• Sonuç bulunamadı

Edebî metinlerde konuşanın kendi düşüncesini mutlak doğru kabul ettiği yaklaşım, dilde mutlakiyetçilik olarak ifade edilebilir. Tanzimat’la birlikte Türk edebiyatı, Tanpınar’ın da ifade ettiği gibi “mutlakı kaybetmekten doğan bir buhran”a düşer (Tanpınar, 1988: 87). Genel geçer kabul ettiği doğrularından kuşkuya düşen yeni insan tipi artık yüzünü realiteye; gerçekliğin çoklu görünümlerine çevirir. Bu bağlamda yaşanan medeniyet krizi, doğal seyrinde mutlakçı geleneğin sarsılması etrafında oluşur. Ancak sarsılan yekpare geleneğin yerine farklı dünya görüşlerine ve düşünüş biçimlerine göre yeni mutlaklar oluşur. Bunların her biri kendi anlam çerçevesi ve kavram dünyasıyla, prensipleriyle gerek toplum hayatında gerekse edebiyatın dünyasında yer bulur. Şiir, duyuş tarzı ve içeriği bakımından ‘mutlak’ın söylemine uzak düşüyor görünse de bu dilin etkisi altında sanıldığından daha fazla kalmaktadır.

Bu öngörüden hareket eden çalışmamız, 1923-1980 arası Türk şiirinde, mutlakiyetçi dilin görünümlerini açık etmeyi hedefler. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar yaşanan yenilikçi dönüşümlerin Cumhuriyet’le birlikte bir sistem olarak ortaya konulduğu görülmektedir. Ne var ki gelenek, toplumsal hafızanın derinliklerinden kendisini geleceğe taşıyacak olan damarları her zaman bulur. Bu sebeple zihniyetler, yeni şeyler ürettikleri kanısına kapılsalar da esasında onların geçmişi bir şekilde devam ettirdikleri gözden kaçmaz. Bu bağlamda çalışmada ağırlıklı olarak yeni yönelimlerde devam ettirilen geçmiş zihniyetin izleri aranacaktır. 1923-1980 arası Türk şiirinde, dili mutlakiyetçi kılan unsurlar, öncelikli olarak yapısöküm metoduyla tahlil edilecektir. Başvurulacak kaynakçanın yanı sıra Mehmet Kaplan’ın eklektik yaklaşımı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tenkit

24

anlayışından da yararlanılacaktır. Ayrıca geleneğin bir metnin söylediklerinin yükünü taşıma selahiyetini ölçen kriterleri ile oluş ve görünüş arasındaki gerçekliği tespit eden Göstergebilimsel Dörtgen’e de başvurulacaktır.

Eklektik yaklaşım, Mehmet Kaplan’ın metin tahlillerinde bir tarz olarak karşımıza çıkar. Esasında Kaplan, metin tahlillerinde birçok yöntemi birlikte kullanır. Ağırlıklı olarak eseri merkeze alır fakat diğer yöntemlere de eseri tefsirde gerekli olduğu takdirde başvurur. Özellikle metnin biçim ve içerik bakımından yönü, onu tefsirde kullanacağı yöntemi de belirler. Bu bakımdan Mehmet Kaplan’ın yöntemi eklektik yöntem şeklinde de ele alınabilir: “Onun şiir tahlil metodunun özünde edebî eserin her şeyden önce estetik bir yapı olarak algılandığını söyleyebiliriz. Edebî eser ile sanatkârın biyografisi ve devri arasında elbette bir münasebet vardır. Ancak bunlar tek başına eseri izah edemez. Edebî eser sonradan bir çevreye bağlansa bile tek başına bir yapı olarak incelenmelidir. Kaplan, çevre, eser, sanatkâr ve okuyucuya dönük modern eleştiri kuramlarından bazılarını kullansa da ısrarcı değildir. Çünkü edebî eser ‘’münferit bir vakıadır’’, dolayısıyla onu ele alış tarzı da kişiden kişiye veya zamana göre farklılık gösterecektir. Bu bakımdan farklı modern tahlil yöntemlerinden hiçbirisine tek başına bağlı kalmamış, ancak bunların imkânlarından yararlanmıştır” (Canatak, 2007: 153). Bu bağlamda metnin tahlili için yazara geniş bir alan açan bu yaklaşımdan da faydalanılacaktır.

