• Sonuç bulunamadı

AİLE VAKIFLARININ TANIM VE UNSURLARI

I. AİLE VAKIFLARININ KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VAKIF

2. Vakfın Terim Anlamı

Vakıf kelimesinin terim olarak tanımında mezhep imamları başta olmak üzere fukaha ihtilaf etmiş ve kendi anlayışları doğrultusunda vakfın hangi amaca binaen yapılabileceği, bağlayıcı olup olmayacağı, sürekliliğinin zorunlu olup olmaması, kurbet kastının bulunup bulunmaması gibi konulardaki farklı düşüncelerini vakfın tanımına yansıtmışlardır. Bu nedenle tarih boyunca farklı mezheplerin ve hatta aynı mezhebe mensup müctehid ve fukahanın vakıf tanımlarının farklılık arz ettiği görülür.

Vakıf tanımının tam manasıyla bütün konuları ve tartışmalı meseleleri kapsayabilmesi için bu görüş ayrılıklarının tanıma yansımaları incelenmelidir. Bu amaçla Osmanlı döneminde uygulanan vakıf biçimlerini de kapsaması sebebiyle, müteahhirin dönemi Hanefî fukahasının yapmış olduğu kapsamlı tanım ile vakfın Osmanlı’nın son dönemindeki kurumlarını da kapsayan güncel hali olmak üzere iki ayrı tanım öncelikle verilerek, bu son halini alana kadar geçirmiş olduğu merhaleler irdelenmeye çalışılacaktır.

Vakıf, son dönem Osmanlı fakihlerinden Ali Haydar Efendi tarafından,

“Yararlanma hakkı Allah’ın kullarına (insanlara) ait olmak üzere mülk olan bir aynı Allah’ın mülkü hükmünde (kamuya ait olarak) mülk edinme ve edindirmeden sonsuza kadar (ala vechi’t-te’bîd) sözlü şekilde alıkoymak ve menfaatini tasadduk etmek veya dilediği kişiye bırakmaktır.”15 şeklinde tarif edilmektedir.

13 Ali Haydar, Tertîb, s. 6, md. 2.

Nihâyet günümüz kurumlar tarihi uzmanlarından Bahaeddin Yediyıldız’ın 18.

yüzyıl Osmanlı toplumunda mevcut olan vakıf anlayışını temel alarak yapmış olduğu aşağıdaki tarif ise vakfın en kapsamlı ve özellikli tarifi olarak kabul edilebilir. “Vakıf hukuki bir akittir. Bu akitle kişi, normal olarak Allah’a yakın olma (kurbet) gayesiyle, -bazen gizli bir şekilde başka gayeler güderek- menkul veya gayr-i menkul bir veya daha çok mülkünü -bunlar bazen hususi mülkiyete dönüştürülmüş miri arazilerden olabilir- dinî, hayrî ve sosyal bir gayeye -derhal ve mutlak bir tarzda yapılma zorunluluğu olmadan- müebbeden tahsis eder.”16

Ali Haydar Efendi’nin yukarıda verilen vakıf tarifi Hanefî mezhebinde muhtar olan İmâmeyn’in tarifine ve vakıf anlayışına uygun düşmektedir. Ancak Osmanlı’nın bağlı olduğu mezhep olan Hanefî geleneğinde İmâm-ı Âzam (ö. 150/767) ve İmâmeyn arasındaki anlayış farklılıklarından dolayı iki farklı vakıf tarifi ortaya çıkmıştır.

Kanaatimizce Hanefî mezhebindeki bu iki tarif başta olmak üzere İslâm hukukçularının yapmış olduğu farklı vakıf tarifleri üzerinde etraflıca durulması, aile vakıflarındaki tartışmalara da ışık tutacaktır.

a. Ebû Hanîfe’ye Göre Vakfın Tarifi

es-Serahsî, İmâm-ı Âzam’a göre vakfı “Mülk olan bir malı başkasının mülk edinmesinden alıkoymaktır(hapsetmektir).”17 şeklinde tarif eder. Ancak bu tarife, vâkıfın mülkünden çıktığını göstermediği için lazım vakfın tarifi olamayacağı, ayrıca “habs”

kelimesinin içerdiği mana sebebiyle gayr-i lazım vakfı da içermeyeceği şeklinde itiraz edilmektedir. Buna ek olarak tarif, “memluk” kelimesinin İmam Ebû Hanîfe tarafından vakfı caiz görülmeyen menkul malları da kapsadığı ve “başkasının mülküne geçmemesi”

tâbirinin de cahiliye döneminde yapılan ve Maide Suresi'nin 103. âyeti ile yasaklanan,

16 Bahaeddin Yediyıldız, XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2003, s. 9.

17 Şemsü'l-Eimme Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, Dâru’l-mârife, t.y., c.

