• Sonuç bulunamadı

Yazarın Ölümle İlgili Düşünceleri

1.3.3. Hüseyin Fellâh

1.3.3.2.1. Yazarın Ölümle İlgili Düşünceleri

Romanda anlatıcı yazarın kendisidir. Burada yazar insanların ölümü dertlerinden kurtulmak için isteseler dahi ölümle karşı karşıya kaldıklarını gördüklerinde ölümden kaçmanın yollarını aradıklarını ifade etmektedir. Anlatıcıya göre insan ne kadar uzun yaşarsa yaşasın ölmek istemez. Ölümün yaklaştığını, bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünmek istemez. İnsan hayatı, yaşamaya değer bulmadığı zamanlarda dahi ölmek yerine yaşamayı seçer.

“Eyvah! Bizim bîçare karılar burç içinde idiler! Ama ne zararı var? Zaten onlar ölümü istida ediyorlardı. İşte ölüm kendi ayaklarına geldi. Öyle değil mi muharrir efendi? Öyle değil efendim! Siz insanoğlunun husûsiyyet-i ahvâlini tanımaz mısınız? Bunu tanımazsanız bari ölümü istida eden odun yarıcının hikâyesini olsun işitmediniz mi? Pek meşhur bir hikâyedir. Seksen yaşını tecavüz etmiş bir odun yarıcı birgün, hem de temmuz günlerinin birisinde yarım çeki odunu sırtına yüklenmiş olduğu hâlde ormandan gelirken yolda tab u tüvânı kesilir. Vücudu titremeye başlar. Teri içinde

Çektiğim meşakkatlerin, yorgunlukların hepsi âlemde bir lokma ekmek yiyip nefes almak için mi? Hâlbuki aldığım nefesi de ah ederek salıveriyorum. Böyle yaşamaktan ölmek evlâdır!’ diye sırtındaki yükü yere atıp ölümü çağırmaya başlar! Olacak bu ya! Ölüm dahi herifin sesini işitip iki çukur kemikten ibaret kalmış olan gözlerinden topraklarını dökerek oduncunun karşısına gelir. ‘Ne istiyorsun? Beni niçin çağırıyorsun? der. Oduncu bunu görünce aklı başından giderse de yalanı derhâl tederrük ederek ‘Evet! Ölüm efendi evet! Yüküm sırtımdan yere düştü! Kaldırıverecek kimse yok. Bunu kaldırıveresin diye seni çağırdım.’ der. Ölüm hakkında odun yarıcının verdiği şu cevap âlemde her ölümü nida edenlerin vereceği cevaptır.

Bizim ana ile kız dahi istida etmekte bulundukları mevti karşılarında görünce haşyetlerinden titreyerek birisi bir köşeye ve diğeri diğerine sindi. Büzüldü, dondu kaldı. Nefes almak kendilerini ilân edecek bir gürültü çıkarır havfıyla nefeslerini bile hapsetmek isterlerdi.” (s. 13)

Burada anlatıcı, ölümün insanlar tarafından kendilerinden uzakta olduğunu bildikleri zaman istenilen bir şey olduğunu ancak ölümle karşı karşıya kalındığında ise aynı insanların kendilerini kurtarmanın yollarını aradıklarını ve bunun insanların hepsinde bulunan bir özellik olduğunu belirtir. Özellikle odun yarıcı hikâyesinde ölümün tasviri dikkat çeker. Ölüm, burada iki çukur kemikten ibaret kalmış gözlerinden topraklarını döken bir iskelete, başka bir söyleyişle bir kuru kafaya benzetilmektedir. Ölüm İslam inancının etkisiyle ölüm meleğiyle özdeşleştirilmemiş, onun yerine gözlerinin çukurlarında topraklar olan bir kuru kafayla özdeşleştirilmiştir. Burada insanın ölümden sonra alacağı biçim, ölümün insana, insan vücuduna ne yaptığı net bir biçimde ifade edilmiştir. İnsan vücudu toprağın içinde yalnızca kemikleri kalacak biçimde çürüyecek ve yok olacaktır. Burada ruh yoktur yalnızca beden vardır. Ölüm de bedene yapacakları ile özdeşleştirilmiştir.

