• Sonuç bulunamadı

4.3. YÜRÜTMENİN KARŞILAŞTIRILMASI

4.3.2. Yürütmenin Dış Politika Karşılaştırılması

Dış politikayı yönlendiren yürütme organı bu yetkisini kullanırken parlamenter sistemde ve başkanlık sisteminde farklılık göstermektedir. ABD başkanlık sisteminde bu görevi başkan tek başına yürütürken, Türkiye’deki parlamenter sistemde bu görev başbakanın başkanlığında bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanı arasında paylaştırılmıştır. Bu görev ayrımı dış politikada daha açık bir şekilde hissedilmektedir.

Resmi olarak genel bir bakış ile Türkiye Cumhuriyeti dış politikasında karar süreçlerinde rol oynayan üç kurum vardır. Bunlar cumhurbaşkanlığı, hükümet ve dışişleri bakanlığıdır. Ama bu kurumlar arasındaki ilişki tam olarak anayasada karara bağlanmış değildir. Bu üç kurum arasında işbirliği ve ortaklık olabileceği gibi anlaşmazlıklar ve zıtlaşmalar olabilir. Anlaşmazlık ve zıtlaşma durumunda kimin daha etkili olabileceği bu üç kurumun başında olan kişilerin kişisel özelliklerine bağlıdır. Eğer çok hırslı ve karizmatik bir cumhurbaşkanı varsa zayıf etkisiz bir başbakan ve dışişleri bakanından rol çalabilir dış politikada daha etkin olabilir. Tersi bir durumda güçlü bir başbakan ve dışişleri bakanı cumhurbaşkanının kararlara katılımı engelleyebilir (Gözen, 2009: 12-16). Anayasada dış politika ile ilgili bu üç kurumun görev alanlarındaki esneklikten dolayı çatışma yaşanılması kaçınılmazdır. Çünkü hem gücü parçalayıp hem de her güce esnek alanlar verilerek birbirlerinin görev alanlarına müdahale etmelerinin yolu açılmıştır. Buda dış politikayı iç politik çekişmelere kurban edilmesine neden olmaktadır.

Soysal’a göre, demokratik sistemlerde yönetim ister parlamenter ister başkanlık olsun, normal durumlarda tıkanırsa dış politikanın iç politikaya alet edilmesi kaçınılmaz olur (Soysal M., 1964: 225-226). Başkanlık sisteminde böyle bir tıkanma olmaması için başkana esnek bir hareket alanı sunulmuştur. Bu noktada siyasi tıkanma konusunda parlamenter sistemin tıkanması ancak erken seçimle aşılabilir ki buda birkaç ay zaman alacağı için dış politika ikinci plana itilir ve iç çekişmeler baş gösterir.

Parlamenter sistemde Türkiye’de olduğu gibi iç ve dış siyaseti belirleyen hükümet olduğundan hükümet istediği kişiyi atama hakkına sahiptir. Başkanlık sistemindeki gibi meclisin onayına gerek yoktur. Cumhurbaşkanının onayı yeterlidir (Arı, 1999: 256-258). Bu durum uluslararası anlaşmalarda da geçerlidir. Türkiye’de başbakan ve dışişleri bakanı veya hükümetin yetki verdiği bir bürokrat anlaşmaları müzakere eder, meclis uygun görür ve cumhurbaşkanı onaylayıp yayınlar. ABD’de ise bu durum biraz karmaşık hale gelmiştir. Yasama uluslararası anlaşmaları ret etme hakkına sahiptir. Bundan dolayı başkan sahip olduğu esnek alandan faydalanarak mecliste basit çoğunluk ile geçmiş olan bir yasaya dayanarak yürütme anlaşmaları yapmaktadır. Ama üst derece önem arz eden anlaşmalarda insiyatif senatoya verilmektedir. Örnek olarak milletler cemiyeti ve Kyoto sözleşmesi senato tarafından ret edilirken, Salt 2 anlaşması senatonun kararının aksi yönde olacağını gören başkan Carter anlaşmayı geri çekmiştir. Yasamanın dış politika üzerinde belirleyici olduğu bu anlaşmalar gibi dış politika üzerinde de asıl belirleyici olduğu savaş ilanıdır. Ama bu noktada da yürütme yine o geniş alanından faydalanarak başkomutanlık sıfatı ile başka ülkelere asker gönderebilir. Türkiye’de ise yürütmenin sadece cumhurbaşkanı kanadı bu yetkiyi belli hallerde kullanabilir. Bu durumlar meclisin tatilde ya da ara vermiş olması hallerinde ülkenin ani bir saldırıya uğramasıyla cumhurbaşkanı başkomutanlık sıfatı ile orduyu harekete geçirebilir.

