• Sonuç bulunamadı

GİRİŞ Çalışmanın Konusu

XVII. Yüzyıl ve Klasik Türk Edebiyatı

7. Hadis-i Erba‘in Tercüme ve Tefsiri: Kaynaklarda böyle bir eserin varlığından

1.9. Cehennem ve İlgili Mefhumlar

1.10.21 Kader ve Kazâ

Kader kelimesi “gücü yetmek; planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek; rızkını daraltmak” gibi anlamları olup “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi” olarak tarif edilmektedir. Kazâ ise “hükmetmek; muhkem ve sağlam yapmak; emretmek, yerine getirmek” anlamlarının yanında “Allah’ın nesne ve olaylara ilişkin ezelî planını gerçekleştirmesi” olarak da tanımlanmaktadır (Yavuz, 2001:58).

Sâbit, kaderden şikâyet eder; fakat ehl-i sünnet inancına aykırı bir şey de düşünmez. Tüm hükümlerin Allah’a âit olduğunu kabul edip “bâb-ı tevekkül”de bekler (G. 54/3). Dîvânda “dest-i kazâ” (K. V/6, T. 25/7), “dest-i kazâ-yı lem-yezel” (K. XVIII/43), “hâdî-hân-ı kazâ” (G. 74/3) ve “sultân-ı kazâ” (G. 32/5) tamlamalarıyla kastedilen Allah’tır. Şair, kazâ terimine, oğlu İsmail’in vefatı üzerine yazdığı bir tarihte “kazâ mellâhı” vücût gemisini sâhili olmayan bir fenâ denizine saldı” şeklinde yer verir (T. XLIII/2). Başka bir şiirde ise kaderin âlemin alın yazısı olduğunu, bunun da Hz. Muhamed’in sünneti olduğunu söyler:

Ser-nüvişt-i cebîn-i ‘âlemdür

Sünnet-i Mustafâ imiş el-hakk (T. XLIV/10)

O hakikaten âlemin alnındaki yazı/kader, doğrusu Hz. Pyegamber’in sünnetidir.

Klasik şiirinde sevgilinin kaş, göz ve gamzelerinden, âşığın bağrına kazâ oklarının geldiği bilinir. Sâbit Dîvânı'nda da sevgilinin kan dökücü bakışı “tîr-i kazâ”ya benzetilir (G. 76/5). Üstelik o kan dökücü gözün yaptığını ne kazâ kılıcı ne de cellâdın hançeri ne yapabilir:

Çeşm-i hûn-rîzün dil-i mecrûha bir kâr ider

Anı ne tîg-i kazâ ne deşne-i cellâd ider (G. 116/2, K. XXXII/15)

Sevgilinin kan dökücü gözü, yaralı gönüle (öyle) bir iş eder ki onu ne kazâ kılıcı, ne de cellâdın hançeri yapabilir.

Özellikle kaside ve tarihlerde kazâ ve kader, devlet adamlarının yardımcısı oldukları gibi fermânlarına boyun eğen de olurlar. Kazâ kelimesinin aynı zamanda yay “kavs-i kazâ” (G. 168/6), ok “tîg-i kazâ” (K. XXXVII/52) ve peykân “temren” (K. XXXIX/20) gibi savaş âletleriyle birlikte kullanıldığı görülmektedir. Memdûh, düşmanı Ankâ’ya süvar olsa bile öfke ile önlenemez kazâ gibi gelip yetişir (K. XVII/13). Memdûh “Cerrâh-ı kazâ” olup düşmanın yaralarını ok iğnesi ile diker (T. VIII/18). O, öyle kuvvetlidir ki tîg-i kazâ olan peykânı, El-Burz dağlarını btîg-ile deltîg-ip geçer (K. XXXIX/20). Memdûh, “neşşâb-ı kazâ” yani kazâ okçusu olur ve isterse şimşek hızıyla hareket eder ve çarhın uçan nesr yıldızının kanatlarını bile döker (K. XX/20). Memdûhun şimşek gibi oku kaderin okuna benzetilir (K. XVII/39). Onun atının süratinden bahsederken şair, kazânın uçan atı olduğunu söyler (K. XXXIX/23). Memdûh, cihangirlik planları kurduğu takdirde, kaderin fuyûzât askerleri ona yardım eder (K. XXXII/28). Kader sofrasının aşçıbaşısına çarh her akşam şafak havlusunu serer (K. XLI/36). Memdûhuna duâ ederken şair, ona kaderin arka çıkmasını, kazânın da yardımcı olmasını ister (K. XVI/53), kazâ hükümlerinin onu peygamber derecesine koymasını diler (K. XXXVII/59). Memdûhun ölümü sebebiyle çarh, kazânın miktar ve takdirinin hükmünü verir:

Tûmârını tayy itdi müneccim-başınun çarh

Takdir ü makâdîr-i kaza hükmüni virdi (T. XIX/1).

Felek, müceccim başının (hayat) tomarlarını dürüp büktü; kazânın miktarı ve takdırın hükmü verdi.