“Kendi derdini düşünmekte idi. Çünkü nefsini füruht etmek ne kadar büyük, ne mühim, ne müşkil bir şey olduğunu Şehlevend pek âlâ biliyordu. Ya bir vakit Şehlevend dahi ol küçük hanımlardan değil miydi ki konaklarında bir cariye şayet kırbaç altında helâk olursa yalnız onun kıymeti kadar bir meblağ telef olmuş idügi hesap olunarak yoksa bir nefis helâk olduğu asla hesaba katılmaz? Niçin katılsın? Telef olan şey insan değildir ki! Cariyedir! Kuldur! Esirdir! Paraları saydıkları gibi yerine dört tane daha mübayaa olunur. İnsan odur ki akçe ile satın alınamaz. Şehlevend işte bu hâlleri de görmüş bir kız idi.” (s. 32)

Yazar burada esaret altındaki insan yaşamının ne kadar değersiz olduğunu dile getirmiştir. Esir olan kişinin insan olarak görülmemesi, öldüğünde esire harcanan paraya üzülündüğünü belirtmesi dikkate değerdir. Anlatıcıya göre insan hayatı değerli olduğu için insan köle olmamalıdır.

Ahmet Midhat Efendi ölünün ardından üzüntü duymanın da ölen kişiyi tanımakla ilgili olduğunu dile getirir. Yazara göre insanlar tanıdıkları insanların ardından daha çok üzülmektedirler ve bilmedikleri insanların ölümleri ne kadar trajik olursa olsun insanları daha az üzmektedir.

“Bir gemi batsa içinde otuz kişi boğulsa bir ‘Vah vah vah!’ otuzuna da kifayet eder. Ancak bunlar meyanında tanından bir adam olsa tessüfü bir hayli müddet bâki kalır.” (s. 44)

Ahmet Midhat, kendisinden önce yapıldığını söylediği benzetmeyle sayılı gün ve para arasındaki benzerliği gözler önüne sermektedir. Ömrün ne zaman biteceğinin belli olmaması ve bir gün biteceğinin bilinmesi düşüncesine dikkati çeken yazar, ömrün paradan ayrılan yönünün bu özelliği olduğunu ifade eder. Yazara göre ömrün ne zaman biteceğinin bilinmemesi, onun körü körüne geçirilmesine neden olmaktadır. İnsanların nasıl yaşadığını bilmeden ölüme doğru gittiklerini ifade etmektedir. İnsan doğduğu andan itibaren kendisi için uygun görülen zamandan harcamaktadır. Her gün insanın kendi ölümüne biraz daha yaklaşması anlamına gelmektedir.

“Nakd-i mevcudun sarfı âdeta ömrün insırafına şebih olduğu bizden başka yerlerde ve zamanımızdan başka zamanlarda dahi fark edilmiş birşeydir. Fark edilmiştir ki ‘Vakit nakittir.’ demişler. Eğer onlar yalnız kıymet cihetini nazar-ı dikkate almış olsalar bile biz insıraf cihetini de mütenasip bulmaktayız: Bir sandığa nakd-i ma’dûd koydunuz. Bir yandan da sarf etmeye başladınız. Eminsiniz ki bu nakdin son kuruşu alınıp sandıkta hiçbir şey kalmadığı zaman dahi olacaktır. Defter-i ömre bir miktar vakit kaydeylediniz. Hergün birazını sarfla mahsubunu yürütmekte yani masrufu mevcuttan tarh etmektesiniz. Eminsiniz ki bu tarhın hasıl-ı tarhı sıfıra müsavî olduğu bir zamanı da göreceksiniz. Şu hâle göre vakitle nakdin bir farkı kalırsa o da sandıkta mevcut olan nakdin miktarı malûm olarak ona göre sarfetmek ve defter-i hayatında mukayyet bulunan vaktin ise miktarı malûm olamayacağından ale’l-amyâ imrar eylemek suretinden ibarettir.” (s. 46)

1.3.3.2.2. Roman Kişilerinin Ölümle İlgili Düşünceleri: 1.3.3.2.2.1. Baş Kişinin Düşünceleri

Şehlevend

Şehlevend, Romanının baş kişisidir. Şehlevend, babası kendisini öldürdükten sonra yiyecek ekmekleri dahi olmadığı için annesiyle birlikte kendisini öldürmeyi tasarlar. Ancak anlatıcının odun yarıcı hikâyesinde anlattığı gibi ölümle karşı karşıya gelince bunu yapamaz. Annesi ile konuşurken Şehlevend, ölümü karanlık olarak tarif eder.

