• Sonuç bulunamadı

GİRİŞ Çalışmanın Konusu

XVII. Yüzyıl ve Klasik Türk Edebiyatı

7. Hadis-i Erba‘in Tercüme ve Tefsiri: Kaynaklarda böyle bir eserin varlığından

1.9. Cehennem ve İlgili Mefhumlar

1.12.13. Zekât, Fıtır, Fidye

Sözlükte “artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü” anlamına gelen zekât kelimesi, dînî bir terim olarak, belirli malın bir kısmının Allah rızası için muayyen kişilere verilmesi anlamına gelmektedir (Karagöz, 2005:711). Dîvânda zekât mefhumu iki yerde geçmektedir. Bunlardan birinde fenâ hazînesinin zekâtının olmadığı belirtilirken (G. 316/3); diğerinde ise şair, fakirlik ve sıkıntı evinde bulunduğu için devlet zekâtına başvurmak durumunda olduğunu belirtir:

Zekât-ı devlete bir müstahikk ararlar ise

Şu tâb-hâne-i renc ü ‘anâda işte fakîr (K. XI/80)

Fidye, “bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel” (Karagöz, 2005: 187) anlamına gelmekte olup dîvânda bir yerde geçmektedir. Şair, aşağıdaki beyitte, esir düştüğü anlaşılan bir güzelin, fidye için gümüş talep ederken yediği asâ darbelerinden gümüş benzeri omuzlarının talihi gibi karardığını belirtmektedir:

Taleb-i nukre-i fidyeyle ‘asâ darbından

Tâli‘i gibi sevâd olmış o sîmîn ektâf (K.XXXVII/54)

Oruç açmak anlamındaki Arapça “fırt”dan türetilmiş olan “fıtır” kelimesi, dînî bir terim olarak, ramazan ayının sonunda ve mümkünse bayramdan önce, şer’an zengin sayılan bütün Müslümanların fakirlere vermeleri vacip olan sadakadır. Sadaka-i fıtır veya fitre adıyla da anılan bu sadakanın bayramdan sonraya bırakılmaması şarttır (Yavuz, 1996:160–161). Sâbit Dîvânı’nda fıtır veya fıtra kelimesi bir beyitte geçmektedir. Şair,

fakirliğini ramazan günlerine benzetmekte ve bayramın hemen öncesinde fakirlere verilmesi vacip olan fıtır sadakasını memdûhtan açık bir şekilde istamektedir:

Rûze-i fakr-‘akîbinde gelür ‘îd -i gınâ

Fıtra-ı vâcibe-i himmete yok mı imkân (K.XLV/67)

Fakirlik orucundan sonra zenginlik bayramı gelir. Himmetinin vâcib olan fıtır sadakasını vermek imkânı yok mu?

1.12.14. Hac

İslamın beş şartından biri ve hicretin 9. yılında farz olunan hac, muayyen bir zaman içinde Kâbe’yi ziyaret etmektir. Dîvânda hac ile ilgili olarak “hac, hacı, tavaf ve sa‘y” kelimeleri yer almaktadır. Haccın her imkân sahibi müslümana farz olduğunu hatırlatan şair (G. 49/2), hacca gidip de bir armağan getirmeyen dostlara ise sitem eder (G. 124/1). Edepleri kalmadığı için onlardan hiçbir şey istenmeyeceği görüşüne de yer veren şair (Eb. 11), ayrıca sevgilinin bastığı toprağı hacıların getirdiği sürmeye benzetir:

Hâk-i kûyunla gözüm rûşen idüp bâd-ı sabâ Kâ‘beden sürme getürür bana hâcı gûyâ (Eb. 2)

Sabâ rüzgârı, senin bulunduğun yerin toprağıyla gözümü parlattı, sanki hacı bana Kâbe’den sürme getirdi.