12, s. 27.

bahîra,18 sâibe,19 vasîle,20 ve hâmı21içine aldığı gibi sebeplerle eleştirilmiştir.22 Hanefî fukahası tarafından bu itirazlara çeşitli cevaplar verilmişse de bunlara konu bütünlüğünün bozulmaması için araştırmamızda yer verilmeyecektir.

Hanefî fukahasının çoğunluğunun İmâm-ı Âzam’a nispet ederek aktardığı diğer tarife göre ise vakıf, “Ayn’ın (malın) vâkıfın mülkünde alıkonulması (hapsedilmesi) ve menfaatinin tasadduk edilmesidir.”23

Hanefî hukukçulara göre İmam Ebû Hanîfe vakfı ariye gibi kabul ettiği için vakıftan dönülebilmesini mümkün olarak görür. Bu sebeple yapılan bu tarif gayr-ı lâzım vakfın tarifi olarak kabul edilebilirse de “habs” kelimesinin kullanımı yukarıda da belirtildiği gibi gayr-ı lazım vakıflar için mümkün değildir. Çünkü vâkıf yapmış olduğu vakıftan rücû edebilir ki bu gayr-ı lazım vakfın gereğidir. Ancak habsin sözlük anlamı, vakıftan rücû etmeyi engeller.24

İbnü'l-Hümâm, tarife yapılan bu itiraza ek olarak, vâkıfın malını tıpkı vakfetmeden önceki durumda olduğu gibi, istediği zaman satabileceği, istediği zaman hibe edebileceği durumundan hareketle, tarifteki habs kelimesinin bir manasının bulunmadığını bildirmiştir.25 Ancak diğer Hanefî fukahası bu lafzın, hüküm bina edilebilmesi ve fakirlerin vakıftan faydalanmasının helal sayılabilmesi için gerekli

18 Cahiliye döneminde beşincisi erkek olacak şekilde beş batın doğuran ve kulağı kesilip kendisinden faydalanılması haram kılınarak, doğaya bırakılan dişi develere verilen isimdir. Bk. İshak Yazıcı,

“Bahîre”, DİA, c. 4, s. 487

19 Cahiliye döneminde adak ya da on batın dişi doğurması sebebiyle salıverilen deveye verilen isim. Bk.

Muhammed Aruçi, “Sâibe”, DİA, c. 35, s. 542-543.

20 Cahiliye döneminde bir koyun aynı batında hem erkek hem dişi doğurursa "Dişi kardeşine kavuştu"

denilerek dişinin hatırı için kesilmeyen erkek koyuna verilen isim. Bk. Casim Avcı, “Vasîle”, DİA, c. 42, s. 550.

21 Kendisinden on batın döl alınan ve bu yüzden kutsanarak salıverilen, otlaktan ve sudan alıkonulmayan ve artık yük vurulup binilmeyen erkek deveye verilen isim. Bk. Muhammed Eroğlu, “Hâmi”, DİA, c. 15, s. 457.

22 Bu itirazlara verilen çevaplar için bk. el-Kubeysî, Ahkâmü'l-vakf, s. 66-69.

23 Ebû’l-Hasan Ali b. Ebî Bekr el-Merginânî, el-Hidâye şerhi Bidâyeti’l-mübtedî, Riyad, Mektebetü’l-İslâmiyye, t.y., c. 3, s. 13; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, c. 5, s. 202; el-Haskefî, Muhammed b. Ali b.

Abdurrahman, Dürrü’l-muhtârşerhu Tenvîri’l-ebsâr, (Thk: Abdurrahman Halil İbrahim), Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2002, s. 369.

24 el-Kubeysî, Ahkâmü'l-vakf, c. 1, s. 70.

