• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM

2.1. MUTLAKÇI DİL

2.1.4. Bir Tanıma Doğru: Mutlakçı Dil

Mutlakıyetin dili ile ilgili bu belirlemelerden hareketle genel bir çerçeve çizmek mümkündür. Türk Dil Kurumu, mutlakı, “kendi başına var olan, hiçbir şeye bağlı olmayan, bağımsız, saltık” (tdk.gov.tr) anlamıyla verir. Mutlakıyeti de nitekim “Hükümdarın bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi, mutlakıyet, mutlakçılık” (tdk.gov.tr) olarak sunar. Bu tanımlamalara göre; yönetim bağlamında mutlakıyet, güç ve yetkinin tek elde toplanmasıdır. Gücü elinde bulunduranı sınırlayan bir yasa yoktur. Hükümdarın sınırsız gücüne gönderme yapan mutlakiyetçi yönetim, siyasal bağlamda hakikatin tek elde temsilini; monarşiyi içerir. Meşruiyetini, hakikati temsilinde veya gücü temerküzünde bulur. Bu doğrultuda mutlakın, bir düşünüş biçimi ve bir kabul olarak tekabül ettiği

43

zihniyet, dilde kendini mutlakiyetçi dil olarak gösterir. Bu bağlamda mutlakiyetçi dil, hakikati kendinde temellük eden söyleme karşılık gelir. Temellük edilmiş hakikat söyleminin özünde ise sorgulanamazlık ile birlikte onun yanlışlanamaması bulunur. Bu bakımdan hakikat, onu temellük edene onu aktarma hakkını verir. Nitekim Kadim Şark muhayyilesinde, mistik deneyimler sonucu elde edilen bilgi, onu almaya liyakati bulunan kimselere aktarılmak suretiyle geleceğe taşınır. Kaynağı bakımından bu bilgi, metafizik deneyime dayandığından ne şahsi tecrübeyle sınanabilir ne de yanlışlığı üzerinde tefekkürün bir hükmü vardır. O, ancak bir kabule dayalı olarak benimsenir.

Burada mutlakiyetçi söylemin olumsuzlandığını ima eden bir bakış açısı sezilebilir. Ne var ki mutlak doğrunun belirlenimsizliği üzerine kurulan realite, herhangi bir tasavvur biçiminin olumlu ya da olumsuz olarak kodlanmasını geçersiz kılar. En fazla, tecrübî dil deneyimi bakımından Şarklı muhayyilenin zayıf kaldığı söylenebilir fakat bu da onu olumsuzlamaya el vermez. Çünkü tecrübe Buber’e göre ben ve o arasında mümkündür ve doğal seyrinde ben’in o’na karşı tavrı, tanımlayıcı çizgide seyreder. ‘O’ ben’in karşısında doğrudan yer almaz, ancak ben tarafından hakkında konuşulana tekabül eder: “Tecrübe dünyası, ben-o temel kelimesine aittir. Ben-sen temel kelimesi ise ilişki dünyasını kurar” (Buber, 2003: 47 vd). Bu doğrultuda Buber, “Tecrübe eden kimseler, dünyaya iştirak etmezler. Zira tecrübe, onların içinde’dir, onlarla dünya arasında değil. Dünya, tecrübeye iştirak etmez. Kendisinin tecrübe edilmesine razı olur, fakat ilgili değildir; çünkü hiçbir katkıda bulunmaz ve ona hiçbir şey olmaz” der (Buber, 2003: 49). Üçüncü tekil varlık olarak ‘o’, ancak tecrübe edenin dolayımında anlaşılır. Sen’e ise ancak ilişki üzerinden yaklaşılabilir. Çünkü herhangi bir ilişkide ben ve sen, doğrudan karşı karşıya gelirler ve birbirlerine seslenirler. Ben, sen ve o arasındaki bu diyalektikte, Şark’ın ben ve sen arasında seyreden ve ilişki ile kodlanan tutuma yakın olması buna dayanır. Batı’nın tanımlayıcı ve ötekileştirici kimliği onun varlığa, bir üçüncü kişi veya şey olarak ‘o’ ekseninde yaklaşmasını doğurur. Tecrübe dilinin dolaylı veya doğrudan tanımlayıcı bir dili işaretlemesi bundandır. Burada tecrübe dilinin ben ve o; ilişki dilinin ise ben ve sen dolayımında kurulduğu söylenebilir. Ben ve sen arasındaki ilişki üzerine kurulan zihniyetin karşımıza mutlakiyetçi görünümde bir dil çıkardığını görürüz. Çünkü ben ve sen arasındaki ilişkide dil, bir başkasını hesaba katarak var olur. Zaten ‘tek kişiye ait dil yoktur” (Güney, 2004: 13). Hatta “dil varlığını yalnızca, topluluk üyeleri arasında yapılmış bir tür sözleşmeye borçludur” (Saussure, 2001: 44). Bu bakımdan “konuşmacılar konuşurlarken birbirlerinin karşısında olduğu kadar söylemin bağlamsal ortamıyla da karşı karşıyadırlar,