Başvurulacak diğer yöntemlerden biri de Yapısöküm yöntemidir. Bu yöntemin postyapısalcı anlayış olarak da ele alınmasının temel sebebi, bağlam meselesinin yapısalcı düşünce tarafından yüzeysel geçildiğinin düşünülmesidir (Balkın, 2004: 319). Nitekim Fry yazısında “Derrida’nın çalışmalarının –ve bu yüzden yapısökümcülük hakkında- yapısalcılığın gerçekteki hâlinden nasıl kesinlikle ayrıldığı”na (Fry, 2017: 186) odaklanır. Yapısalcı düşünceye göre bir sözün anlamı, içinde yer aldığı bağıntının diğer öğelerine göre belirlenir. Bu durumda bağlam, anlamın ortaya çıkmasında esas saik olarak görülür. Nitekim yazının konuşmaya üstünlüğüne yönelik vurgu bir yerde buna, yazının anlamı sabitlemesine dayanır. Bu ise gösterge sisteminin bir bütün olarak algılanmasının sonucu olarak dile getirilir (Saussure, 2001: 106-123). Çünkü yapısalcı düşüncede kavram ile mana arasında kopmaz bir ilgi vardır. Saussure, dilde sesin düşünceden ayrılamayacağını, böyle bir ayrımın ancak soyutlama ile gerçekleşebileceğini kâğıt örneğiyle açıklar. ‘Dil bir kâğıda da benzetilebilir: Düşünce kâğıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. Kâğıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz.’ Bu ayrım bizi salt ruhbilim veya salt sesbilim alanına ulaştırır. Saussure, her göstergeye bir birlik olarak

25

bakarken Derrida’da gösterenler doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Derrida, sözcük ile düşüncenin gerçekte bir ve aynı olamayacağını söyler. Ayrıca gösterenlerle gösterilenler sürekli olarak yeni kombinasyonlar içinde bulunmalarına bağlı olarak ya birbirlerinden ayrışırlar ya da birleşirler. ‘Dolayısıyla, bu noktada gösteren ile gösterilenin aynı sayfanın iki ayrı yüzü olarak düşünüldüğü Saussurecü gösterge örnekçesinin yetersizliği ortaya çıkar’” (Bircan, 2015: 61-62). Dili bizzat kendi içinde bir sistem (Saussure, 2001: 36-48) olarak değerlendiren yapısalcı düşüncenin bu yaklaşımı edebî metinlere de uygulanır. Metin merkezli bir yaklaşım olarak yapısalcı düşünce yazar ile eser arasındaki ilgiyi büyük ölçüde yok sayar. Çünkü bu düşünceye göre bilinç, dilbilimsel yapılar yoluyla biçimlendirilir. Bu bakımdan dil, diğer bileşenlerden bağımsız, bizzat kendi içinde bir sistem olarak telakki edilir. Yapısöküm metodu ise herhangi bir sabite üzerinden varlığını ikame eden dil, düşünce veya tavrın eleştirisine odaklanır. Derrida’ya göre herhangi bir “sayfayı gerektiği gibi okumak için, katmanlarına ayırmak lazımdır” (Derrida, 2014: 201). Çünkü sözün verili bir içerikle günümüze ulaşması ve her defasında da sözün verili yanıyla yazıya geçirilmiş olması, üretilmiş her anlamın önceden belirlenmiş sabit anlamlara dayandığını gösterir. Bu anlamlardan bazıları bazılarına üstün kabul edilir. Örneğin dili kullanan nezdinde beyaz sözcüğü kara sözcüğü karşısında olumlu addedilerek kullanılır. Oysa hayatın realitelerinde ne beyaz karadan ne de kara beyazdan üstündür. Aynı şekilde “barbarlığı uygarlıktan ayırdetmek için önerilen bütün ölçütler elendikten sonra” (Derrida, 2014: 198) geriye kalanda bir eşitlenme durumu ortaya çıkar. Bu doğrultuda Batı yazın geleneğinde daima birinin diğerine üstün olduğunu dolayımlayan bir kullanımdan söz edilebilir. “Formun, madde; devletin, kitle; zihnin, duyu; kültürün, doğa üzerindeki tahakkümü”nü askıya” (Ranciere, 2012: 47) almaya yönelik yapısökümcü okuma, hiyerarşik anlamsal yapının özne tarafından yapılmış bir anlam yükleme olduğu üzerinde durur ve bu yanıyla dünyayı ve dili kurmaca bir bağlama taşır. Üstünlük burada anlam yükleyen varlık olarak insanın bakışına göre oluşur. Böylece yapısöküm bağlam meselesine yeniden eğilir ve anlamın bağlamın da ötesinde olduğunun altını çizer. Çünkü anlam, ona anlam yükleyenden bağımsız değildir ve söze anlamı ilk yükleyenin bunu hangi hissin ağırlığı altında veya neyin/nelerin yokluğunda yaptığı hiçbir zaman bilinemez. Böylece anlamın keşfedilemezliği kendini açığa çıkarırken onun aynı zamanda sınırsız anlama gelebileceğinin de yolu açılmış olur: “Metnin dışında hiçbir şey yoktur ve metinde ise sürekli ertelenen anlam dizileri vardır” (Derrida, 2006: 8) Böylece hakikatin merkezini daima başka yerde, hep tehir edilmiş bir ‘mahalde’ gören yapısökümcü metot, metnin tek