Bilindiği üzere, hacıların tavaf esnasında giydikleri özel giysiye ihram denilir. Hacca gidenlerin halkı soymasından şikâyette bulunduğu bir beytinde Sâbit, haccın rükûnlarını yerine getirmedikten sonra, mezar soyucusunun ihram giymesinin bir anlam ifade etmediği belirtir (G. 218/2). Haccın farizalarından biri olan ve Mekke yakınlarındaki Arafat’ta yapılan vakfeye değinen şair, aşağıdaki beyitte Hz. Peygamberden kendisini mahşer vakfesinde günahkâr olarak bırakmaması dileğinde bulunur:

Bırakma vakfada hâcı günah-ı şûmı gibi

Fakîri mavkıf-i mahşerde hâr ü zâr ü zelîl (K. III/69)

Hacının Arafat’ta bıraktığı uğursuz günahı gibi mahşer durağında (bu) zavallı fakiri hor ve zelîl bırakma.

Bir diğer beyitte âşık, sevgilinin bulunduğu yerin etrafında sabaha dek tavâf eden bir hacı olarak düşünülür. Hatta bu durumdan ötürü şair onu aynı zamanda “hacıyatmaz”a benzetir:

Hacı da subha dek turur ol âsitânede

Bî-çâre hacı yatmaza döndi miyânede (Eb. 93)

1.12.15. Tavâf

Kâbe’nin etrafında yedi kez dönülerek yapılan ve haccın farzlarından biri olan ibadettir. Sâbit Dîvânı’nda birkaç beyitte Kâbe’nin, memduhun bulunduğu yer olduğunu ve ihtiyaç sahiplerinin oranın etrafında dönerek tavaf ettiklerini görüyoruz. (K. XXXVII/6). Memduhun bulunduğu yer aynı zamanda hâcet kıblesi olarak nitelenir:

Budur ol kıble-i hâcet ki kabz olsa der-i feyzi

Tavâf eyler recâ-yı bast ile ecnâd-ı rûhânî (K. XIV/4)

İhsan, bağış kapısı kapansa (bile) burası, rûhânî askerlerin gönül ferahlığı ümidiyle tavaf ettikleri ihtiyaçlar kıblesidir.

1.12.16. Sa‘y

Kâbe’nin yakınlarında bulunan Safâ ve Merve adlı iki tepe arasında yedi defa gidip gelinerek yapılan ibâdete sa‘y denilmektedir. Dîvânda bir beyitte, memdûhun insâf ve cömertlik kapısı etrafinda sa‘y edip, hac farizası sırasında muayyen duâlarla okunan “Lebbeyk” kelimesi “buyurunuz, emir sizindir efendim” kelimesi ile birlikte geçmektedir:

Şevk ile hıdmete lebbeyk diyü sa‘y iderüm

Fukarâ Kâbesidür ol der-i cûd ü insâf (K. XXXVII/30)

Şevk ve arzu ile lebbeyk deyip hizmet etmeye çalışmaktayım. O adâlet ve cömertlik kapısı, fukara Kâbesi’dir.

BÖLÜM 2: TASAVVUF

2.1. Aşk

Dîvân edebiyatının olduğu gibi tasavvufun merkezinde de aşk vardır. Tasavvufî anlayışa göre aşk, belâ ve ıstırap demektir. Ezâ ve cefâ ile azalmaz, nimet ve ihsânla artmaz. Aşkta sıkıntı asıldır. Dert ve belâlar, Hakk’a yakınlık işaretidir. En şiddetli belâlara marûz kalanlar peygamberler ve velilerdir (Üstüner, 2007: 91). Sâbit, şiirlerinde tasavvufî aşktan ziyâde beşerî bir aşka yer vermiştir. Bir beyitte Hz. Peygamber’in, aşk rehberliği ile sevgilisinin bulunduğu yere ulaştığını söyler (K. III/66). Aşk diyârına düşenin gönlü ateş, gözleri ise yaş içinde olur. Bu kimselerin figân, şîven ve âh dâimâ arkadaşı olur (Thm. 3/4). Aşk eşiğinde her sabah ve akşam parlak güneş ve ay nöbet tutarlar (K. XIV/2). Şair, aynı zamanda hoş bir hüsn-i tâlile yer verdiği aşağıdaki beytinde, yıldızların gökyüzünden yeryüzüne düşmelerine sebep olarak Mevlânâ aşkı ile vecde gelip semâ etmelerini gösterir:

Ahter-i sâkıt degüldür 'ışk-ı Mevlânâ ile

Vecd hâlinden düşer hâke idüp kevkeb semâ (G. 189/3 )

(Senin gördüğün) yıldız düşmesi/kayması değildir. Yıldızlar, Mevlânâ’nın aşkı ile semâ edip vecdden kendilerini kaybederek yeryüzüne düşer.