25 Kemâlü’d-dîn Muhammed b. Abdu’l-vâhid es-Sivâsî İbnü’l-Hümâm, Şerhu fethu’l-kadîr ale’l-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-mübtedî, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2003, c. 6, s. 189.

olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca vâkıfın bundan sevap kazanması, sunduğu şarta riayet edilmesi, mütevelli atamasının sahih olması gibi bütün vakıf hükümlerini icra edebilmek için de “habs” lafzının gerekli olduğu vurgulanmış ve herhangi bir mana içermediğini söylemenin mümkün olmayacağı belirtilmiştir.26

Bu tarife yapılan bir başka itiraz, “vâkıfın mülkünde hapsedilmesi” tâbirinden hareketle mescidleri kapsamayacağı şeklindedir. Çünkü yeryüzünde bulunan hiçbir mescid, ne o binayı inşa edenin ne de o binanın üzerine inşa edildiği arsa sahibinin mülküdür. Mescidlerin Allah’ın mülkü hükmünde oldukları ittifakla kabul edilmektedir.

Haklılık payı olduğu düşünülen bu itiraza, yapılan bu tanımın mescidler gibi vakıf olduğu konusunda ittifak bulunan yerlerin değil, ihtilaflı vakıfların tanımıdır, şeklinde cevap verilmiştir.27 Ancak kanaatimizce bu cevap kabul edilirse İmâm-ı Âzam'a göre vakıf kapsamlı şekilde tarif edilmemiş olacaktır.

Tarifteki bir diğer sorun ise “menfaatin tasadduku” ibaresidir. Çünkü sadaka, mutlak olarak fakirlere verilen şey demektir ve kurbet anlamını içermektedir. Dolayısıyla kişinin sadece kendisinin faydalanması için yaptığı veya yalnızca zenginleri mevkûfun aleyh kılarak yapmış olduğu vakfın caiz olmadığı, bu ibareden hareketle anlaşılabilir.

Ancak İmam Ebû Hanîfe’ye göre kişinin zenginlere yaptığı vakıflar eğer sonrasında fakirlere verilmesini de şart koşmuşsa caizdir. Bu sebeple tarif kapsamlı olmamaktadır.

Her ne kadar sadece zenginlere yapılan vakfın, kurbetin bir başka çeşidi olduğunu söyleyenler bulunsa da, zenginlere yapılan vakıf sadaka olarak görülmez. O sebeple bu itirazdan kurtulabilmek için sonraki Hanefî fukahası bu tarife “menfaatin istenilen yere sarf edilmesidir” ibaresini eklemişlerdir.28 Vakfın tarifine ilk olarak İbnü'l-Hümâm tarafından eklenmiş olan bu ibareye de tasaddukun genel anlam ifade etmesinden dolayı, gereksiz olduğu yönünde itirazlarda bulunulmuştur. Sonradan fakirlere şart koşulması vakfın genelinde tasadduk şartını yerine getirmektedir. Çünkü önce zenginlere sonra da fakirlere bırakılmış olan vakıfta tasadduk kelimesi, zenginlere verildiği sırada hibe

26 İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, c. 5, s. 202; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, c. 6, s. 519.

27 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, c. 6, 519.

28 İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadir, c. 6, s.186; Ali Haydar, Tertîb, s. 6, md. 2.

anlamında mecazen bulunmakta, fakirler yararlanmaya başladığı sırada ise hakiki anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle “istenilen yere sarf edilmesi” ibaresinin kullanılmasına gerek yoktur.29

Son dönem Hanefî âlimlerinden bazıları vakfı “hüküm” lafzını da ekleyerek

“vâkıfın mülkü hükmünde hapsedilmesi” şeklinde tanımlamışlarsa da30 İbn Âbidîn, hüküm lafzının ilave edilmesini reddetmiş ve sahih olmayacağını vurgulamıştır. Çünkü İmâm-ı Âzam’a göre vakfedilen şey hükmen değil hakikaten vâkıfın mülkü üzere hapsedilmektedir. Böylece vakıf mal istenildiği zaman satılabilir, hibe edilebilir ve miras olarak vârislere geçebilir. Bu sebeple “hükmen” lafzı sahih kullanım değildir. Bu lafzı tanıma ekleyen âlimler, sadece vakfedilmesinde ittifak edilen mescidlerin vakıf olabileceğini vurgulamış, İmâm-ı Âzam’ın mescid olarak vakfedilen gayr-ı menkûlün, vâkıfın mülkünden çıktığını kabul etmesinden hareketle bu lafzı ilave etmişlerdir. Ancak mescidler dışında vakfedilmesinde ihtilaf bulunan eşyada, vâkıfın mülkü üzere bâki kalması hükmî değil, hakikîdir.31

Kanaatimizce İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, vakfın lüzûmunu kabul etmiyor değildir.

