• Sonuç bulunamadı

1756-1763 İngiltere ile Fransa arasında yapılan Yedi Yıl savaşları sonunda İngiltere Fransa’dan Kanada’yı alarak kıtada tek hakim güç olmuştur. Fakat bu savaş İngiltere’yi ekonomik olarak çok zayıflatmıştır. İngiltere bu ekonomik külfetin altından kalkmak için kolonilere şeker vergisi, pul vergisi ve çay vergisi adı altında yeni vergiler yüklemiştir. Koloniler buna karşı birinci kıta kongresini toplayıp İngiltere kralı 3. George’e tepki göstermişlerdi. Koloniler, ticaretin önüne konulan engellerin kaldırılmasını ve kolonilerde yaşayanların rızasını almadan vergi konulmamasını istediler (Bal, 2001: 34-48). Ama ekonomik olarak darboğaza düşen İngiltere kolonilere ağır vergiler yüklemeye devam etmiştir. Bu vergiler münasebetiyle İngiltere ile kolonilerin arası gittikçe bozulmuş ve yer yer çatışmalara varacak kadar durum sertleşmişti. Koloniler Phelidelphia’da birkaç defa toplanıp durumu görüştüler. Başlangıçta bir devlet kurma amaçları olmasa da İngilizlerin sert tutumu ile aralarında sorun yaşayan kolonileri bile aynı masa etrafında toplamış ve hatta aynı devlet altında toplamıştır (Kuzu, 2011: 19-20). İngiltere hükümeti sertleştikçe koloniler birleşmiş ve bu tutum bağımsızlık sürecine doğru gitmiştir.

Bağımsızlığa giden süreç şu şekilde zuhur etmiştir; 5 Eylül 1774’te toplanan on iki koloni (Georgia ilk kongreye katılmadı) Massachusetts kolonisinin asker toplayıp karşılık vereceğini ilan etmesi ve diğer kolonileri de bu direnişe davet etmesi sonucu Philadelphia’da toplandılar. Bu toplantıda uzlaşmacı bir karar çıktı. Bu karar vergi yükümlülükleriyle ilgili bir bildiri ilan etmesiydi. Bu bildiriye İngiltere kralı 3. George asker göndererek karşılık vermesi sonucu, Georgia’nın da katılımıyla on üç koloni 10 Mayıs 1775’te tekrar Philadelphia’da toplanarak ordu kurmaya ve ordunun başına George Washington’u getirerek bağımsızlık kararı aldılar. 4 Temmuz 1776’da ilan edilen bağımsızlık bildirgesi ile insan hakları ve halkların kendi yönetimini seçme özgürlükleri gibi kavramlarının ilk defa resmi bir belgede kullanılması bakımından tarihteki önemli bir demokratik adım olarak nitelenebilir. Bu belgede tüm insanların eşit olduğu ve doğuştan bazı dokunulmaz hakları olduğunu, bu haklar yaşama, özgürlük ve mutluluk gibi hakları da kapsadığını halkların kendi seçeceği bir hükümetle bu hakları getirecek çalışmalar yapması için var olduğunu yani hükümetlerin asli görevi halktan aldıkları yetkiyi halkın yararına kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir. Tüm insanlar eşittir kavramına zenciler dahil değildi. Hatta zencileri de dahil etmek için Jefferson’un

girişimleri kabul görmemiştir. İngilizlerle yapılan bağımsızlık savaşında kıta üzerinde rekabet ettiği ve yedi yıl savaşlarıyla kıtadaki varlığına son verdiği Fransızların intikamı Amerikan ve İngiliz savaşında kolonilere verdiği açık destekle Amerikalıların bağımsızlığında etkili rol oynayarak almıştır. Amerikan İngiliz savaşı 1781’de Yorktown’da İngilizlerin yenilgisiyle sonuçlanarak 1783’te Versay’da yapılan anlaşmayla İngiltere on üç koloninin hepsini tanımak zorunda kalmıştır (Eroğul, 1996: 59-66).