Tasavvufta aşk, insanı kendinden geçirme, aklı başından alma, sarhoş etme gibi özellikleriyle şaraba benzetilir (Üstüner, 2007:101). Bir başka beyitte aşkın insan için mânevî kurtuluş olduğu dile getirilir. Aşk şarabından bir damla içmiş olanın mahşer mahkemesinde aklının başında olmayacağı, dolayısıyla büsbütün aşk sarhoşu olduğundan kurtulacağı söylenir:

Bâde-i 'ışk dimişler buna bir katresini

Nûş iden mahkeme-i haşrda huşyâr olmaz (K. V/8 )

Buna aşk şarabı demişler. Bunun bir damlasını içen, haşr mahkemesinde ayık/aklı başında olmaz.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın onlar diridirler (Al-i İmrân 3/169) âyetine dayanarak şair, aşkın sembol şahsiyeti “şehîd-i ‘aşk”ın, üstüne toprak atmakla

toprağın altında öylece kalmayacağını, bir nevi normal ölü sayılmayacağını belirtir (G. 135/2 ). Sâbit, bir beyitte aşk şehidi nitelemesini Hz. Zekeriyâ için kullanır:

Şehîd-i "ışkun olur nabz-ı cân-ı minşârı

'Acebdür Zekeriyyâ yolında olsa katîl (K. III/36).

2.2. Âşık

Tasavvufî anlamda âşıklar, Hz. Allah’ı son derece ve azami mertebede seven kimseler olarak tanıtılmaktadır (Uludağ, 2001: 49). Dîvânda “âşıkân-ı Hazret-i Mevlâ” (T. XXVIII/7 ), “ehl-i aşk” (T. 28/8), “erbâb-ı dil” (K. II/76), “ehl-ı dil” (K. XIX/21), “ehl-i derd” (K. II/75), “ehl-i nazar” (K. XVI/33, T. XXXIII/2), “ehl-i niyaz” (G. 141/4 ) gibi terkiplerden maksat âşıklar zümresidir.

Sâbit’e göre gönül sahibi olan âşığın kısmetine bir şey düşmez, o, nâ-bûd olur (K. II/76). Onun en büyük sermayesi gözyaşıdır. Gözyaşı nakdi tükendiğinde, âh ü zârdan mahrûm olup fakir düşer (G. 165/1). Ayrılıktan dolayı gözleri lâle çanağı gibi kanlarla doludur (G. 212/3). Onun gönül yarası, açılmış lâle bahçesine benzetilir (K. II/75). Onun, aşk ateşine alışık (G. 104/4 ) ve safâ-nazarlı (G. 117/1) olduğu söylenir. Başka bir beyitte, şairin kaleminden akıtılan her damlanın ehl-i dile âb-ı hayât olduğu söylenir (K. XVII/59). Zâhit, âşığı kınayan, ayıplayan ve aynı zamanda aşkı bilmeyen kişidir. Aşağıdaki beyitte zâhidin, gönül ehlinin sözünü anlayamayacağı, dolayısıyla bu tür sözleri ona duyurmaya çalışmanın boş bir çaba olduğu dile getirilir:

Suhen-i ehl-i dili zâhide itdürmek gûş

Mâ-hasal takmak olur gûş-ı himâra mengûş (G. 166/1)

Gönül ehlinin, âşıkların sözünü zâhide işittirmek neticede, eşeğe küpe takmak gibidir.

