş ve Türkiye ile zaten problemli ilişkileri olan Suriye gibi ülkelerin Arap kamuoyunu harekete geçirme şansı oluşmuştur. Arap milliyetçiliğinin ellili yıllarda Batı sömürgecilerine, altmışlı ve yetmişli yıllarda İsrail’e seksenli yıllarda İran’a yönelik tehdit algılaması doksanlı yılların ortalarında Türkiye’ye doğru yönelme riskini ortaya çıkarmıştır. 1996 yılındaki Arap Zirvesi bu yönelişin izlerini taşıması açısından iyi bir örnektir (Davutoğlu, 2009: 413-414).

19 Şubat 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in davetlisi olarak Ankara’ya gelen Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ertesi gün Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Erbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile görüşmelerde bulunmuştur. Heyetler arası görüşmelerin

ardından bir açıklamada bulunan Demirel, İsrail ve Filistin’in barış anlaşmasını zedeleyecek davranışlardan kaçınmaları gerektiğini belirterek, “Türkiye olarak, İsrail’in Kudüs içinde ve dışında yeni yerleşimler politikasını eleştirdik. İsrail’in anlaşmalara ve anlaşma ilkelerine ters düşecek tutumlardan uzaklaşması lazımdır” dedi. Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat da yaptığı açıklamada, İsrail kuvvetlerinin El-Halil kentinden çekilmelerini izleyecek uluslararası güce Türkiye’nin de asker göndermesinin Ankara’nın Ortadoğu barış sürecine daha aktif katılacağının bir göstergesi olduğunu vurgulamıştır. Arafat daha sonra Başbakan Erbakan ile de bir görüşme yapmış ve Erbakan görüşmede, Filistin halkının haklarının savunucusu olduğunu ifade etmiş, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin de geliştirilmesini hedeflediklerini kaydetti (http://www. byegm.gov.tr/ayın tarihi detay. aspx-Şubat 1997, 23.05.2010).

İsrail ve Filistin arasında yapılan Ocak 1997 Anlaşması gereği El-Halil (Hebron) kentinin Filistinlilere devrinin denetlenmesi konusunda her iki tarafın da (İsrail-Filistin) isteği doğrultusunda Türkiye’den askeri gözlemci talep edilmiştir (Çakmak, 2004: 154). Türkiye’de Erbakan ve Çiller koalisyon hükümeti işbaşında bulunmaktadır. Hükümet El-Halil kentine gönderilecek olan askeri gözlemci talebini tezkere hazırlayarak TBMM’ye getirmiş ve TBMM hazırlanmış olan tezkereyi 20.02.1997 tarihinde 487 karar numarası ile kabul ederek onaylamıştır.

Ebron (El-Halil)’un Filistin Ulusal Yönetimi’ne devrinden sonra uluslararası gözlemcilik görevini üstlenmek üzere Türkiye, Danimarka, İtalya, İsveç, İsviçre ve Norveç tarafından oluşturulacak mevcudiyet hakkında adı geçen ülkeler arasında 30 Ocak 1997’de Oslo’da imzalanan ve 4/2/1997 tarihli ve 97/9075 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan “Hebron’da Geçici Uluslararası Mevcudiyet Kurulması Hakkında Anlayış Muhtırası”da ve “İsrail ile Filistin Ulusal Yönetimi’ne Tevdi Edilecek Mektup’ta belirtilen kurallar ve amaçlar çerçevesinde görev yapmak üzere Türkiye tarafından Hebron (El-Halil)’a askeri personel gönderilmesi,

Söz konusu Anlayış Muhtırası uyarınca mevcudiyetin görev süresinin üç ay olması, İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi’nin farklı bir süre üzerinde mutabık kalmamaları halinde üç aylık sürelerle uzatılması,

Hususunda Hükümetin yetkili kılınması için Anayasanın 92. maddesine göre izin verilmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 20.02.1997 tarihli 59. Birleşiminde kararlaştırılmıştır (Resmi Gazete, 22.02.1997, Sayı: 22913).