26

ve mutlak bir doğruyu temsil edemeyeceğini söyler (Sim, 2000: 32-33). Bu da dilin mutlak doğruyu ima eden yanının sağlam bir dayanağının olmadığı sonucunu ortaya çıkarır. Çünkü varlık, her tür anlama öncelenir. O, üzerinden anlam üretilendir. Varlık bir bakıma “unutulmuş olan”dır (Heidegger, 2008: 11-15) ve kendi “haline bırakma”yla (Heidegger, 2008: 87) otantik bir açıklığa kavuşur veya “sıradan aklın örtük yargıları”nda (Heidegger, 2008: 4) gizlenir. “Varlık sorusunun ontolojik önceliği” nin (Heidegger, 2008: 8) sebebi, onun öncelikle “hikâye anlatmak” (Heidegger, 2008: 5) suretiyle aşina kılınamaması, diğer taraftan bizzat varlığın “menşeini başka bir varolana dayandırarak belirlemeye” (Heidegger, 2008: 5) çalışmanın gereksizliğidir. Bu durum, hayatın realitelerinin her tür anlam yükleme yoluyla oluşturulmuş hiyerarşik yapılardan önce geldiğine gönderme yapar. Derrida’nın da üzerinde sıklıkla durduğu hususlardan biri budur ve Batı yazın diline yönelik eleştirisinde sözün verili yapısından kaynaklanan hiyerarşik yapıyı eleştirmesinin kaynağında da bu düşünce vardır. Çünkü o bir tür “aidiyetsiz katılım”ın (Derrida, 2010: xx) imkânına başvurur. “Bir kümenin parçası olmaksızın, bir kümede üyeliği olmaksızın bir katılım” (Derrida, 2010: xx). Yapısöküm, bu bağlamda hayatın realitelerini önceler ve bunu anlamların kendi aralarında kurduğu hiyerarşik yapıyı tenkitle ortaya koyar:

“Öncelikli kılınmış bir şey, oldukça farklı yollarla yapısöküme tâbi tutulabilir. Örneğin, B’ye müracaat etmek suretiyle, niçin A’nın B’ye öncelikli kılındığının veya B’nin nasıl beklenmedik yollar içerisinde A’ya başvurmak suretiyle ikincil bir statüye sahip olduğunun sebepleri keşfedilebilir. Ayrıca, A’nın nasıl B’ye bağlı olduğu/dayandığı veya gerçekte B’nin özel bir durumu olduğu düşünülebilir. Bu alıştırmaların amacı, A ve B arasındaki ilişki konusunda yeni bir kavrayışa ulaşmaktır ki bu daima kesinlikle daha öte bir yapısökümün konusudur” (Balkın, 2004: 320).