2.3. Gönül

Tasavvuf edebiyatının en temel kavramlarından biri olan gönül, Farsça “dil” Arapça “kalp” kelimesi ile karşılanır. Bunun yanında “insanın mânevî varlığına, mânevî gücüne, sevginin, nefretin, inancın, iyi kötü, bütün duyguların tümünün varlığına ve ifadesine verilen ad” mânâsına gelir (Gölpınarlı, 2004: 127).

Sâbit Dîvânı'nda gönül aynaya benzetilir (G. 8/6). Gönül, ayna gibi saftır ki içinde yüz bile görünür ve îmân nûru gibi hiçbir şekilde inkâr edilemez (K. V/6). Hakk’ın tecelli ve nazâr ettiği yer gönül aynasıdır. O yüzden bulanıklık ve paslardan temizlenmesi, cilalanması ve parlatılması gerekir. Şair, kederli kalbinin aynasındaki paslarını/kirlerini Hz. Peygamber için yazdığı medh cilasıyla temizleyeceğini ümit eder (K. II/87). Ona göre gönül, dünyalar aynasının bir nüshasıdır (G. 8/1). Yine Sâbit’e göre parlak gönül aynasında on sekiz bin âlem seyredilir (K. XV/2). Ayrıca gönül, yere göğe sığamayan Allah’ın evi ve mânevî bir “Kâbetullâh” olarak telakki edilir (K. XV/3). Tasavvufta İlâhî aşk anlamına gelen kutsal şarabın feyzinden gönül keyifli olur:

Neş'e-dâr oldı gönül feyz-i mey-i kudsîden

Hîç ne minnet-i sâkî ne temennâ-yı sülâf (K. XXXVII/2)

Gönül, ne sâkînin minnetinden ne de şarabın temennasından, kutsal şarabın feyzinden keyifli oldu.

Allah’ın, insanda gönle bakacağı ve gönle tecelli edeceği için bu mekânın temizliği, arılığı, duruluğu çok önemlidir. Fakat gönül temizliği su ile olmaz. (K. XXXV/72), o ancak muhabbet ateşiyle parlaklık kazanır:

Dil âteş-i mahabbet ile feyz-i âb olur

Deryâ gibi ki cemrede pür-âb ü tâb olur (K. XIII/1 )

Gönül, muhabbet ateşi ile parlak olur. (O da) Derya gibi cemre (düştüğünde) parlaklık ve güzellik kazanır.

Memdûhun gönlü hidâyet nûruyla parlar (K. XL/15). Onun gönlündeki nûr ve îmân, şairin şevklenmesine yol açar:

Kasd-ı cer ile seni sâ'im iken medh itdüm

Şevklendürdi derûnundaki nûr ü îmân (K. XLV/42 )

Senin gönlündeki nûr ve îmân bana şevk verdi de (daha fazla) sevap kazanmak ümidiyle seni oruçlu iken övdüm.

2.4. Mutasavvıflar ve Tasavvufî Tipler 2.4.1. Abdülkâdir Geylânî

Sâbit Dîvânı’ndaki XIV. Kaside, Kâdiriyye tarîkatının kurucusu olan Abdülkâdir Geylânî’ye (H. 470/M. 1077)129 ithaf edilmiştir. Şair, onun bulunduğu yeri Rıdvan bahçesine benzetir (K. XIV/1). Onun ölümsüzlük mülkünün pâdişâhı (K. XIV/5) hikmetin gayb dilini bilen, kutsallık sırlarının mahremi, sırr-ı Sübhânî'ye vakıf biri (K. XIV/7) olarak anlatır. Ayrıca o, saygıdeğer bir şeyh, mürşit, âlem kutbunun medârı ve tarîkat kurucusudur (K. XIV/8). Onun nesli zincirleme olarak Hz. Peygamber’e kadar uzanır:

Şerîf-i nesl-i Ahmed seyyid-i zî-şân ced-ber-ced

Gül-i âl-i Muhammed gonca-ı gülzâr-ı Adnânî (K. XIV/10 )

Hz. Muhammed'in soyundan, dededen dedeye şeref sahibi seyyid olan (Abdülkâdir Geylânî) Hz. Peygamber'in ailesinin gülü ve Adnan cennet bahçesinin goncasıdır.