“Kız- Onun bir adı yok mu?

Ana- Kendimizi kurtarmak için kızım.

Kız- Yani kendimizi öldürmek, denize atıp boğmak için! Öyle değil mi?

Ana- Aman Şehlevend! Söyleme söyleme! Üstüme fenalık geliyor! Ah ne idi o denizin karanlığı?

Kız- Zati ölüm bir karanlıktan ibaret değil midir anacığım! Ölümü göze aldırdıktan sonra karanlıktan niye korkmalı?

Ana- Yalnız karanlık mı ya? Koca denizin ateş kesildiğini görmüyor muydun?

Kız- Demek oluyor ki hem kendini öldürmek istiyordun, karanlıktan aydınlıktan filandan korkuyordun. (s. 11)

Burada annenin kendilerini denize atmayı tasarladığını, aralıksız yağan yağmur ile denizin karanlık olmasından ve ara sıra çakan şimşekle de denizin ateş kesilmesinden korktuğu konuşmalarından çıkarılabilir. Şehlevend ölümü göze alanın karanlık ya da aydınlıktan korkmayacağını dile getirmektedir. Ona göre ölüm bir karanlıktan ibarettir ve onda korkulacak bir şey yoktur.

Şehlevend ve annesi ölümü istemektedir ancak onların istediği ölüm, onları yataklarında karşılayacak bir ölümdür. Onlar ölmek isteseler de kendilerini öldürmek istememektedirler. Ölümün kendilerini bulmasını ve bunun acısız olmasını dilemektedirler.

Şehlevend sokakta kaldıklarında, karınlarını doyurabilmek için kendisine ölüm kadar acı görünmesine rağmen dilencilik yapmıştır.

“İyi ama avuç açmayıp da ne yapacak? Ölüm kadar acı imiş! Halbuki Şehlevend ölüme de razı oldu. Ondan ötesi var mı?

Var! Ölümden öte gâvur köyü yok derler, ama başka bir şey vardır, o da namustur! Şehlevend bunu da bilirdi! İşte bunu da bildiği için gayeti nazarında ölüm kadar acı olan züll-i suâli irtikab edebildi.” (s. 24)

Şehlevend, yatağında ölmenin mesut insanlara nasip olduğunu düşünmektedir. Eski Yunan’da ve Eski Türklerde yatağında rahat ölmek, istenmeyen bir ölüm biçimiyken Şehlevend ve Hasna Hanım için yatağında herhangi bir hastalıktan ölmek istenilen bir ölüm biçimidir. (Tryjarski, 2012: 46) Anne ve kızın istediği, ölümün onları gelip bulmasıdır. Denize atlayarak ya da yüksek bir yerden atlayarak kendilerini öldürmek isteseler de bunu yapamazlar.

“Şehlevend’in nazarında esaret yarı ölüm sayılırdı. Vakıa ölümün yarısına değil rub’una, öşrüne bile razı olmak pek müşkil ise de kızcağız hatta validesiyle beraber ölümün tamamı tamamına helâk olmasına nisbetle ikisinden birisinin nısf-ı memata razı

olması daha kârlı çıkacağını hesaba başladı. Bu hesabı ne kadar tekrar eylediyse hiçbir sehvini göremeyip pek tamam, pek doğru buldu.” (s. 32)

Yukarıdaki cümlelerden anlaşıldığı üzere Şehlevend aslında bir biçimde kendini ölüme hazırlamaktadır. Özgürlüğünü bıraktığı için kendisini yarı ölü olarak düşünen Şehlevend’in iki kişinin birden ölmesindense kendisi için yarı ölüm demek olan esirliği seçmesi dikkate değerdir.