Onun görüşüne göre vakıf ancak hâkimin hükmünden ya da vasiyet menzilesinde vefât ettikten sonra lâzım olur.32 Dolayısıyla asıl tartışma vakfın lâzım olup olmaması değil, lüzûmunun ne zaman ortaya çıkacağı etrafında şekillenmektedir. Nitekim İmam Ebû Yusuf (ö. 182/798) vakfın mücerred lafız ile lâzım olacağını söylerken, İmam Muhammed, mütevelliye teslimi ile lâzım hale geleceği kanaatindedir. Bu açıdan bakıldığında İmâm-ı Âzam'a göre vakıf hâkimin hükmü ile lâzım olmakta ve hâkimin hükmünden önce lüzûm ifâde etmemektedir. Ancak hukûkî bir değer atfedilebilmesi amacıyla tamamen câiz olmadığını söylemek de mümkün değildir. Bu sebeple hâkim lüzûmuna hükmedene kadar vakıf, yararlananların elinde âriyet hükmünü almaktadır ve

29 İbn Nüceym, Sirâcuddîn Ömer b. İbrahim, en-Nehrü’l-fâik şerhu Kenzi’d-dekâik, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2002, c. 3, s. 310.

30 el-Haskefî, Dürrü’l-muhtâr, s. 369.

31 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, c. 6, s. 519.

32 İbnü'l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, c. 6, s. 189.

âriyeti veren kişi bundan istediği zaman vazgeçebilir. Dolayısıyla hâkimin hükmü olmadan vakıf hükümleri değil, âriyet hükümleri sâbit olabilir.33

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, vakfın ebedîliğini sağlayabilecek en etkili yolun hâkimin tasdiki olduğunu düşünmektedir. Çünkü bu, vâkıfın almış olduğu kararın devlet tarafından da tanınması anlamına gelir ki, vâkıfın vazgeçme ihtimalini ortadan kaldırarak ebedîliği sağlamak, ancak bu yolla mümkün olabilir. Devlet tarafından bu yönde verilmiş olan bir karar artık kesinlik ifade eder ve aradan uzun yıllar geçmiş olsa bile tescil sayesinde vâkıf da dâhil olmak üzere herhangi bir kişi tarafından hak iddia edilmesinin önü kesilmiş olur.

Vâkıfın ölümünden sonraya izâfe ederek vakıf kurması da kararından dönme ihtimalini ortadan kaldırdığı için İmâm-ı Âzam’a göre lazımdır. Ancak ölümden sonraya izafet vasiyet olacağı için vasiyet hükümleri gereği malın sadece üçte birinde vakıf geçerli olur.34

Neticede İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin vakıfla ilgili anlayışına dayanılarak söz konusu tarif “Mülk bir malın, vâkıfın mülkünde hapsedilmesi, menfaatin tasadduk edilmesi ya da istenen yere sarf edilmesine vakıf adı verilir.”35 şeklinde hülâsa edilse de, vurgulanan sebeplerden dolayı vakfın şu şekilde tarif edilmesi kanaatimizce daha uygun olacaktır. "Vakıf, mülk bir malın, hâkimin kararı ya da vasiyet ile ebedî şekilde hapsedilerek menfaatinin tasadduk edilmesi ya da istenen yere sarf edilmesidir."

b. İmâmeyn, Şâfiî ve Hanbelîlere Göre Vakfın Tarifi

Hanefî fukahası, İmâmeyn’in görüşlerinden hareketle vakfı çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. İmâmeyn, İmâm-ı Âzam’dan farklı olarak vakfedilen malın, vâkıfın mülkü hükmünde kalmayacağını düşünmektedir. Çünkü vakıf âriyetden çok İmam Ebû Yusuf ’a göre köle azadına, İmam Muhammed’e göre ise teberruya benzemektedir.36 Bu nedenle vakıf işlemi, vakfı yapan kişinin vakıf konusu mal üzerinde hak iddia etmesine engel

33 İbnü'l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, c. 6, s. 189.