Kriz sözcüğü etrafında dile yaklaşan Derrida, dildeki temsil krizinin sebebini dilin daha en başından kurgusal bir anlam yüklemeyle oluşumuna bağlar. Anlam dünyasının verili sözle oluştuğu dikkate alındığında bu durum, anlamlandırılmış dünyanın bir kurmacaya dönüştüğünü gösterir. Hayatın realitelerinin hem söze yüklenmiş anlamlara hem de anlam yükleyenin bakış açısına göre önceliği ve geçerliliği, yorumun mutlak addedilmesinin önüne geçer. Böylece sabit anlama tekabül eden her anlamın yerinden edilebilmesine kapı aralanır (Megil, 1998: 426-436). Bu bakımdan “bu teori ve tekniklerin popülaritesinin bir sonucu olarak “deconstruct” [yapısökmek] fiili, sıklıkla ve oldukça yaygın bir biçimde, bir durumun tutarsızlığını kanıtlamaya veya o durumu eleştirmekle eşanlamlı bir şekilde kullanılır” (Balkın, 2004: 319). Diğer ifadeyle yapısöküm yöntemi

27

“herhangi bir metin içinde geçen kavramların metnin bütünlüğü açısından tutarsız ve ikircikli kullanımlarından yola çıkarak, metnin yazarının kurduğu kavramsal ayrımların başarısızlığını açıklamak amacıyla geliştirilmiş bir metin okuma yöntemidir” (Sarup, 2004: 54-55). Metnin kendi içinde taşıdığı tutarsızlığın açığa çıkarılması için bu yöntem karşıtlıklardan yararlanır. Madan Sarup bu karşıtlıklara ve bunların metin okumaları bağlamında delalet edeceği noktalara değinir:

“Derrida’ya göre bu karşıtlıklardan bazıları şunlardır: “Gösteren / gösterilen, duyulur/düşünülür, konuşma/yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. Nitekim yapısalcılara karşı yönelttiği eleştirilerden biri, yapısalcıların kavramları ‘söküme alma’dıkları, dolayısıyla da bu ikili karşıtlıkları yeterince sorgulamadan kabul ettikleri biçimindedir. İkili karşıtlıklar ne demektir? Bana kalırsa bu karşıtlıklar bize tıpkı ideolojiler gibi şeyleri görmenin bir yolunu sunarlar. İdeolojilerin doğru/yanlış, anlamlı/anlamsız, merkez/çevre, yüzey/derinlik, us(sallık)/delilik, türünden karşıt kavramlar arasında keskin bir ayrıma gittiklerini biliyoruz. Derrida, kendileriyle düşünmeye alıştığımız, bu yüzden de düşüncemizdeki metafiziğin yaşamını sürdürmesine olanak tanıyan şu karşıtlıkları kırmaya çabalamamız gerektiğini söyler: Madde/tin, özne/nesne, yanlışlık/doğruluk, beden/ruh, metin/anlam, içsel/dışsal, temsili/bulunuş, görünüş/öz vb. Öyleyse Derrida’nın önemi şuradan gelir: Derrida bu karşıtlıkları, ancak karşıt terimlerden birinin yalnızca diğeri içinde var olabileceğini göstermek yoluyla altüst edebileceğimiz bir yöntem ortaya koymuştur” (Sarup, 2004: 59-60).