Şehlevend annesiyle konuşurken ölümü uykuya benzetmektedir. Kendi ölümünden korkmayan Şehlevend’i, annesinin ölümü korkutmaktadır. Kendisiyle birlikte annesinin de ölecek olması düşüncesi onun esir olmaya razı olmasına neden olmuştur. Ölümü düşünen insanlarda, geride kalanların kendileri olmadan ne yapacaklarının düşünülmesi, onları bırakıp gidecek olma düşüncesi, insanların ölüm kararı almalarına engel olan düşünceler arasındadır. Kişinin kendi ölümünden daha çok yakının da onunla birlikte ölecek olması onun ölüm kararından uzaklaşmasına neden olur.

“Ölüm ise beni bundan sonra asla korkutmayacak bir uyku veyahut baygınlıktır. Bahusus dün gece sen mani olmamış olsaydın…” (s. 40) aynı durum Şehlevend’in annesi için de geçerlidir. Hasna Hanım da kızının genç yaşta kendisi ile birlikte ölecek olması düşüncesi nedeniyle denize atlamaktan vazgeçmiştir.

1.3.3.2.2.2. Yardımcı Kişilerin Ölümle İlgili Düşünceleri

Hasna Hanım

Düştüğü yoksulluktan kurtulmak için ölümü bile göze alan Hasna Hanım, kızı Şehlevend’in ölmek için çok genç olduğunu ve onun dünyaya doyamadığını düşünmektedir. Aynı zamanda Hasna Hanım, ölmek için gittikleri deniz kenarında aralıksız yağan yağmur nedeniyle karanlık olan ve ara sıra çakan şimşekler nedeniyle ateş kesilen denize atlayarak kendini öldürmekten korkmuştur.

“Kız- Buraya hiç gelmemeli idik demek istiyorum. Şuraya hendek üzerine çıkıp kendimizi aşağıya attığımız…

Ana- Ee sen, sen de mi?

Kız- Vay beni bu hâlde bırakıp da yalnız kendini mi kurtaracaksın? Ana- Ah gözüm nuru! Sen daha dünyana doymadın!

Kız- Ben dünyamdan bıktım bile. Benim kadar, benden genç kızlar genç yaşlarında dağ gibi tekerlenip gidiyorlar. Can hususunda ne farkımız var? Tut ki kara humma ile de ben gitmişim!

Kız- Ne yapalım anacığım! Dünyada o saadetli ölüm dahi mesutlara nasib oluyor. Bizde talih olsa idi bir kere bu dereceye gelmezdik. Geldikten sonra!.. Bizim gibilerin ölümü nasıl olur? Elbette böyle olur. (s. 11-12)

Laz Mehmed Ali

Şehlevend’i esir olarak satılmaya ikna eden ve onu satan Laz Mehmed Ali, insanların ölüme razı olduklarında dahi sevdiklerinden ayrılmaya razı olmayacaklarını söyler.

“Laz- Haniya şimdi ölüme razı oluyor idin ya? İşte insan kısmı böyledir. Şimdi dünyasından ayrılmaya razı olurken, yine şimdi bir anasından ayrılmaya razı olmaz!..” (s. 31)

Ömer

Şehlevend’i seven erkeklerden biri olan Halatçı Ömer, Şehlevend’in intikamını almak isterken yakalanmış ve küreğe mahkûm edilmiştir. Ömer küreğe mahkûm olarak yaşamaktansa ölmeyi düşünmektedir ancak prangalanmış bir durumda olduğu için bunu gerçekleştirememektedir. Ömer de Şehlevend ve Hasna Hanım gibi ölümün kendisini gelip bulmasını beklemektedir. Kendisini öldürecek herhangi bir şeyin acısına katlanmaktansa çektiği acılara katlanmayı sürdürmeyi düşünmektedir. Ona göre bu yalnızca süreyi uzatmaktadır. Sonuç olarak Ömer, bu acılara katlanarak daha uzun bir süre sonunda öleceğini düşünmektedir.

“-Ah! Bu kürekte bulunan adam kendisine kıyamayacak da. Ayağımdan zincir ile mıhlanmışım! Başka bir alet-i helâk de vermiyorlar… Ama ne zararı var? Yine kahır zehiriyle zehirlenip gidecek değil miyim? Biraz geç olacakmış. Geç olsun da güç olmasın. Kafamı küpeşteye vura vura kırmaktan ise acılar içinde kıvrana kıvrana gebermek daha kolaydır.” (s. 56)