34 el-Haskefî, Dürrü’l-muhtâr, s. 369.

olmakta ve mülkiyetini ortadan kaldırmaktadır. Mal vakfedilmekle o kişinin mülkiyetinden çıkmıştır. Mülkiyetin sona ermiş olması o mal üzerindeki tasarruf hakkının da sona ermesini gerektirir. Vâkıfın tasarruf hakkı ve mülkiyetinin ortadan kalkması nedeniyle vakıf, lazım ve bağlayıcı konuma gelir, vakıftan rücû mümkün olmaz. Artık vakfedilen mal, miras olarak bırakılamaz, satılamaz, hibe edilemez ve herhangi bir tasarrufa konu edilemez.37 Cumhur, vakfın mülkiyetten çıkmasına delil olarak Hz. Ömer hadisini getirir.38 Bu delile istinaden artık vakıf malda mülkiyete ait tasarrufların mümkün olmayacağı düşünülmektedir.

Mülk edinme yolu ile kendisinden faydalanılması esas olan ancak vakıf kurma ile vâkıfın mülkünden çıkan malın, herhangi bir kişinin mülkiyetine girmesi için de bir sebep bulunmamaktadır. Çünkü vakıfta, mevkûfun aleyhler vakfedilen malın mülküne değil, menfaatine sahip olmaktadırlar. Bu malın, mülk olmasından dolayı mâliksiz düşünülmesi de eşyanın tâbiatına aykırıdır. Normal şartlar altında, bir malın sahibi tarafından tek taraflı irade ile mülkiyetten çıkarılması, başkası tarafından mülk edinilebilmesi için yeterli bir sebeptir. Vakıfta ise bu mümkün değildir. Vakfetme ile kişinin mülkiyetinden mal çıktığı gibi, başka herhangi bir kimsenin mülkiyetine ebedi olarak geçmesi de engellenmektedir.

Bununla beraber mülk olmasından hareketle engellemenin hukuksal bir zemininin bulunması şarttır. Fukaha vakfın başkasının mülkiyetine geçmesinin engellenmesi problemine şöyle bir çözüm geliştirmiştir:

Kâinattaki her şey olduğu gibi mülk olan mallar da hakikatte hem vakıftan önce hem de vakıftan sonra mutlak olarak Allah’ın mülküdür. Ancak Allah, kullarına mülkünün tasarruf hakkını bahsetmiş ve tasarruf edebilme imkânı tanımıştır. İşte vakıfla beraber kul kendisinde olan bu tasarruf hakkını da Allah’a devretmiş sayılır. Dolayısıyla kullarda bulunan mülkiyetin mutlak mülkiyet değil; tasarruf mülkiyeti, yani intifa hakkı olduğu söylenebilir.39 et-Timurtâşî, İmâmeyn’in görüşüne göre vakfın tarifini verirken bu

37 es-Serahsî, el-Mebsût, c. 12 s. 28.

38 Bu hadis Rasûlullah’ın Hz. Ömer’e malını vakfetmesi tavsiyesinde bulunurken “aslını hapset, menfaatini tasadduk et” şeklinde buyurduğu hadistir. Bk. Buharî, “Vesâyâ”, 28, Müslim, “Vasiyyet”, 15; Ebû Dâvûd,

“Vesâyâ”, 13; et-Tirmizî, “Ahkâm”, 36; en-Nesâî, “İhbâs”, 2, İbn Mâce, “Sadakât”, 4.

39 el-Kubeysî, Ahkâmü'l-vakf, c. 1, s. 76.

düşünceyi ön plana çıkartarak, “Malın Allah’ın mülkünde hapsedilmesi ve menfaatin istenilen yere sadaka olarak bırakılması” şeklinde kaydetmektedir.40 Ancak Allah’ın hakikaten tasarruf etmesi muhâl olmasından dolayı el-Haskefî, şerhinde bu tasarrufun hükmen olabileceğini vurgulayarak “Allah’ın mülkü hükmünde” ibaresinin kullanılmasının daha uygun olacağını belirtir. Bu sebeple vakfedilmiş olan eşya İmâmeyn’e göre hükmen Allah’ın mülkünde kabul edilmektedir.41 Bu sayede başkasının mülküne geçmesi de engellenmiş olmaktadır.