Savaşta kurulan konfederasyonun savaştan sonra devletleri bir arada tutan bir ortak amacı yoktu. Ekonomik güçleri birbirine yakın olan devletlerin birbiriyle ticari menfaatleri yok denecek kadar azdı. Birbirinden bağımsız ekonomilere sahip olan bu on üç federe devletin her biri Avrupa ülkeleriyle ticaret yapıyordu. Avrupa ülkeleri olan İngiltere, İspanya ve Portekiz’le yapılan ticaretler İngiltere ile ilişkilerin bozulmasıyla ticari rekabet bazı federe devletlerin birbiriyle savaşacak duruma gelmesini sağlıyordu. Bazı federe devletleri arasında hala çözülemeyen sınır sorunları devletlerin birbiriyle mücadele etmesinin başka bir sebebiydi. Ayrıca devletler arasındaki sorunlar bunlarla sınırlı değildi. Kuzey-güney, kültürel farklılıklar ve siyahi insanların kölelikleri de devletler arasında başka sorunları oluşturuyordu (Göze, 1998: 483-489). Ayrıca on üç koloninin dokuzu kendi ordularını ve bazıları donanma bile kurmuştu. Savaş öncesi birliktelik gitmiş herkes kendi başına hareket ediyordu. Bunun sebebi bir müeyyidenin olmamasıydı. On üç devleti birleştirecek bir anayasa yoktu. Bütün bu olumsuzluk havasında kurucu babaları olarak anılan Washington, Jay, Madison, Hamilton, Adams, Fraklın ve Jefferson’un mücadelesiyle 17 Mayıs 1787’de kurucu meclisin kurulmasını başardılar. Kurucu mecliste konfederatif yapıdan federatif yapıya geçiş için sert tartışmalar oldu. Hatta birkaç kez görüşmeler kopma noktasına geldi. Bu tartışmaların odak noktası federe devletlerin federal mecliste temsili, federe devletleri ile federal devlet arasındaki yetki paylaşımı ve başkanın konumu başı çekiyordu. Tüm bu tartışmalar sonunda 17 Eylül 1787’de federal anayasa, temsilcilerin çoğunun onayıyla kabul edildi. Ama bu anayasanın kabul edilmesi için federe devletlerin dokuzunun meclisinde onaylanması gerekiyordu. Ama federe devletlerinde anayasanın onaylaması noktasında bazı çekinceleri vardı. Bu çekinceleri paylaşanların temel argümanı federal yapının kişi hak ve özgürlüklerini koruyan yerel organları ortadan kaldıracağını ileri sürmeleriydi. Ama kurucu babalar bu süreçte boş durmayıp ikna çabalarına giriştiler. Bu

ikna sürecinde anayasaya haklar bildirgesini koyma taahhüdüyle kabul edilmiştir (Bal, 2001: 42-47).

Amerika anayasasını hazırlarken şu kıstası dikkate almışlardır, “en iyi hükümet en az hükmeden hükümettir’’ anlayışı ile hazırlanmıştır. Bunun sebebi hem koloniler zamanında kralı temsilen atanan valilerin sert uygulamaları hem de İngiliz parlamentosunun çıkarmış olduğu haksız yasalar nedeniyle her iki güce karşı emniyet almayı zorunlu hissetmişlerdir. Bu yüzden her iki erk arasında bir kontrol mekanizmasını geliştirdiler. Bu kontrol mekanizması “checks and balances” olarak adlandırılan denge mekanizmasıdır (Teziç, 1986: 429-430). Hem İngiliz sisteminin kötü tarafları kontrol ve denge ile iyileştirilmiş hem de yeni sistem oluştururken İngiliz sisteminin işleyen yanları taklit edilmiştir.

Şüphesiz ABD başkanlık sistemini oluştururken İngiliz parlamenter sisteminden ilham alınarak oluşturulduğu su götürmez bir gerçek. Ayrı iki sistemden birinin diğerinin eksikliklerini görüp, bu eksiklikleri giderip iyi olan taraflarını da geliştirip yeni bir sistem ortaya çıkarması ve bu sistemin başarılı bir şekilde işlemesine örnek verilecek tek sistem herhalde başkanlık sisteminden başka bir sistem değildir. Anayasa raportörlüğünü yapmış olan Osman can bu oluşumu şöyle açıklıyor; Amerikalılar bağımsızlık savaşından sonra yeni bir yönetim tasarlarken öyle bir yönetim ortaya koyalım ki kral gibi güçlü olsun aynı zamanda denetime tabi olsun ve gücünü de halktan alsın mantığı ile başkanlık sistemini oluşturmuşlar. Halkın iradesine dayanan bir kral oluşturduk, peki onu nasıl dengeleyeceğiz? İngiltere’deki gibi bir parlamento olmalı yasama işleri kraldan bağımsız ama sadece soyluların değil halkın çıkarını da korumalı ve bunun için halkın iradesine dayanan bir parlamento oluşturuldu. Yargı sistemi de İngiliz sistemine bakılarak oluşturuldu. İngiltere’de yargı işini lordlar kamarasına mensup halkın içinden gelmeyen soylu kişiler tarafından yapılıyordu. Amerika’ya göç edenler alt ve orta sınıfa mensup olanlar oluşturuyordu. Savcı ve yargıçlar halkın oyları ile seçilir. Mahkemeyi yönetmek yargıcın görevi ama nihai kararı veren halkın farklı kesimlerinden oluşan jüri tarafından verilir (Can, 2013: 175- 181). Kanaatime göre bu sistemin işleyişinde aksamaların az olması hem yasama hem yürütme hem de yargı güçlerinin meşruiyeti halkın iradesine bağlı olmasıdır. Aslında bu üç gücün sınırı yasalarla kesin çizgilerle çizilirken, halkın iradesine dayanması

alanlarında güçlü olmasına sebep olmuştur. Bu sert kuvvetler ayrılığının ilkesinin doğal bir sonucudur.