Dîvânda kazâ ve kader kelimelerinin yanında “baht”, “felek/çarh”, “tâli‘“, “kısmet”in de kullanıldığı, bunların aynı zamanda kazâ ve kader kavramı içerisinde çeşitli inanç ve telakkileri yansıttığı görülmektedir. Genellikle âşık, sevgiliden başka talih ya da felekten de zülum görür (Pala, 2004: 37). Âşık kara bahtlıdır (G. 29/4); zîrâ felek kendisine kutlu yıldızı olan sevgiliyi bir türlü göstermez (G. 140/2). Çarh, cellât olur (G. 58/4) olur, fakat âşık yine de, aşağılık dünyadan feryâd ederek adâlet ister (T. 24/1). Siyah kâseli çarh, âşığa dâimâ keder verir (G. 26/2). Üstelik sürekli zulmeden çarh karşısında insan çâresiz

kalır (K. XVI/35). Şair, bir beyitte feleğin sitem ve kahr pençesini gösterdiğini (K. XXXVII/51), başka bir beyitte ise onun îmânsız bir düşman (K. XXXIV/38), özellikle de mânâ erbâbının eski bir düşmanı olduğunu söyler (K. XL/34). Şair aynı zamanda, Allah’ın lutfu olmayınca felekten kurtulmanın tam olarak mümkün olmayacağı dile getirilir (G. 20/5). Şair, sitem tabiatlı kahredici sipihrin okundan yaralanır (K. XVI/37) ve ayağının düz basması hâlinde feleğe gününü gösterebileceğini belirtir (K. XXII/29). Sözün kısası, şair sürekli zamanla mücadele hâlindedir:

Rüzgâr ile keş-ü-keşde idüm el-hâsıl

Geh felekle gehî bahtumla idüp gavgayı (K. XXII/26)

Bazen felek ile bazen de bahtımla kavga edip, hâsılı zamanla (sürekli) mücâdele içinde idim.

1.11. Âhiret ile İlgili Kelimeler, Mefhumlar 1.11.1. Âhiret

Âhiret, Arapça “ehr” kökünden gelen ve “son, sonra gelen, sonraki” anlamlarında kullanılan bir kelimedir. Kur’ân terminolojisinde “ed-dârü’l-âhira” şeklinde geçen âhiret kelimesi, hem âhiret yurdu hem de âhiret hayatı için kullanılır (Soysaldı, 2001: 44; Bebek, 2000: 5). Âhiret, bu dünyadan sonra, insanların daha önceki hayatlarında kazandıkları kimliklere göre biçimlenecek olan mutluluk veya mutsuzluk tarzında yaşanacak sonsuz hayat anlamına gelmektedir (Bebek, 2005:2). Sâbit, dîvânda bu kelimeyi “âhiret”, “uhrevî” “mâfihâ”, “mükl-i bâkî” “ukbâ” şeklinde zikreder ve âhireti “mülk-i bâkî” adıyla andığı bir beyitte, bu dünya için “âlem-i fânî” terkibini kullanır (K. XIV/5). Başka bir beyitte ise “dünya ve mâfihâ” (K. I/31, T. XLII/52) ifadesi geçer. Şair, gazeliyyat bölümüne başlarken ilk beş beyti “zâd-ı âhiret” (âhiret azığı) olarak isimlendirir (G. 1/5). Aynı zamanda dinsizleri gayba îmân etmeye çağırır ve onlara, “hatt-ı ta’lîk” ile delil gelmeyeceğini söyler (G. 123/3). Ayrıca “âlûde- i dünyâ”’nın kirli elbisesinden öbür dünyada yakasını ancak “pâk-dâmen” kurtararabilir. (G. 13/4). Can ve gönül omuzunda yük olan elbiseyi bırakma önerisinde bulunan şair (G. 40/6), başka bir beyitte bu kez zenginlere uyarıda bulunur ve hayrı bu dünyada yapmak gerektiğini söyleyerek âhirette altının ve paranın geçmeyeceğini belirtir:

'Ukbâda o ey mâlik-i dînâr bozulmaz (G. 144/6)

Ey para (mal ve mülk) sahibi! Bu dünyada altını bozup hayır yap zîrâ ukbâda dinar fayda etmez.

Dîvânda, övgüsü yapılan kişilerin âhiret korkusuna da yer verilir (T. XLII/49). Yine onların eşi ve benzeri bulunmayan varlık, “âmir-i ma’mûre-i ukbâ” oldukları belirtilir (T. XLII/34). Düşmanını yenen Memduh, “ecr-i uhrevî” yani âhiret sevabını kazanır (T. XXI/5). Öldükten sonra ise ukbâya göçüp yüce cennetlerin nimetlerine gark olur (T. XXIII/1, XXVI/5).

Dîvânda ayrıca şarap ile bağlantılı olarak “âhiret kızı” (G. 248/3) ve “âhretlik” (Eb. 167) kullanımlarına yer verildiği görülmektedir.