Bu bakımdan “yapıbozum, Derrida’nın ilk ve son dönem yazılarının bütünlüğü göz önüne alınarak, politik ve etik bir kaygıyla kavramsal hiyerarşilerin ve bunların dayandığı kurumsal tüm yapıların ‘öteki’ne yönelik örtük şiddetine karşı sürekli bir tetikte olma hali olarak tanımlanabilir” (Sağlam, 2012: 291). Diğer taraftan yazının birden fazla anlama delalet etmesi yönündeki tespitiyle de o, dilin mutlak anlamda bir doğruyu yansıtamayacağı üzerinde durur. Bu bağlamda şiddet olmaksızın ötekiyle bir ilişki kurmanın mümkün olan yolunun arayışı olarak yapısöküm yöntemi de esas itibariyle “yazarın söylemek istediği ile metnin dile getirdiği anlam arasındaki farka ışıt tutma”yı hedefler (Moran, 2009: 205). Bununla birlikte metnin tek bir anlama hapsedilmesini onaylamayan yapısökümcü okuma, bir diğer yönüyle her tür mutlakçı anlama ve anlatma biçimlerine karşı çıkar. Diğer ifadeyle “metin yorum açısından herhangi bir otorite iddiasında bulunamaz” (Sim, 2000: 30). Mutlakiyetçi dil ise öncelikle sabit anlam üzerine kendini inşâ eder. Verili dile yaslanarak konuştuğu için de sözün verili yapısında yer alan hiyerarşiyi korur. Çünkü dil, gösterenlerin birbirlerine karşı hiyerarşik üstünlüğüne dayanır. Yapısökümcü okuma ise reel hayatın her tür kategoriden önce geldiğinin altını çizer ve her tür hiyerarşiyi hayatın karşısında sönükleştirir. Gösterge sistemindeki anlamın kayganlığı, hakikatin hep bir başka mahalde mukim oluşunun kaynaklarından biri olarak sunulur. Bu ise metnin söylediği ile kastettiği arasındaki tutarsızlığa kapı aralar. Dilde anlamın, yazıldığı ya da konuşulduğu an’ın içinde, oradaki bağlamda âdeta tutuklu

28

olduğunu kabul eder. Bu nedenle eski bağlamın yeni içindeki merkezî konumunu tutarsızlık olarak değerlendirir. Bu durum bir tür anakronizm olarak da ele alınabilir.

Diğer taraftan, metnin gerçeklik düzeyinin tespiti ile ilgili olarak da Göstergebilimsel Dörtgen’den yararlanılacaktır. Göstergebilimsel dörtgen, varlığın oluşu ile görünüşü arasındaki farkı ortaya çıkarmayı hedefler. Bir bakıma varlığın gerçeği ile sahtesini birbirinden ayırt etmede kullanılır. “Bir insan vardır ve yaşlıdır; ama yaşlı gibi görünmeyebilir; yaşlı değildir, yaşlı gibi görünebilir. Yaşlı bir kadın vardır ve gerçekten hastadır ya da hasta gibi görünebilir. Bu durumlarda bu insanlar ya bir gerçekliği ya da bir yalanı temsil ederler” (Uçan, 2008: 129)

Göstergebilimsel Dörtgen: (Uçan, 2008: 130)

A--Olmak---Gerçeklik Ekseni---Görünmek—B

C-Görünmemek---Aldatmaca Ekseni---Olmamak-D

Göstergebilimsel dörtgen, bir şeyin olduğu gibi görünmesini gerçeklik, göründüğü gibi olmamasını yalan, olduğu gibi görünmemesini de gizem ekseni olarak belirler. Örneğin bir kişi zenginse ve zengin görünüyorsa, gerçeklik ekseninde yer alır. Kişi zengin görünüyor ve gerçekte zengin değilse yalan ekseninde bulunur. Kişi zengin olduğu halde zengin görünmüyorsa gizem eksenindedir (Uçan, 2008: 130-131). Olmak ve görünmek arasındaki bu diyalektik üzerinden metinlerin gerçeklik-sahtelik düzeyleri belirlenecektir.

Göstergebilimsel Dörgen’in metin tahlilinde gördüğü işlevi başka yönden ele almaya imkân veren bir diğer yaklaşım ise bir metinde, metni kimin söylediği, metnin kime söylendiği, metni söyleyenin bulunduğu konumun ne olduğu, metnin hangi maksatla kaleme alındığı hususlarının açıklanmasını öngören yaklaşımdır (Süphandağı, 2017: 62). Metnin tutarlılık-tutarsızlık bağlamında düzeyini belirleyen bu yaklaşım, geleneksel belagat anlayışında yer alır. Bu anlayışta başlıkta zikredilen dört kavram, metne soru olarak yöneltilir. Buradaki tutarlılık, sözü söyleyenin onu söyleme salahiyetine sahip olmasıyla ortaya çıkar. Aksi takdirde söylenen sözün geçerliliği kuşkulu kabul edilir.