el-Hidâye’de ise İmâmeyn’e ait vakıf tanımı “Malın Allah’ın mülkü hükmünde hapsedilmesi ve vâkıfın mülkünden çıkarak, yararlanma hakkının Allah’ın kullarına dönük olması yönüyle Allah’ın mülküne geçmesi” şeklinde yapılmıştır.42 Ancak İbnü'l-Hümâm, vâkıfın mülkünden çıkarak Allah’ın mülküne geçeceğini söylemenin yanlış anlamaya müsait olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre bu tarif, malın daha önce Allah’ın mülkünde olmayıp ve sadece vakıf ile Allah’ın mülküne geçeceği, buradan hareketle bir malın Allah’ın mülkünde olmadığı bir zaman diliminin tasavvurunun mümkün olacağı problemini doğurmaktadır. O, bu nedenle el-Hidâye’de geçen tarife “Bu tarif ile bizim

‘kulların menfaati üzerine hapsolacak şekilde mülkünden ayrılmasıdır’ sözümüz arasında hiçbir fark yoktur. Ancak Allah’ın eşya üzerindeki mülkü hiçbir zaman yok olmaz ve yok edilemez.”43 diyerek itirazını dile getirmiştir.

Bu itirazın yerinde olduğu söylenebilir. Çünkü Allah, kâinattaki her şeyin yaratıcısı ve mâlikidir; kullarına sadece o mallardan yararlanma hakkını bahşetmiş, dünya hayatı boyunca geçici olarak mülk edinme ve tasarruf hakkı vermiştir. Ancak asıl mülk sahibi mâlikü’l-mülk olan Allah’tır. Bu sebeple vâkıfın mülkünden ayrılıp Allah’ın mülkü hükmüne geçtiğini söylemek, mefhûm-ı muhâlifinden hareketle vâkıfın mülkünde iken Allah’ın mülkünde olmadığı şeklinde anlamayı mümkün kılmaktadır. Hâlbuki bir malın asıl mâliki Allah olmakla beraber, kul sadece geçici olarak o malın tasarruf

40 Muhammed b. Abdullah b. Ahmed el-Gazzî et-Timurtâşî, Tenvîru’l-ebsâr, Thk: Abdurrahman Halil İbrahim, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2002, (el-Haskefî, Dürrü’l-muhtâr içinde) s. 369.

41 el-Haskefî, Dürrü’l-muhtâr, s. 369; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, c. 6, s. 521.

42 el-Merginânî, el-Hidâye, c. 3, s. 13.

43 İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadir, c. 6, s. 189.

mülkiyeti hakkını elde etmekte, asıl ve süresiz mülkiyet hakkını elde edememektedir. Bu nedenle vakıf ile malın mülkiyetinin kânunen vâkıfın mülkünden ayrılıp yalnızca mutlak mâlik olan Allah’ın mülkünde kaldığı söylenebilir. Çünkü Allah herşeyin mâlikinin ancak kendisi olduğunu “Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü O’nundur.”44 âyeti ile beyan etmektedir. Dolayısıyla vâkıf, vakfetme ile mülkünden vazgeçmekte, ancak mal Allah’ın mülkünde kalmaya devam etmektedir. Bu sayede başka bir kişiye geçmesi de engellenmektedir.

Şâfiîler de İmâmeyn’in görüşüne yakın bir vakıf anlayışını benimsemişlerdir.

Vakıf ariye değil bir teberru çeşididir. Vakfedilen şey, menfaatinden yararlanılabilecek, kullanılması ile yok olmayacak bir mal olmak zorundadır. Bu anlamda gayr-ı menkuller ve aynı tüketilmeyen mallar vakıf olabilir. Yine Şâfiîlere göre vakıfta Allah’a yakınlaşma amacının bulunması gerekmektedir. Kurbet kastı bulunmayan vakıflar geçersizdir. Vakıf ya vasıflarının ya da kendisinin belirli olduğu bir cihete tahsis edilmelidir. Aksi takdirde belirsizlik durumu vakfın oluşmasına engel olmaktadır. Ayrıca mülkiyet üzerinde her çeşit tasarruf vakıf ile engellenmiş, mal üzerinde vâkıfın tasarruf hakkı ortadan kalkmış olmaktadır.45 Kısacası Şâfiîler, İmâmeyn’in vakıf anlayışına paralel düşünceleriyle vakfı,

“İntifaı mümkün olan bir aynın rakabesinde tasarrufu men etmek ve menfaatini hayra sarfetmek” şeklinde tarif etmektedirler.46