44

yalnızca algı ortamı karşısında değil, her iki konuşmacının da bildiği kültürel arka plan karşısında da bulunmaktadırlar” (Said, 2000: 123) Dilin bu durumu ilişki ekseninde karşıdakine bir şey iletme esasına dayanır ve yönünü karşısındakine söyleyeceği şeye çevirir. Dili bir tavır olarak düşündüğümüzde, onda açığa çıkan anlam, değerini muhataba yaptırdığı veya yaptıracağı eylemde bulur. Çünkü “gerçekte dildeki her şey ruhsaldır” (Saussure, 2001: 34). İlişki dilinde dil, muhatabını düşündürme veya onda bir düşünme konusu meydana getirme amacını gütmez. Doğrudan veya dolaylı muhatabı bir eylemde bulunmaya yönlendirir. İlişkinin doğasında, birinin diğerini bir ‘şey’ olmaya doğru yönlendirme vardır. Bu yönlendirmede dil, karşısındakini sorgulama, ona yanlış yaptığını duyurma, ona bir tavrı ve olguyu dayatma biçimlerinde ilerler. Zaten zihniyet de “dünyaya ve dünya ilişkilerine içten doğru bir tavır alış” olarak ele alınır (Ülgener, 2006: 14). Her durumda muhataba dolaylı veya doğrudan, yumuşak veya sertçe bir dayatmayı içeren bu dil, konuşanın kendinden emin olduğu konuma gönderme yapar. Bir başkasına şu veya bu şekilde davranmasını veya ondan bir şey olmasını istemek ancak konuşanın mümkün olan bir eminlik içinde bulunmasına bağlıdır. Bu yüzden mutlakiyetçi dil, ilişki dilini kodlayan bir zihniyet geleneğinin doğal seyrinde ortaya çıkar. Ayrıca mutlakçı sanatkâr bilinçli ya da bilinçsiz “yukarıda nasılsa aşağıda da öyledir” şeklinde formüle edilen metafizik ilkeye uyarak bir sanat faaliyetine girişir. İlhamın an’a hükmedecek şekilde bir sanat faaliyetine kaynak teşkil etmesi bundandır. “Bir Hindu eserinde ‘Allah cc nasıl yaptıysa biz de öyle yapmalıyız’ denilmektedir” (Livingston, 2010: 61). Hâliyle ilahi yaratmanın an’da vuku bulması ne ise sanatkârane çabanın çok defa ilhama tabi olarak ortaya çıkması da odur. Bununla birlikte Hint musikisi de âdeta göklerdeki kudretli uyumun yansıması olarak görülür. “Kuşkusuz bu dansların kökü hemen hemen birdir ve bunlar tanrının ezeli kudretinin zuhuru ve tecellisidir. Şiva ezeli bir aşk olup Lucian onun hakkında şöyle der: ‘Muhtemelen dans her şeyin başlangıcında meydana geldi ve aşk yoluyla o kadim zat zuhur etti. Çünkü biz bu ezeli raksı burçların toplu dansında gökyüzündeki sabit ve hareketli gezegenlerde bunların birlikteliğinde karşılıklı değişimlerinde ve düzenli uyumlarında müşahede ediyoruz” (Âvânî, 1997: 245). Bu durum sanatkârı, mutlakın tesiri altında kalmaya davet etmekle kalmaz onu, ilahî olanın maddi âlemde zuhuruna açık hâle getirmek suretiyle idare eder. Bu duyuş tarzı, sanat faaliyetinde veya başka bir sahada muhatabı yönlendirici ve ona hakikati aktarıcı bir çabaya yol açar. Dolayısıyla mutlakiyetçi dilin zaaf veya gücü ile tecrübi dilin zaaf veya gücü arasında realite bakımından taraf tutmanın mümkün olmadığı sonucuna varılabilir. Buna mukabil, dil kullanımının hangi

45

geleneğe ait olduğunun tespiti, hem bir ölçüye dayalı tenkit ameliyesinin gelişimine sağlayacağı katkı hem de metinlerin edebiyat tarihinde konumlandırılmasıyla ilgili bir ufku işaret etmesi bağlamında mühimdir.