Dış politikada önemli olan kararların alınma süreci ve bunlara kimlerin katıldığıdır. Bütün demokratik ülkelerde dış politika için kararların alındığı önemli kuruluşlar vardır. Amerika’da bu kuruluş ulusal güvenlik konseyidir. Türkiye’de ise bu görevi MGK ihtiva eder. Her iki kuruluş da kendi ülkelerinde dış politikayla ilgili asker, bürokrasi ve yürütme gücünü bir araya getirerek dış politikaya katkı sağlar. Her ne kadar alınan kararlar bağlayıcı olmasa da her iki ülkede de öncelikli dikkate alınır. ABD’de nihai karar başkana aitken, Türkiye’de çift başlılıktan dolayı cumhurbaşkanını direk dış politikanın içine çekerek hükümet ile bu alanda çatışma yaşanmasına sebep olmaktadır.

MGK cumhurbaşkanının isteği üzerine toplanır. Cumhurbaşkanının başkanlığında ya da cumhurbaşkanı olmadığı zamanlarda başbakanın başkanlığında toplanır. MGK toplantılarının gündemi başbakan ve genelkurmay başkanının yardımı ile cumhurbaşkanı tarafından hazırlanır. Dış politikada önemli kararların alındığı MGK

toplantılarında cumhurbaşkanı en üst tepede oturarak dış politikada yetkin bir konuma gelmektedir (Gözen, 2009: 12-16). ABD’de bu alanda başkan tek olduğundan alınan tavsiyeleri kullanıp kullanmamakta özgürdür.

4.4. TÜRK DIŞ POLİTİKA KRİZLERİNDE SİSTEMİN ROLÜ: KARDAK KRİZİ, KIBRIS HAREKATI VE KÖRFEZ SAVAŞI ÖRNEKLERİ

Türkiye dış politikasında ilk demokratik seçimlerin yapılması ile 1950’lerden sonra sistemin dış politikada arızalar yaratmaya başladığı görülmüştür. Özellikle dış politikada yaşanan krizler her ne kadar bölgesel ya da uluslararası sistemden kaynaklanıyor olsa da bu krizleri yönetmede hükümet sisteminin iyi bir yönetim sergileyemediği görülmüştür. Dolayısı ile bazen Tansu Çiller gibi başbakanlar Kardak krizinde kararlı tutum sergilemiş olsa da sistemin güç dağılımları başbakanın yüksek sesini kısmıştır.

Kardak kayalıklarına yunan askerlerinin çıkıp bayrak asması sonrasında başbakan Tansu Çiller “o bayrak inecek, o asker gidecek” deyip gösterdiği kararlılığı ne dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ne de dönemin askeri kanadı göstermiş ve Yunanistan’ın elini güçlendirmiştir. Davutoğlu’na göre Aralık 1995’te kayalıklara çarpan Türk gemisinin kurtarılması çalışmalarına yunan tarafının da katılımına müsaade edilmesi, Türkiye’nin kayalıklar üzerinde kararlı bir egemenlik hakkına sahip olmadığını göstermiştir. Bu durumu iyi değerlendiren Yunanistan Türkiye’deki siyasi belirsizlikten de yararlanarak kayalıklar üzerinde hak iddia etmiştir (Davutoğlu, 2013: 173). Bu olay Türkiye’nin yanı başındaki bir adanın hükümetin güçsüzlüğünden dolayı Yunanistan’ı dahil ettiği bir dış politika krizidir. Bu dönemde başbakan olan Tansu çiller özellikle dış politikada etkin olmak için yoğun çaba harcamış olsa da hükümetin koalisyon olması ve farklı dış politika anlayışına sahip olan partilerden kurulması zaten parlamenter sistem içinde zavallı bir halde olan yürütmenin sorumlu tarafı daha da nötürize edilmiştir. Bundan dolayı hükümet içinde zıtlaşmalar oluşmuş ve sık sık bakanlar değiştirilmiştir. Hatta Türkiye siyasal hayatında en çok bakan değiştirilen dönem olmuştur (Sönmezoğlu ve Bayır, 2014: 594). Buna benzer bir kriz daha önce 1974’te Kıbrıs harekatında yaşanmıştır.