Hanbelîlerin, ise mezhebin karakteristik özelliği olan sünnette lafza ve manaya bağlılık prensiplerini vakıf tarifine de yansıttıkları görülmektedir. Bu anlamda hadiste geçen “aslını hapset, menfaatini tasadduk et” ibaresinden hareketle vakfı, “aslın hapsedilmesi ve semerenin tesbil edilmesi” şeklinde tarif etmektedirler.47 Vakfedilen malın kuru mülkiyetinin satılamaması, hibe olarak verilememesi, miras olarak

44 Tevbe, 9/116.

45 eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris, el-Ümm, Dâru’l-vefâ, y.y., 2001, c. 5, s. 104-128.

46 Muhammed b. Hatîb eş-Şirbinî, Muğni’l-muhtâc ilâ marifeti meâni elfâzi'l-Minhâc, Beyrut, Dâru’l-mârife, 1998, c. 2, s. 485; Muhammed Ebû Zehra, Muhâdarât fi’l-vakf, Matbaatu Ahmed Ali Muhâyemere, y.y., 1909, s. 47.

47 Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed İbn Kudâme, el-Muğnî, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 1997, c. 8, s 184.

geçememesi gibi her türlü tasarruftan men edilmesi ve vakfın gelirinin tasadduk edilmesi gerektiği şeklindeki görüşleriyle, İmâmeyn ve Şâfiî’lerin görüşleri örtüşmektedir.

Sonuç olarak vakfın tarifini cumhura göre şöyle yapmak mümkündür. “Vakıf, kendisinden yararlanılması mümkün olan bir malın rakabesinde, vakfedenin ya da başkasının tasarruflarına son verip, aynı baki kaldığı halde Allah’a yakınlık maksadı ile gelirini mübah ve varolan bir harcama yerine, Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere hapsetmek (orada alıkoymak)tır.”48

c. Mâlikîlere Göre Vakfın Tarifi

Mâlikîlere göre vakıf cumhurdan farklı olarak vakfedenin mülkiyetinde kalmak üzere lazım hale gelir. Çünkü onlara göre vakıf, hacr altına alınan kimsenin malına benzer. Hacr altına alınan malda da mülkiyet mahcur kimse de kaldığı halde satılamaz, hibe edilemez ya da miras bırakılamaz. Ancak her ne kadar lazım olarak vakfın gerçekleşeceğini düşünseler de kişinin mülkiyetinden çıkmayacağı için vakfın ebedi olma şartı yoktur. Bu nedenle mülke konu olabilecek herhangi bir mal vakfın konusu haline gelebilir. Malın ebedilik vasfını taşıyan ve helak olmayacak bir mal olması şart değildir.

Vakf-ı muvakkat denilen belirli bir süre şartı konularak yapılan vakıf da, onlara göre ebedilik şartı olmadığından, meşrudur ve bu belirlenen sürenin sonunda vakıf malda vâkıfın tasarruf hakkı geri döner.49 Buna ek olarak sadece malın kuru mülkiyetini değil menfaatinin de vakıf olabileceğini düşünmektedirler. Bu sebeple Mâlikî fakihlerine göre kiralanan bir evin ya da arsanın kira bedelinin vakıf haline getirilmesi caizdir. Vakıf onlara göre teberru değildir. Bu nedenle zenginlere yapılan vakıf da, sonunda fakir veya ilim talebeleri gibi teberru sayılabilecek herhangi bir cihet bulunmasa da geçerlidir.50

Diğer mezheplere ait tariflere nazaran vakıfla ilgili tüm bu görüşlerinden hareketle Mâlikîler’in en geniş tarifi ortaya koydukları söylenebilir. Mâlikîler’e göre vakfın tarifi

48 Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuhu, Dâru’l-Fikr, Dımask, 1985, c. 8, s. 156.

49 el-Haraşî, Ebû Abdullah Muhammed, Şerhu’l-muhtasari Halîl, Matbaati’l-kübra’l-emîriyye, Bulak, 1317, c. 7, s.78.

50 Ayrıntılı bilgi için bk. Muhammed Arefe ed-Desûkî, Hâşiyetu’d-desûkî ala Şerhi’l-kebîr, y.y.,

50 Ayrıntılı bilgi için bk. Muhammed Arefe ed-Desûkî, Hâşiyetu’d-desûkî ala Şerhi’l-kebîr, y.y.,