İsrail güçleri Mart 2002’de FKÖ lideri Yaser Arafat’ın karargâhını kuşatarak Arafat’ı ölümle tehdit etmişlerdir. Bu olay da Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu şartlar altında geliştirilmesinin zorluğunu ortaya çıkarmış ve bundan kaynaklanan gerginlik Türkiye’deki siyasi ve askeri otoritelerin açıklamalarına da yansımıştır. Fakat İsrail- Türkiye ilişkilerinde esas sorun Irak Krizi sonrasında oluşmaya başlamıştır (Arı, 2004: 693).

2008 yılının sonlarına doğru İsrail’in Gazze bölgesine yönelik başlattığı ve üç hafta süren saldırıda 1300 sivil hayatını kaybetmiş ve 5000’e yakın kişi de yaralanmıştır Başbakan Erdoğan İsviçre’nin Davos kasabasında her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli konulu oturumuna katılan Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in Gazze operasyonlarına ilişkin açıklamalarına tepki göstermiş ve Gazze’de insani bir dramın yaşandığını söylemiştir. Panel yöneticisinin sürenin bittiğini gerekçe gösterip, Başbakan Erdoğan’ın sözünü kesmesi üzerine, Erdoğan bundan sonra Davos toplantılarına katılmayacağını belirterek salondan ayrılmıştır. Başbakan Erdoğan olayın ardından düzenlediği basın toplantısında Peres’in konuşması için 25 dakika süre verildiğini kendisinin ise 12 dakika konuştuğunu ifade etmiş ve oturumun yöneticisine tepkisini göstermiştir (http://hurarsiv. hurriyet. com.tr /goster/ ShowNew.aspx?id=10893282, Erişme Tarihi: 25.05.2010).

Gazze olaylarını değerlendiren Erdoğan, yaşanan bir dramın olduğunu ve dramı belli bir dinin, ırkın, bölgenin, devletin mensubu olarak değil, sadece insani olarak değerlendirmek gerektiğini ifade etmiştir (http://hurarsiv.hurriyet .com.tr /goster/ShowNew .aspx?id=10893282, Erişme Tarihi: 25.05.2010) AKP Hükümetleri İsrail-Filistin sorunu ile alakalı olarak hep barışa ve çözüme yönelik davranışlar içerisinde bulunmuşlardır. Fakat İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve Gazze ablukası Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e karşı tutumunda değişikliğe gitmesine neden olan olayların başında yer almaktadır.

Filistin’in Gazze şehrinin İsrail tarafından ablukaya alınmasından dolayı o bölgede yaşayan Filistinlilerin hayatı gün geçtikçe kötüleşmiş hatta yıkılan evlerinin tamiratı için inşaat malzemelerinin girişine dahi izin verilmemiştir. Bunun üzerine Filistin’in Gazze şehrine insani yardım malzemelerinin götürülmesi için IHH’nın organizatörlüğünde (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) farklı din ve milletlerden oluşan gönüllülerle Mavi Marmara isimli gemi ile Gazze şehrine doğru yola çıkılmıştır. 31 Mayıs 2010 gecesi saat 04:30 civarında İsrail askerleri uluslararası sularda uluslararası hukuka aykırı olarak gemilere müdahale etmiş ve müdahale sırasında çıkan arbede üzerine İsrail askerleri insani yardım gönüllülerine ateş açarak 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesine neden olmuş; onlarca yardım gönüllüsü de yaralanmıştır (Türkiye Gazetesi, 4 Haziran 2010: 1, 12).

İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırıp 9 Türk vatandaşını katletmesi ve onlarca yardım gönüllüsünü yaralamasının ardından Türkiye, Hükümeti ve Meclisi ile ulusal ve uluslararası alanda harekete geçmiş, İsrail’in katliamına devletin en yüksek makamları ve Türk halkı oldukça sert bir tepki göstermiştir. Türk Hükümeti olayın ardından İsrail’i kınayan açıklamalarda bulunmuş; Türk Dışişleri cenazelerin, yaralıların ve gönüllülerin Türkiye’ye dönüşü için gerekli çalışmaları başlatarak ülkeye gelişlerini sağlamıştır (Türkiye Gazetesi, 3 Haziran 2010: 1, 12).