G iz e m Ek se n i Ya lan Ek se n i

29

Mihail Bahtin’in Karnavaldan Romana adlı eserinde öne çıkardığı monolojik ve çokseslilik kavramları da tezde ideolojik-mutlakçı dilin tespitinde ve yorumlanmasında temel alınacak kavramlardandır (Bahtin, 2014). Karnaval, Bahtin’e göre “edebiyatla edebiyat dışının maksimum temas noktasıdır” (Bahtin, 2014: 24). Karnaval doğası gereği “her türlü resmi konum ve ciddiyete yönelik alay, tüm hiyerarşilerin tepetaklak edilmesi, davranış kurallarının küfür, müstehcenlik, aşağılama, kabalıkla ihlali, bedensel iştahlara yönelik tüm aşırılıkların kutlanması biçiminde kendini dışa vuran bir halk bilincinin mekânıdır” (Bahtin, 2014: 25). Bu bağlamda karnaval çok sesliliğe imkân tanımış olur. Diğer tüm sesleri, onların kendi kimliklerinden feragat etmeden kendilerini ortaya koymalarına zemin sağlar. Roman da Bahtin’e göre edebî türler içinde buna benzer bir doğaya sahiptir. Çünkü “roman diğer türleri içerip, sindirip, yutup yine de roman olma konumunu koruyabilir; ama diğer türler epik, şiir ya da başka bir sabit tür olarak kimliklerine zarar vermeden romansı öğeler içermezler” (Bahtin, 2014: 21). Bahtin, romana bu tarz yaklaşımıyla temel olarak “ötekinin sesine özgürlük tanıyan, yazarlık otoritesini en aza indirgeyen anlatım biçimlerini” yüceltmiş olur (Bahtin, 2014: 32). Diğer ifadeyle bu tutum, başkalarını kendisine çağıran ideolojik yaklaşımın tenkididir.

Diğer taraftan mutlakiyetçi bir bakış açısını ve dilini besleyen damarlardan biri olan ideolojik arka plan ise Terry Eagleton’un ‘İdeoloji’ (Eagleton, 2015) adlı eserindeki tespitler doğrultusunda değerlendirilecektir. Edebî metinde konuşan öznenin ideolojik tutumu esasta okuru yönlendirme eğilimi içerir. Bunu ise karşısındakini ötekileştirme, yabancılaştırma gibi yaklaşımlarla ortaya koyar.

Çalışmada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tenkit anlayışından da yararlanılacaktır. Tanpınar, metin tahlillerinde bazı anahtar kavramları kullanır. Metnin insana teması noktasında realiteye dayanmasını ve “şahsî tecrübe” (Tanpınar, 1992: 128-130) yi öncelemesi gerektiğini vurgular. “Sanatta mümkünü aramak, en tehlikeli zayıflıktır” (Tanpınar, 1992: 61) sözüyle, “insanın reel hayata inanarak sahip” (Tanpınar, 1988: 30) olmasını ve “psikolojik tecessüse” (Tanpınar, 1988: 30) yönelmesinin esas olduğunu duyurur. Bu bağlamda “kültürün insana ayırdığı sahanın” (Tanpınar, 1988: 31) genişlemesini önerir. “Büyüyü, simya adıyla o kadar kolayca mubahın çerçevesine alma” nın (Tanpınar, 1988: 26) tehlikeli yanını belirtir. “İnsanın kendi tali’i ile karşılaşması”nın (Tanpınar, 1988: 98) lüzumundan bahseder. “Trajik duygusunun ve asıl manasıyla realite terbiyesinin” (Tanpınar, 1988: 26) ehemmiyeti üzerinde durur.

30

Yukarıda bahsi edilen yöntemlerle bazı düşünürlerin yaklaşımları, kuşkusuz ele alınacak metinleri anlamada ve yorumlamada belirli bir ufuk tayin ederler. Çalışmamızın bir tür söylem analizini içermesi, normal seyrinde çoklu bakış açısını talep eder. Bu doğrultuda ‘mutlakiyetçi dil’ ile ilgili kavramsal çerçeve gelenek ve zihniyet merkezli olmak üzere çıkarılacak ardından da tezimizin kapsam bakımından ana eksenini oluşturan 1923-1980 arası Türk şiirinde mutlakiyetçi dil, ele alınacak metinler üzerinde tespite çalışılacaktır.

31