Kıbrıs harekatında Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın partilerinden oluşan koalisyonda başbakan Ecevit ve başbakan yardımcısı Erbakan harekatın kapsamı

konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bu anlaşmazlık harekat sonrasında hükümetin istifa etmesine ve yeni siyasi krizlerin oluşmasına neden olmuştur (Arık, 2015: 119- 133). Erbakan askeri harekatın genişletilmesi taraftarıyken Bülent Ecevit ise Cenevre konferansında olayın diplomatik bir şekilde çözme taraftarıydı. Nitekim birinci Cenevre konferansında Rumların verdiği taahhütleri yerine getirmediği Türk köylerine saldırı yapmaya devam ettiği ve katliamlarına devam ettiği görülmüştür. Bu da Kıbrıs’a ikinci bir harekât yapılmasına imkân vermiştir.

Kıbrıs harekatını Türkiye parlamenter sistemi üzerinden değerlendirirsek, hükümetin koalisyon olması ve koalisyon ortaklarının farklı dış politika anlayışına sahip olması harekatı ve diplomasiyi etkin kullanamamasına sebep olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak Amerika’nın silah ambargosuyla ve İngiltere’nin dolaylı tehdidiyle karşılaşmıştır. Bu harekat mevcut sistemin bir sıkıntısını daha ortaya çıkarmıştır. Bu sıkıntı harekat sonrasında kamuoyunda “Karaoğlan” lakabıyla anılan başbakan Bülent Ecevit bu desteği oya dönüştürmek için erken seçim kararı almıştır. Böylece bu sistemin kendi gücünü artırmak için keyfi bir şekilde erken seçim kararı alınabileceğini ortaya koymuştur. Bu tür sorunlar aslında sistemin doğasından kaynaklandığı su götürmez bir gerçektir. Diğer tarafta sistemin bunlara ek olarak anayasal görev alanları çizemediği yürütmenin her iki kanadı arasında da bazı yetki kullanma sıkıntıları olmuştur. Zaten iki yürütme gücü yaratıp görevlerini tam olarak belirtmek neredeyse imkansızdır. Bunun en bariz örneği körfez savaşında görülmüştür.

1990-1991 körfez savaşında Türkiye’nin izlediği dış politika ve bu dış politikanın Türkiye siyasal sisteminin karar alma sürecini nasıl işlediğini anlamamız için iyi örnek sunmaktadır. O dönem cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, kendi partisini siyasi deneyimi az olan yıldırım Akbulut’a emanet etmişti. Bunun doğal sonucu olarak Özal hem kendi yetkilerini hem de başbakan Akbulut’un yetkilerini kullanarak dış politikada etkin olmuştu. Hatta bunu eleştirenlere Özal anayasadaki yetkilerini kullandığını söyleyerek yetkileri dışına çıkmadığını ileri sürmüştür. Hatta dış politikada başat rol oynayan MGK askeri gücü oluşturan genelkurmay başkanı Necip Toruntay’ın seçilmesi Özal’ın başbakanlığı döneminde Özal’ın yaptığı bir manevra ile olmuştur. Özal genelkurmay başkanlığı için birinci aday olan Necdet Uruğ’u atlamış yerine Necip Toruntay’ı seçmiştir (Gözen, 2009: 17-19). Cumhurbaşkanının dış politikada bu denli etkili olması kendisinin de ifade ettiği gibi anayasal olarak verilen yetkilerden

kaynaklanmaktadır. Ama sorumlu tarafın güçsüz olması sorumsuz kanadın etkili olmasını sağlamaktadır. Bu örnekler ışığında parlamenter sistemin Türkiye’de ne dış politikada ne de diğer alanlarda iyi bir izlenim bıraktığı söylenemez.

Parlamenter sistemin İngiltere dışında birkaç İskandinav ülkeleri (İsveç, Norveç ve Danimarka) pek başarılı örnekleri yoktur. Bu ülkeler küçük ve dünyadaki sorunlu bölgelerden uzaktırlar. Bu yüzden Türkiye’yi bu ülkelerle kıyaslamak mantıksızdır. Çünkü 80 milyon nüfuslu bir Türkiye ve bulunduğu coğrafi bölge ile yaşadığı sorunlar itibariyle bu ülkelerden ayrılmaktadır (Kuzu, 12011: 89-98). Balkanlarda geçici bir barışla ertelenmiş sorunlar ile Orta Doğuda hiç bitmeyen sorunlar ve Orta Asya’da gelecekte yaşanması muhtemel enerji mücadeleleri ve tam da bu sorunlu bölgelerin ortasında bulunan Türkiye’nin, parlamenter sistemin sürekli devletin dikkatini dış politikadan iç politikaya çevirmesine ayıracak zamanı yoktur. Bu yüzden bölgede her an değişebilecek güç dengelerine ve oluşan sorunlara hızlı bir şekilde tepki verebilmesi için mevcut sistemin değişmesi şiddetle elzemdir.

4.5. CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNİN BAŞKANLIK SİSTEMİNE