İsrail’in Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine saldırdığı gün yurtdışı gezisi için Şili’de bulunan Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan gezisini yarıda keserek Türkiye’ye dönmüştür. Başbakan Erdoğan Türkiye’ye dönüşünün ardından AK Parti Grubu’nu toplamış ve Mavi Marmara insani yardım gemisine İsrail askerlerince yapılan saldırı hakkında konuşmuştur. Konuşmasından bazı kısımlar şöyledir:

“Alçakça pervasızlığı lanetliyorum. İsrail’e zorba, haydut demek bile iltifattır. Kuru lanet yetmez. İsrail mutlaka cezalandırılmalıdır. BM kınamayla yetinmemeli, hukuki karşılığı verilmelidir. Zulmü mubah gören, kan akıtan yönetimin hukuksuzluğu artık örtülemez. Türkiye’nin düşmanlığı şiddetlidir. Dostluğunu kaybetmek bir bedeldir. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Yüzüne söylediğimiz gibi, alanen cinayet işleyen İsrail, pişmanlık dilemeli. Uluslararası toplumun yeter artık deme zamanı geldi. Peşini bırakmayacağız.” (Haber Türk Gazetesi, 2 Haziran 2010: 1, 16; Türkiye Gazetesi, 2 Haziran 2010: 1, 13).

İsrail’in insani yardım gemisine saldırısının ardından Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yaptığı ilk açıklamasında gereken yapılacaktır demiş ve Şili’den New York’a hareket ederek BM Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırmıştır. Türkiye’nin talebi ve Dönem Başkanı Lübnan’ın çağrısı üzerine yapılan BMGK toplantısı yaklaşık 12 saat sürmüş ve İsrail’i kınayan BMGK, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 10 maddelik talep listesinin büyük bölümünü onaylamıştır. 1 Haziran 2010 tarihinde Dönem Başkanlığı görevini devralan Meksika’nın BM Büyükelçisi Claude Heller BM’nin İsrail askerlerinin Gazze’ye yardım gemisine yaptığı saldırıyı kınadığını açıklamıştır (Haber Türk Gazetesi, 2 Haziran 2010: 26).

Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD temaslarının ardından Ankara’ya döndü ve “Hiçbir vatandaşımızı kimsenin merhametine terk etmeyiz şeklinde konuştu.” ABD’ye İsrail konusundaki kararlılıklarını, “ Eğer 24 saat içinde vatandaşlarımız serbest bırakılmazsa, İsrail ile ilişkilerimizi bütünüyle gözden geçiririz” şeklinde aktardığını belirten Davutoğlu, şunları ifade etti: “Bütün bu gelişmeler göstermiştir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, vatandaşlarının hukukunu korumak kudretine maliktir.” (Türkiye Gazetesi, 3 Haziran 2010: 12).

2 Haziran 2010 günü TBMM Genel Kurulunda, İsrail’in Gazze’ye yardım götüren gemilere yönelik saldırısını kınayan deklerasyon kabul edilmiştir. TBMM Başkan Vekili Güldal Mumcu’nun Başkanlık Kürsüsü’nden okuduğu deklerasyonda, İsrail ile siyasi, ekonomik, askeri ilişkilerin gözden geçirilmesi, saldırının araştırılması için uluslararası bir soruşturma komisyonu kurulması, İsrail’in resmen özür dilemesi ve saldırı mağdurlarına tazminat ödenmesi istendi (Türkiye Gazetesi, 3 Haziran 2010: 12)

3 Haziran 2010 günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’in Gazze’ye yardım götüren gemilere yaptığı saldırıya ilişkin, “İsrail tarihin en önemli hatalarından birisini yaptı. Çok pişman olacağı bu yanlışı ileride çok daha iyi anlayacaktır” dedi (Türkiye Gazetesi, 4 Haziran 2010: 1, 12). İsrail’in Gazze’ye insani yardım malzemeleri götüren gemiye yaptığı saldırı ve arkasından İsrail’in Türkiye’den özür dilememesi Türkiye- İsrail ilişkilerinin derin bir yara almasına neden olmuştur.